Savaş |
TARİHİN TEKRARI
Hayat dediğimiz şey dönme dolap gibi
bir şey, başladığı yere dönüyor tekrar ve tekrar. Tek farkı kumanda düğmesi.
Bir se kumandaya hükmeden. Kumandayı ve kumanda edeni yok sayarsak al sana
durmadan dönen dönme dolap. Tıpkı hayatın kendisi. Siz ne düşünüyorsunuz? Biraz
saçma mı? İsterseniz kumanda eden kalsın. İşine geri dönsün boş kalmasın.
Hayatını kazansın. İşsiz güçsüz ne yapar karda kışta. İş olursa o da istemez
herhalde durdurmayı, farklı bir deyişle para kazanmayı. Uykusu gelince gidip
uyusun. Vardiyalı işçi çalıştırsın. Yalnızca bakım zamanları durdursun sistemi.
Müşteriler değişecek durmadan ve para kazanacak o da. Hakkıdır elbet çalışıyor
insanlar eğlensin diye.
Atasözlerine, deyişlere, âşıklara, ozanlara, geçmiş filozoflara – Konfüçyüs, Aristo, Sokrat, Eflatun... Daha niceleri- dünyada ses getirmiş siyasetçi veya siyasetçi olmayan yönetici devlet adamları -Türk (Atatürk), İngiliz, Fransız, Amerikan, Hindistan...- gibi çoğaltılabilir bu liste, bu gün için de geçerli olabilen sözleri söylemişler zaten. İnsanlığın ortaya çıkışından beri, özellikle devlet oluşumları aşamasından bu tarafa çok benzerlikler var. Kurulma, yıkılma, savaşlar -sıcak ve soğuk- olagelmiş ve dersler çıkarılmış zamanında, derslerine iyi çalışanlar yoluna devam etmiş. Bazısı gafil avlanmış dostluklar adına, bazıları uyanık durmuş suda yürümüş izini belli etmemiş. Öyle ya da böyle bir şekilde gelebilmişler bu günlere. Birinci dünya savaşı yaşanmış, haydi ilk diyelim biraz alttan alalım. Kusur kadı kızında da bulunurmuş nihayetinde. Kusursuz insan yok mademki. Olmuş bir kere başa kakmanın anlamı yok. Tıpkı evlilik için söylenen gibi: “Her fani bir kere hata yapma şansına sahiptir.” inada bindirdiler işi dünya savaşı çıktı. Adı da birinci oldu. Aklım almıyor benim, tüm dünyada yaşayan insanlar çıldırmış mıydı o zaman? Ben yokmuşum, anam babam öyle söylüyor. Kitap da mı okumuyorsun? Soruları sorulduğunu hissediyorum. Okudum elbet. Yalan hepsi de. Birileri yapıyor, onların birileri de yazıyor; bu kadar basit bu iş. Biliyor işini adam. “Minaresini çalan kılıfını uydurur” derler bizde. Bizde her yol atasözlerine çıktığı için kolaydır her duruma bir veya daha fazla söz bulmak. Her yolun Roma’ya çıktığı yerde ne yapacak. Varıp dayanacaklar her yoldan yürüyerek kapıya.
Birinciyi hafife aldık ki ikincisi
gelip dayandı kapıya. Ne olmuş hafife alınmışta? “Cevap veriyoruuuuum: ikinci
DÜNYA savaşı.” dedim. Derle demez Tarih öğretmenim bağırdı sınıfı yıkarcasına
“OTUR YERİNE.” Oturdum ezik büzük. Dünya
savaşı bunların adı bayanlar baylar.
Renginiz, cinsiniz, ırkınız ne olursa olsun. Adı üstünde dünya
savaşıyor. Demek ki kendilerine göre haklıydılar. Haklarını da aradılar- mı?
Yapacaklarını yaptılar, alacaklarını aldılar, oturdular yerlerine artılarıyla
eksileriyle. Bir de dönüp arkaya “Savaşın kazananı yoktur” demezler mi? Dalga
geçer gibi. E be adam, e be ana kuzusu; birinciden niye ders almadın be yavrum?
Biraz daha okusaydın da ormancı olsaydın ya! Ninemin köyüne gelen devletin
Kaymakam’ına dediği gibi.
Unutmayın üçüncüsü kapıda. Sesleri var yerin
derinliklerinden gelen. Aman kimse duymasın, yerin kulağı varmış ya gerçi.
Sağır Sultan bile duyar. Ama nedense Dünya savaşının bağıra bağıra geldiğini kimsecikler
duyup da engel olamıyor. Ne kadar da küçücükmüş bu koskocaman dünya dedikleri.
Şimdi koskocaman demek, eskilerden küçücükmüş ki iki üç kişi birleşip yaramaz
çocukların sokakta kavga ettiği gibi; onlar da dünya savaşlarını çıkarmışlar.
Birinci ve ikinci dünya savaşınız kutlu olsun mu demek lazım acaba. Ayıp etmiş
olmuyor muyuz peki bu kadar önemli bir şeyi başarmış adamlar ve kimse onları
kutlamıyor. Demek ki kafaları çok çalışıyormuş. Alttan girip üstten çıkmışlar
halletmişler dünyayı. Birileri bağırıyor
sanki seçim meydanlarında Türk usulü “Üçüncü dünya savaşını çıkarmaya var mıyız?
Var mıyııııız? Var mıyıııııııız?” Herkes
sus pus meydanda. Kimse de yokuz diyemiyor. İllaki varııııııız! Denilecek
uğraşıyor durmadan döne döne sahnede. O kadar da rahat ve emin ki kendinden.
Komplekse kapılıyor meydandakiler. “Biz
bilmeyiz, böyüklerimiz daha eyisini biliiiiir!”
Dönme dolap dönmeye devam ediyor
dünya da öyle. Birileri inip birileri de biniyor tekrar. Paracıklar ödendi
fişler alındı, sıra fişi vermeye geldi kumanda edenin adamına. “Haydi başlıyor,
fişini vermeyen kalmasın” ve basıldı kırmızı düğmeye. Üçüncü tur. Binenler
yükseliyor yukarıya doğru, bazıları da aşağıya doğru iniyor. Zıtlıklar kendi
içinde. Alt ve üst, sağ ve sol...
Askerdeyken bir yüzbaşım gece
nöbetçiyken sohbetimizde “Tarih tekerrürden ibarettir” demişti de katılmamıştım
ona. “Zaman nasıl tekerrür eder?” diye düşünmüştüm o zaman. Ama şimdi tekerrür
ettiğini ben de öğrenmiş bulunuyorum.
Tarihin tekerrürünü engelleyecek tek
bir çözüm vardır bence. Biraz platonik ama gene de şans var sayılır.
Devletlerin yöneticileri ve ekipleri DÜŞÜNEBİLEN olacak, düşünmüş olmak için
düşünen değil. Ülkelerinde düşünebilen insan yetiştirmeyi ilke edinecekler ve
yetiştirmek için gerekirse bütçenin tamamını birkaç yıl eğitime ayıracaklar.
Kurtuluş savaşı dünya tarihinde tek örnektir belki de bu konuda. Yani fedakârlıkta
sınırın olmadığı bir durum. Zaten yok yoksul vatandaş, kendi sofrasından kısıp
askere veriyor tayınını, çorap örüyor tek keçisinin kılından çocuğu için,
çocuğuna değil de götürüp Ata istedi ihtiyacı varmış diye ona veriyor. On iki
on üç milyon nüfus aç açık, yokluk sefillikler içinde fedakârlığını yapıyor.
Osmanlının enkazının altından
kurtulanlar toplanıyor Hint’ten Yemen’den Anadolu’ya. Vatan belliyorlar bu
toprak parçasını. Osmanlı’da resmi yazışma dili başka, sokakta konuşulan başka.
Okuryazar neredeyse yok. Durumu iyi olanlar okuyor, durumu zayıf olan yoksullar
okuyamadığı için yazışma dilini öğrenemiyorlar. Arzuhalci diye bir meslek
bizden başka bir memlekette var mı acaba? Devletine derdini anlatabilmek için
aracıya ihtiyaç duyar vatandaşı. “Arzuhalci, yaz arzuhalimi yâre böyle” diye
başlar. Komik değil mi sizce de Üniversite mezunları bile Arzuhalcilere dilekçe
yazdırırken gördüm ben, seksen doksanlı yıllarda. Adliye gibi kurumların önünde
bir masa ve bir daktilo. İlkokul mezunu bile değil bazıları. Yazarlar dilekçeleri.
Sonra da dava kaybedilir o dilekçeyle.
Yazıyı
yazarken merak ettim doğrusu. Araştırırım sonra.
Atatürk, bakmış vatandaş aciz kalıyor bir avuç okumuşun ve Devlet'in karşısında. Zaten konuştukları dil Türkçe. Dili değiştirivermiş hemen Türkçe’ ye. Mevcut okuryazarların uyum sorunu vatandaşa göre daha az. Var gücüyle çalışmışlar can siperane. Yalnız kalmış dev gibi adam memlekette. Ne anlayan olmuş doğru dürüst onu ne de ondan önde koşan. Yakınındakilerin de hakkını yemeyelim. Hep gayretleriyle adımlar atılmış kavga dövüş. Dünya devlerini dize getirmiş adam, içerideki bir avuç çapulcu yalakadan mı korkacak o saatten sonra? Ha gayret demiş hız vermiş kara tren gibi simsiyah dumanlar çıkararak yürüyen yoksul Türkiye’ye. En yakınındakiler bile anlayamamış mavi gözlü Dev’i. Tekke ve zaviyeleri de kapatmış, nedenini anlatarak. Bildiklerini paylaşmış insanlarıyla. Osmanlıda çok fırıldaklar dönmüş çünkü tarikatlar, tekkeler yüzünden. Osmanlı bir şekilde dengede tutmayı başarmış geleneksel devlet tecrübesiyle gene de çoğu zaman kelleler vermiş bedel olarak ayaklanma ve isyanlarda.
Halife olmasına rağmen Osmanlı kralları bir dönemden
sonra, hiç bir zaman şeriat yasalarıyla yönetmemiş devleti. Şeriat yasalarını,
devlet geleneğine göre töre ve adetlere göre uyarlayarak zamanın gereklerine
göre yönetmişler Osmanlı İmparatorluğunu. O yüzden ayakta kalabilmiş zaten altı
yüz yıl. Her ne kadar Şeriatı temsil etse de Halife, geçmişinden gelen
tecrübelerini göz ardı etmeden onları zamanın şartlarına uydurarak yoluna devam
etmiş. Atatürk bunları çok iyi bildiği için kapatıyor Osmanlı’nın
çıban başlarını, tedavisine başlıyor ardından.
Evet, tarih tekerrür ediyor. Eğer, bir asrını devirmek
üzere olan bir Türkiye’de, hala yüzde altı ya da on okuryazar olmayan insan
yaşıyorsa ve bundan hiç bir yöneticinin yüzü kızarmıyorsa bu memlekette; benim
yüzüm kızarıyor onlar için ve de bizi yönetenler için.
Bu memleketin doğusunda bir
pratisyen hekim 1985’li yıllarda altı ay kışın yollarını kapattığı memlekette
derdini anlatamadığı için sağlık ocağının kapısına “İlaç yok” yazısını Kürtçe
yazıp astırdığı için yargılandı. Biliyor
musunuz? Benim anam da okuma yazma bilmiyor, hala da bilmiyor canım anam.
İlkokuldayken biraz çalışmıştık birlikte ama işten güçten fırsatı olamadı. Çok
hevesli başlamıştık gayret de gösteriyordu ama gene de olamadı işte.
Artık uzaya açılındığı
bir çağda ben anlamakta çok zorluk çekiyorum okuryazar olamama durumunu bu
memleketin insanlarının. Kibar olmak için dedim anlamakta zorluk çekiyorum
diye. Dosdoğru diyeyim “AN-LA-YA-MI-YO-RUUUUUUM!” anlamak da istemiyorum. Şu
günlük güneşlik güzelim memlekette zifiri karanlıklar içinde yaşayan yüzde altıdan
fazla insanımız var, nerede yaşarsa yaşasın. O insanlar paranın üstünü altını
bilmezler, telefon tuşlarını bilmezler; birilerinin yardımıyla kullanırlar
teknolojik imkânları. Yontma taş devrinden farkı yok yaşamlarının. Anama e-mail
gönderdim, açıp içindekini okuyabilecek durumu yok ki imkânın nimetlerinden
faydalansın. Ha kibrit kutusu ha telefon onların çoğu için.
Hani denir ya “Ayranı yok içmeye, tahterevalli
ile gider sıçmaya.” kendimize dönüp bir bakmamız gerekiyor bence. Bu herkes
içinde geçerli. Bütün dünya için de.
Halk ozanının birisinin şiiri
takılmıştı gözüme bir ara, içerik itibariyle tekerrürleri anlatıyordu.
Özellikle Türklerin tarihindeki yıkılıp tekrar kurulan, tekrar yıkılıp yerine
tekrar yenisi kurulan devletleri dikkate alarak söylemişti bütün
söylediklerini. Çok vardır bizim kültürümüzde bu tür şiirsel anlatılar. Halk
ozanlarıdır bunlar. Halkın içinde diyardan diyara dolaşarak anlatmışlar
düşündüklerini. Hiç de kötüye yönlendireni yok onların. Bu kadar geniş bir
kültür tarihimizin içinde hala da yön bulmakta zorlanıyoruz, iki geri bir ileri
kör topal devam ediyoruz. Şöyle bir kömürlü trenden elektrikli hızlı trene
geçemedik hala da. Arada bir bu kara tren de patinaja tutuluyor, raylar çok çok
eski. Elden geçmemiş. Gelen geçmiş, giden geçmiş üstünden. Yaya kalmak da var
işin ucunda.
“Üçüncü DÜNYA savaşını ÇIKARACAK-MI-YIIIIIZ?
En sonunda kızar sahnedeki basar gamatayı “Var mısınız, yok musunuz ulaaan?”
dedikten sonra sağ elini açarak sağ kulağının arkasına dayar daha iyi
duyabilsin diye.
Ses verir aşağıdakiler “YOKUZ
ULAAAAAAN!”
Tarihten ders alamayanların ayakta
kalmaları zordur, kökü kuruyan ağaç örneği gibi; dalları kuruduktan sonra
gövdesi de çürür bir gün. Halil GÖNÜL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.