Pencere |
BÖLÜM-3-
"İki kaşığı yan yana olmayacak kocanın, iki kaşığından birini mutlaka kıracaksın!"
KAŞIK
Veysel
yolda giderken dalgın dalgın yürümeye devam etti Yusuf’un
yanı başında, belki de nereye gittiğini bile unutmuş gibiydi.
Arada bir kaldırımdaki çukurluklara düşüp sendeliyor; hemen
kendisini toplayıp tekrar yoluna devam ediyordu. İlk çıkışlarından
itibaren aynıydı Veysel, durumunu fark eden Yusuf arada laf atarak
dalgınlığının önüne geçmeye çalışsa da bir işe
yaramıyordu.
“Bırak
şu takıntıyı artık Arkadaş, yer yarıldı da içine mi düştün
sanki? Zamana bırak biraz dedik değil mi? İş olacağına varır
her zaman kaygılanma daha fazla! Oğlum Türkiye burası, nerede
yaşadığını unuttun mu yoksa? Aşk meşk hikaye bizlere, elimiz
hamur karnımız aç; otur oturduğun yerde fazla depreşme de zamana
bırak her şeyi. Haydi toparlan da neşelen bakalım yaklaştık.
Ayıp olmasın eşe dosta karşı. Dostumuz var düşmanımız var
öyle değil mi?” Elini omuzuna attı Veysel’in. Biraz kendini
toparlayan Veysel, arkadaşının dediklerini tekrar düşünmeye
başladı; dosta düşmana karşı adımlarını daha canlı atmaya
başladı. Mahallelerinin altındaki Fakir meyhanesi’ne doğru
ilerlediler yan yana. Tıpkı eskilerde olduğu gibi.
Canları sıkıldığında hep
burada alırlardı soluğu iş çıkışlarında. Çok
dertleşmişlerdi iki arkadaş, adını da “Fakir Meyhanesi”
koymuşlardı. Başka bir adı vardı ama onlar her zaman öyle
diyorlardı. Çünkü halden anlayan bir işletmecisi vardı. Az
kazanıp sürümden kazanmayı tercih eden biriydi. Hiç kimseyi
kırdığını görmemişlerdi bu güne kadar. Bazen öğüt vermeye
kalkanlar olurdu da onlara cevabı “Bazısının parası, bazısının
da duasını alacaksın arkadaş” derdi gülümseyerek. Sinirleri
ayıklanmış et gibiydi adam. Adamın adına da “Fakir Meyhaneci”
koymuşlardı da adam o zaman bile gülüvermişti. o gün bu gündür
“Fakir meyhanenin işletmecisi fakir meyhanecidir” iki arkadaş
için.
Karşı kaldırımdan baktıklarında
gördüler fakir meyhaneciyi, sigara tellemiş keyifle tüttürüyordu
etrafını kolaçan ederek. “Koah olacaksın koah, biraz az iş şu
mereti. Sen olmazsan kim çeker kahrımızı bizim?” diye bağırdı
Yusuf, Veysel'in sağ omuzuna vurarak. Sinyali alan Veysel de canlandı
o anda ve gülümsedi karşıya bakarak. Koşturarak geçtiler
caddeyi karşıdan karşıya birlikte. Araç trafiği azdı nasılsa.
“Hoş
gelmişsiniz delikanlılar, yüzünüzü gören cennetlik diyesim
geliyor. Sağ salimsiniz ya şükür! Geçin bakalım içeriye, yoksa
bahçede mi oturmak istersiniz?” ikisini ortasına girip ellerini
de omuzlarına atarak yürüdüler üçü birlikte içeriye kadar.
Selam verdiler “Muhabbetiniz bol olsun millet” diyerek
etraflarına bakındı ikisi de. Sakin, kuytu bir köşe aradığı
belliydi Yusuf’un. Konuştukları ulu orta şeyler olmayacaktı
çünkü. Kimse de duysun istemiyordu. Gözüne arka bahçenin
sonundaki köşede, tam ceviz ağacının dibindeki masa boştu.
Bahçede oturan da fazla değildi. “Tam istediğim gibi şurası”
dedi eliyle işaret ederek ve yürümeye başladı önden, arkasından
bir adım geriden de Veysel takip etti.
“Evet
azizim, burası ağlama duvarı değil ona göre. Adam gibi yiyip
içeceğiz her zamanki gibi. Delikanlıca da kalkıp gideceğiz
evlerimize, kimseyi rahatsız etmeden. Anlaştık mı dostum
Veysel’im?” dedi Yusuf Veysel'in göz merceklerini oyarcasına
bakarak. Bu gözlerde hem sitem, hem dostluk, sevgi hem de merhamet
ve acımayla birlikte çaresizlik vardı.
Veysel de baktı aynı şekilde hiç gözlerini kaçırmadan Yusuf’a. “Ayıp ediyorsun be tertip, ne zaman asaletimizden ödün verdik bu güne kadar? Haydi bakalım görelim ağalığını. Ne demişler? “Ağanın eli tutulmaz” demişler, öyle değil mi can Yusuf’um? Bu gün senden yarın benden, arada bir keyfine göre demlen.” Ellerini birbirine sürtüp sonrada ağzına götürüp üfledi Veysel. Yarası biraz acımıştı ama olurdu o kadar önemsemedi. Gülümsemeye başlamıştı yenice. Gamzeleri çıkıverdi birden bire.
Veysel de baktı aynı şekilde hiç gözlerini kaçırmadan Yusuf’a. “Ayıp ediyorsun be tertip, ne zaman asaletimizden ödün verdik bu güne kadar? Haydi bakalım görelim ağalığını. Ne demişler? “Ağanın eli tutulmaz” demişler, öyle değil mi can Yusuf’um? Bu gün senden yarın benden, arada bir keyfine göre demlen.” Ellerini birbirine sürtüp sonrada ağzına götürüp üfledi Veysel. Yarası biraz acımıştı ama olurdu o kadar önemsemedi. Gülümsemeye başlamıştı yenice. Gamzeleri çıkıverdi birden bire.
“Bakıyorum
neşen yerine gelmeye başladı, lügat bile parçalıyorsun. Al sana
bu da benden “Yağdı yağmur çaktı şimşek, şair mi oldun
arkadaşım eşşek, nasıl ama? diyerek gülmeye başladı Veysel'e bakarak. Onu gören Veysel de salıverdi kendini, başladı kahkaha
atmaya.
“Oğlum
daha kokusunu duymadan meretin, başladınız kahkahaya. Geliyor,
geliyor sabredin biraz!” diye seslendi tezgahından Fakir
Meyhaneci. Ellerinde servis tabakları ve levazımatı birlikte
bahçeye doğru yürümeye başladı. Tam da bahçeye adım atmıştı
ki Veysel gülerek karşıdan “Rakının kokusu değil senin
içtiğin leş diriltenin kokusu Leyla etti beni asıl” dedi.
Ellerindekileri
yavaş yavaş yerleştiren Fakir Meyhaneci: “O zaman verin şu bey
sigarasından da ciğerlerim bayram etsin sayenizde. Belki dua
ediverirler size” dedi sağ elinin işaret ve orta parmağını
sigara tutar gibi yapıp göstererek. “Lafı mı olur senin için,
al hepsi senin olsun” deyip attı masanın ucuna doğru. Bir sigara
alıp yaktı Fakir Meyhaneci. “Size afiyet şeker olsun, yarasın
delikanlılar. Gerisini yavaş yavaş gönderirim, işaret edin
yeter” dedi geriye dönüp yürüdü.
Zayıflığı, beyazlaşmış
saçları ve uzun boyuyla, canlı iskelet gibiydi Fakir Meyhaneci.
Gülen yüzü ve her daim ağzında bir şeyler çiğneyen haliyle
ortalıkta dolaşırken takılmadan edemezdi, yıllanmış şarap
gibi müşterilerine. Etrafındaki mahalle sakinlerinin bir tane dahi
şikayeti olmamıştı yıllardır. Bazen mahalleden veya komşu
mahallelerden bile kadınlar gün yapmaya gelirlerdi.
Mahallenin ileri gelenleri
sünnet törenlerini orada yaparlar, bazen de toplu törenler olurdu.
Düğün bile yapıldığı olmuştur. Bahçesi oldukça geniş ve
ağaçlık olduğundan özellikle yazın sıcak aylarında tercih
edilir. Bu durumları kendisi de pek istemez ama kıramaz da kimseyi.
Daimi müşterileri öyle günlerde ayarlanan başka dost
meyhanelerde, akşamları demlenirler.
"Akşam" |
“Arkadaş
gelelim asıl meseleye. Söyle bakalım şimdi, nedir derdin senin?
kardeşten öte bileceksin beni ben de seni öyle bilirim zaten.
Paylaşmayınca altından kalkılmaz dert yükünün. ”Kaldırdı
Bardağını Yusuf “Yarasın!” dedi gülümseyerek. Veysel
karşısındaki bardağın dibine tıklattı bardağının dibini
“Yarasın Yaren’im” dedi durgunca. Bütün keyfi kaçıvermişti
birden. Ağız dolusu yudum alıp yutuverdi. Gırtlağından itibaren
geçtiği her yeri yakarak indi ve gezinmeye başladı yangı
midesinde. “Oooof of” dedi birden bardağını masaya bırakarak.
“Nasıl
anlatılır ki arkadaş, dert desem dert değil. Dert olsa yana
yakıla çare ararsın, arasam bile nerede var bunun çaresi? Hiçbir
yerde yok. Kalpte, gönülde bunun çaresi. ‘Göz görmezse gönül
katlanır’ derler, benim her gün gözümün önünde. Daha kaç
günlüğüz ki de bana öyle söyler. Ne ettim ki ben ona da o benim
iki kaşığımdan birini kıracak. Hem ne geçecek eline?
Düşünebilse söyler mi bu lafları bana, kocasına? ‘Sensiz
ölürüm’ dediği adama. Arkadaş ben anlamadım bu işi. El desem
el değil. Sonuçta benim can yoldaşım ve ağzından dökülen bir
çift söz bana dert olan.
Yusuf, Veysel'in anlatmaya çalıştığı
şeyi anlamaya çalışıyordu gözlerinin içine bakarak. “Arkadaş,
bak kendin de diyorsun ‘El değil’ diye. Karın senin o kişi.
Olacak ufak tefek boş bulunmaları elbet. Bunu da öyle say.
Konuşursun ileriki günlerde, uygun bir zamanı kollarsın; kendince
alırsın ağzından baklayı. Hem sen iyi bilirsin bakla döktürmeyi
insana” dedi gülümsemeye çalışarak. Bardağını kaldırıp
dolu dolu yudum alıp yuttu. Başını havaya kaldırıp hışırdayan
ceviz yapraklarını seyretti bir an. Gözlerini Veysel’den
kaçırmanın bahanesiydi bu aslında. Aklından geçenlerin
söyleneceği bir durum değildi. Arkadaşının ailevi meselesiydi
durum. Amacı onu rahatlatmak, konuşturmak olsa da özel
meselelerine burnunu sokmak istemiyordu.
“Ne
demek peki sence bu dediğin cümle, ne anlama geliyor? İşin aslı,
ben bir şey anlamadım. Akıllı kızdı Fatma kardeş, bilirim. Bir
bildiği ya da altında bir çapanoğlu vardır mutlaka.”
“Arkadaş,
zaman çok değişmiş. İnsanlar da çok çabuk değişiyormuş.
Bunu anladım ben. Bizler hala Nuh deyip peygamber demeyenlerdeniz.
Kazık gibi dimdik durmaya uğraşıyoruz. İnsanlar dansözleri de
koyup geçmişler, durmadan kıvırıp çalkalıyorlar kıçlarını,
başlarını. Ne kıçları kıç gibi yerinde ne de başları baş
gibi yerinde. Ne derler ona ‘Baş ol da ne başı olursan ol, ister
soğan başı istersen Onun başı.’ Ama bize göre değil,
alışmadık kıçta don misali. Kazık gibi geldik kazık gibi
gideceğiz böyle giderse. Kıçımın teri kurumuyor anamın
karnından fırlayalı beri, gene de yaranamıyorum kimseye be.
Adalet bunun neresinde? Bu dünyanın adaleti bozuk. İnsanların
adaleti mi düzgün olacak sanki? Benimki de aymazlık işte. Senin
de canını sıktım. Takmayacağım olanı biteni. Başka çare yok
bana. Boş ver de vur bakalım dibine aslan sütünün. Ancak bu
temizler bizi.”
Kahrını
sevince dönüştürmeye çabalıyordu Veysel, çırpınırcasına
yaralı kuş gibi. Yusuf anladı durumunu arkadaşının, açmak
istemiyordu artık konuyu.
“Çifte
kargalar, nasıl keyfiniz yerinde mi? sesiniz kesildi de” dedi
masanın dibinde dikilen Fakir Meyhaneci. İkisi de fark etmemişlerdi
onu. Başlarını kaldırdılar birden yukarıya, gülümsüyordu
ellerinde ızgara ve kavurma tutan adam. “Akşamın erkeninden
geldiğinize göre, kimse karnınızı doyurmamıştır sizin. ‘Ben
sizin ananızım, ben sizin babanızım’ alın bakalım doyurun bir
güzel karıncıklarınızı. Yetmezse el salla yarim” dedi gülerek
Yusuf’a. Neşeleri yerine gelsin istiyordu O da. Müşterilerinin
gülmesi hoşuna giderdi hep. “Derdi çekmesini bileceksin” derdi
dertlenenlere. Öyleleri hemen belli ederdi kendini. Daha iki yudum
aldı mı, ah vahlar başlardı, yakasını zor kurtarırdı adam.
“Derdim var derdini eder” der sırtını sıvazlar müşterinin,
ayrılırdı yanından kırmadan.
Birer
bardakları bitmişti, yeni ısınmaya başlamışlardı daha. “Tadı
yerinde durup duruymuş gavurun” dedi Veysel ağız dolusu bir
yudum alıp yuttuktan sonra. Açılmaya başladı gitgide. Yusuf’un
da istediği buydu. Zamanları erkendi daha, sıkıştırmak
istemiyordu arkadaşını. Nasıl olsa kendisi bekardı. Arayanı
soranı yoktu, hava hoştu onun için. Ama arkadaşı öyle değildi,
kaybetmişti onu ebediyen. Evi, ocağı, tüneği ve karısı vardı
artık.
“Darısı
başıma, Vallahi ben razıyım be tertip böyle tatlı belaya
bulaşmaya. İş değil artık bu saatten sonra bekarlık. Everin
beni de, birlikte ağlar, dertleşiriz olmaz mı? Böyle anlamıyorum
ben seni. Yabancım gibisin sanki, deselerdi de inanmazdım şu
halini görmesem.
Söyle o Fatma
Bacı’ya bulsun bana da bir tane. Ben çamaşır da yıkarım
bulaşık da, eğer isterse yerleri bile ovarım. Hatta hatta yerine
bile doğururum oldu olacak. Zaten o zamanlar da yaklaşıyor artık.
Nasılsa her halükarda dokuz doğuruyoruz, onlar bir yada iki
doğururken.” Yusuf’u dinleyen Veysel gülmeye başladı birden.
“Oğlum başını yakarsın benim gibi, otur raprahat yerinde,
kaşınma; kaşırlar sonra da gelip gelip ağlarsın önümde,
arkamda. Elimden de bir şey gelmez, birlikte sarılır sarılır
ağlaşırız sonra” dedi gülerek. Veysel’in gülmesi bittikten
sonra “Söz mü lan dediğin, ciddi misin sen bu dediğinde? Eğer
ciddiysen, hemen sabah söylerim benimkine; tıpkısının aynısından
bulur sana da.” Kahkahaları yükselmeye başlamıştı artık.
Bahçeyi aşıp içeriye kadar gitmişti ses belli ki, el salladı
Fakir Meyhaneci gülerek.
“Oğlum şu meyve tabağını al götür,
nereden kahkaha geliyorsa oraya bırak. Benden de selam söyle
Ağa’danmış bu dersin, tamam mı?” dedi. Tabağı eline
tutuşturdu sıska, obur garsonun. Ustası yedikçe zayıflıyor, bu
oğlana da aldığı nefes bile yarıyor neredeyse. Biraz daha
çalışmaya devam ederse burada, yolda yürürken yuvarlanıyor
sanacak görenler. Daha şimdiden boyuna göre kilosu göze batacak
kadar fazla.
Yusuf’la Veysel’in oturduğu
masadan 20 metre kadar uzaklıkta yabancı oldukları belli olan üç
genç oturuyordu, sürekli bir şeyler fısıldaşıp gülüşüyorlardı.
Garson oraya doğru yöneldi bahçeye çıkınca. Tam da masaya
yaklaşmıştı ki bir iki metre kadar, ortalığı çınlatan
kahkahalar gelmeye başladı arkasından. Veysel ve Yusuf ısınmışlar,
kaynamaya yakındılar artık. Sıska garson bir an dikilip kaldı
olduğu yere çivilenmiş gibi. Ustasının dediğini aklından
geçirdi. Arkadan aynı tonda gelmeye başladı tekrar kahkaha.
Olduğu yerde dönüp hızla yöneldi onlara doğru. Tam yanına
varmıştı ki masanın, ses seda kesiliverdi. Tereddütte kaldı
tekrar, beş metre kadar vardı daha masaya. Veysel görmüştü
garsonu ilk kapıdan bahçeye çıkarken ve tahmin etmişlerdi
durumu. Çünkü defalarca aynı numara yapılırdı yeni garsonlara.
Bu garsonu ilk kez görmüşlerdi burada. Gerçi kendileri de epeyce
olmuştu gelmeyeli ama.
Garson
durumunu çaktırmak istemiyordu, elinden gelen gayreti gösteriyordu.
En çok gülen, neşeli masanındı elindeki meyve tabağı.
Anlamıyordu bir türlü, herkes neden sesini kesti? diye düşünürken,
Veysel’le içerideki Fakir Meyhaneci işaretleştiler. Bunun üzerine
Veysel gülmeye başladı tekrar ve garson hareketlendi. Bu sefer
yükünü boşaltmak istiyordu sıska garson. Adımlarını olanı
kadar açarak yürüdü ve masanın önüne gelip saygılı duruşunu
göstererek “Bu meyve sizin, Ağa’dan. Ağa'nın da selamı var
size” dedi utana sıkıla. Alnında boncuk boncuk ter damlaları
görünüyordu, lambaların ışığı da su damlası gibi
parlatıyordu. “Sağ ol, ayaklarına sağlık tosun’um” dedi her
ikisi de aynı anda gülerek ve yüzüne bakarak.
Zaman
oldukça ilerlemişti. İlk anlarda geçmeyecekmiş görünen zaman,
koşturmayı kendine iş edinmiş sanki Türkiye'nin öbür ucuna
gidecekmiş gibi dört nala koşturmuştu. Zamanın nasıl geçtiğini
onlar da anlamamıştı.
Birbirlerine bakarak “Bu nasıl iş yahu, biz ışınlandık mı yoksa, Türkiye’den Dünya'nın başka bir yerine? Burası her neresiyse iyiymiş, zaman çok hızlı geçiyor. Ne varsa göreceğimiz daha çabuk göreceğiz bundan sonra. İş, güç nanay, nerede akşam orada sabah. Kaynana da, Hanım da - aşkım, hayatım demeliyim, öyle değil mi Yusuf kardeş?- ne hali varsa görsün” dedi Veysel pür neşe içinde.
Birbirlerine bakarak “Bu nasıl iş yahu, biz ışınlandık mı yoksa, Türkiye’den Dünya'nın başka bir yerine? Burası her neresiyse iyiymiş, zaman çok hızlı geçiyor. Ne varsa göreceğimiz daha çabuk göreceğiz bundan sonra. İş, güç nanay, nerede akşam orada sabah. Kaynana da, Hanım da - aşkım, hayatım demeliyim, öyle değil mi Yusuf kardeş?- ne hali varsa görsün” dedi Veysel pür neşe içinde.
“İyi
ki getirdin Yusuf’um buraya, şu an hamur gibiyim. Varınca hanım
yufka yapsın isterse beni. Versin oklavayı inceltsin inceltebildiği
kadar. Nasılsa gereğinden fazla inceltirse kopar. Toplar bir daha
inceltir derken saca atacak hale gelirim ve pişirir beni. Sonra da
getirir sofraya yeriz birlikte, boğazına batmazsam tabii ki.”
“Oğlum
al benden de o kadar. Seni bahane edip geldik ya, iyi ki de gelmişiz.
Arada bir yapalım böyle olur mu?” dedi ellerini kaldırıp
birbirine vurarak. Gülüyordu bir taraftan da. “Daha çoook
geliriz biz buraya beraber. Sen sabret bir zaman daha, şu boyunun
ölçüsünü alalım senin, o zaman görüşeceğiz asıl seninle”
diyerek yerinden kalkmaya hazırlanmaya başladı Veysel. Birlikte
kalkıp yürüdüler kapıya doğru. Kapıya yaklaştıklarında,
Yusuf daha hızlı adımlarla önüne geçti Veysel’in ve kasaya
yöneldi. Hazırda bekleyen hesaplarını ödeyip, Fakir Meyhaneci ve
sıska garsonla da şakalaşıp ayrıldılar birlikte.
Gece ne sıcak ne de soğuktu
onlar için, sakin adımlarla ilerlediler sokaklarında. Tek tük
ışıklar vardı binalarda. Herkes iş, güç derdindeydi bu
mahallede, sabah erkenden kalkıp işe gideceklerdi. Erkenden
uyunuyordu, aksi halde bitkin düşülüyordu akşama kadar ayakta
tezgahların başında. Yolun sonuna geldiler nihayet “İyi geceler
Veysel, sakın yaramazlık yapayım deme kimse duymaz seni bu saatte;
mahalle derin uykuda çünkü” dedi el sallayarak kendi evlerine
yürüdü. iki bina ilerideydi onların evi de. Gürültü yapmamaya özen
göstererek açtı bahçe kapısını Veysel. Daha kapıdan içeri
iki adım atmıştı ki, karanlıkta bir ses duydu. İrkildi birden.
Eskiden dış lamba yanık olurdu, dışarıda biri varsa. Bu gün
sönüktü ve bir çıtırtı vardı bahçede. Önemsemedi kedidir
diye, kapıya doğru ilerledi. Tam basamağa adım atacaktı, bir
gölge dikiliverdi birden karşısına. Zor seçiliyordu ama
anlamıştı durumu. Hanımıydı basamakta oturan ve kendisi
yaklaştığında ayağa kalkan. Başkaları görmesin gecenin geç
saatlerinde, koca yolu beklediğini düşünmesinler diye lambayı
yakmamıştı anlaşılan.
Tahmini
doğruydu, basamağa adım atınca, biricik aşkı Fatma'sı koluna
girip oturttu onu da yanına. Sağ koluna sarılıp başını da
omuzuna yaslamış sakin sakin nefes alıp veriyordu hiç bir şey
söylemeden. Bir süre oturdular öylece kıpırdamadan. Veysel’in
yüreğine su serpilmişti biraz da olsa. Boşuna kederlenmişti
kendi kendine. Biricik aşkı Fatma'sı hakkında kötü
düşünmüştü. Kendini suçlamaya başladı. Ay’ın ışığı
fazla aydınlatmıyordu o saatlerde, yüksek bina engel oluyordu
önünde. Fatma'nın nefes alıp verişi yavaşlamaya başlamıştı
başı omuzunda.
Yavaşça kalktı yerinden ve Fatma'nın da koluna girdi, kapının mandalını yavaşça açarak içeriye girdiler. Işığı yakmadan doğru kendi odalarına geçtiler. Anası çoktan uyumuş, uykunun ikinci bölümündeydi belki de. Ya da onları izliyordur belki de bir şekilde. Her zaman istediği şeyi yapmanın bir yolunu bulurdu anası.
Yavaşça kalktı yerinden ve Fatma'nın da koluna girdi, kapının mandalını yavaşça açarak içeriye girdiler. Işığı yakmadan doğru kendi odalarına geçtiler. Anası çoktan uyumuş, uykunun ikinci bölümündeydi belki de. Ya da onları izliyordur belki de bir şekilde. Her zaman istediği şeyi yapmanın bir yolunu bulurdu anası.
Veysel’in
soyunmasına yardım etmeye çalıştı Fatma. Durumu fark eden Veysel
bozuntuya vermedi, istediğini yapmasını sağladı. İçeride de
ışığı açmamışlardı, birbirinin yüzlerini göremiyorlardı.
Her şey el yordamıyla yapılıyordu. Veysel’in soyunması
bitince, pijamalarını verdi eline Fatma. Önceden ayarlamıştı
her şeyin yerini. Pijamalarını giyerken Fatma Uzandı yatağa ve
Veysel’in elinden tutarak çekti yanı başına. Yorganı çektiler
üzerlerine, Fatma kolunu doladı Veysel’in göğsüne ve
sımsıkı sarılıp ona doğru sokuldu. Veysel sıcaklığını
hissediyordu vücudunun ve nefesinin biricik Fatma’sının. Bir
süre öyle kaldı kıpırdanmadan. Sonra da nefes iyice yavaşlamaya
başladı. Yaralı elini yorganın dışına alarak üzerine koydu ve
bu gün akan zamanının her anını gözlerinin önünden geçirmeye
başladı. Yüreği serinlemişti biraz, derin bir uyku çekip
yarının farklı bir gün olmasını istiyordu..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.