SAYFALAR

Salı, Ocak 03, 2017

KAŞIK-3


zaman, akan, Türkiye, iş, Dünya, ay, akan-zaman, aşk,

Pencere

     BÖLÜM-3-

"İki kaşığı yan yana olmayacak kocanın, iki kaşığından birini mutlaka kıracaksın!"

    KAŞIK

           Veysel yolda giderken dalgın dalgın yürümeye devam etti Yusuf’un yanı başında, belki de nereye gittiğini bile unutmuş gibiydi. Arada bir kaldırımdaki çukurluklara düşüp sendeliyor; hemen kendisini toplayıp tekrar yoluna devam ediyordu. İlk çıkışlarından itibaren aynıydı Veysel, durumunu fark eden Yusuf arada laf atarak dalgınlığının önüne geçmeye çalışsa da bir işe yaramıyordu. 

          “Bırak şu takıntıyı artık Arkadaş, yer yarıldı da içine mi düştün sanki? Zamana bırak biraz dedik değil mi? İş olacağına varır her zaman kaygılanma daha fazla! Oğlum Türkiye burası, nerede yaşadığını unuttun mu yoksa? Aşk meşk hikaye bizlere, elimiz hamur karnımız aç; otur oturduğun yerde fazla depreşme de zamana bırak her şeyi. Haydi toparlan da neşelen bakalım yaklaştık. Ayıp olmasın eşe dosta karşı. Dostumuz var düşmanımız var öyle değil mi?” Elini omuzuna attı Veysel’in. Biraz kendini toparlayan Veysel, arkadaşının dediklerini tekrar düşünmeye başladı; dosta düşmana karşı adımlarını daha canlı atmaya başladı. Mahallelerinin altındaki Fakir meyhanesi’ne doğru ilerlediler yan yana. Tıpkı eskilerde olduğu gibi.
      Canları sıkıldığında hep burada alırlardı soluğu çıkışlarında. Çok dertleşmişlerdi iki arkadaş, adını da “Fakir Meyhanesi” koymuşlardı. Başka bir adı vardı ama onlar her zaman öyle diyorlardı. Çünkü halden anlayan bir işletmecisi vardı. Az kazanıp sürümden kazanmayı tercih eden biriydi. Hiç kimseyi kırdığını görmemişlerdi bu güne kadar. Bazen öğüt vermeye kalkanlar olurdu da onlara cevabı “Bazısının parası, bazısının da duasını alacaksın arkadaş” derdi gülümseyerek. Sinirleri ayıklanmış et gibiydi adam. Adamın adına da “Fakir Meyhaneci” koymuşlardı da adam o zaman bile gülüvermişti. o gün bu gündür “Fakir meyhanenin işletmecisi fakir meyhanecidir” iki arkadaş için.
      Karşı kaldırımdan baktıklarında gördüler fakir meyhaneciyi, sigara tellemiş keyifle tüttürüyordu etrafını kolaçan ederek. “Koah olacaksın koah, biraz az iş şu mereti. Sen olmazsan kim çeker kahrımızı bizim?” diye bağırdı Yusuf, Veysel'in sağ omuzuna vurarak. Sinyali alan Veysel de canlandı o anda ve gülümsedi karşıya bakarak. Koşturarak geçtiler caddeyi karşıdan karşıya birlikte. Araç trafiği azdı nasılsa.
          “Hoş gelmişsiniz delikanlılar, yüzünüzü gören cennetlik diyesim geliyor. Sağ salimsiniz ya şükür! Geçin bakalım içeriye, yoksa bahçede mi oturmak istersiniz?” ikisini ortasına girip ellerini de omuzlarına atarak yürüdüler üçü birlikte içeriye kadar. Selam verdiler “Muhabbetiniz bol olsun millet” diyerek etraflarına bakındı ikisi de. Sakin, kuytu bir köşe aradığı belliydi Yusuf’un. Konuştukları ulu orta şeyler olmayacaktı çünkü. Kimse de duysun istemiyordu. Gözüne arka bahçenin sonundaki köşede, tam ceviz ağacının dibindeki masa boştu. Bahçede oturan da fazla değildi. “Tam istediğim gibi şurası” dedi eliyle işaret ederek ve yürümeye başladı önden, arkasından bir adım geriden de Veysel takip etti.
           “Evet azizim, burası ağlama duvarı değil ona göre. Adam gibi yiyip içeceğiz her zamanki gibi. Delikanlıca da kalkıp gideceğiz evlerimize, kimseyi rahatsız etmeden. Anlaştık mı dostum Veysel’im?” dedi Yusuf Veysel'in göz merceklerini oyarcasına bakarak. Bu gözlerde hem sitem, hem dostluk, sevgi hem de merhamet ve acımayla birlikte çaresizlik vardı.
          Veysel de baktı aynı şekilde hiç gözlerini kaçırmadan Yusuf’a. “Ayıp ediyorsun be tertip, ne zaman asaletimizden ödün verdik bu güne kadar? Haydi bakalım görelim ağalığını. Ne demişler? “Ağanın eli tutulmaz” demişler, öyle değil mi can Yusuf’um? Bu gün senden yarın benden, arada bir keyfine göre demlen.” Ellerini birbirine sürtüp sonrada ağzına götürüp üfledi Veysel. Yarası biraz acımıştı ama olurdu o kadar önemsemedi. Gülümsemeye başlamıştı yenice. Gamzeleri çıkıverdi birden bire.
           “Bakıyorum neşen yerine gelmeye başladı, lügat bile parçalıyorsun. Al sana bu da benden “Yağdı yağmur çaktı şimşek, şair mi oldun arkadaşım eşşek, nasıl ama? diyerek gülmeye başladı Veysel'e bakarak. Onu gören Veysel de salıverdi kendini, başladı kahkaha atmaya.
        “Oğlum daha kokusunu duymadan meretin, başladınız kahkahaya. Geliyor, geliyor sabredin biraz!” diye seslendi tezgahından Fakir Meyhaneci. Ellerinde servis tabakları ve levazımatı birlikte bahçeye doğru yürümeye başladı. Tam da bahçeye adım atmıştı ki Veysel gülerek karşıdan “Rakının kokusu değil senin içtiğin leş diriltenin kokusu Leyla etti beni asıl” dedi.
   Ellerindekileri yavaş yavaş yerleştiren Fakir Meyhaneci: “O zaman verin şu bey sigarasından da ciğerlerim bayram etsin sayenizde. Belki dua ediverirler size” dedi sağ elinin işaret ve orta parmağını sigara tutar gibi yapıp göstererek. “Lafı mı olur senin için, al hepsi senin olsun” deyip attı masanın ucuna doğru. Bir sigara alıp yaktı Fakir Meyhaneci. “Size afiyet şeker olsun, yarasın delikanlılar. Gerisini yavaş yavaş gönderirim, işaret edin yeter” dedi geriye dönüp yürüdü.
            Zayıflığı, beyazlaşmış saçları ve uzun boyuyla, canlı iskelet gibiydi Fakir Meyhaneci. Gülen yüzü ve her daim ağzında bir şeyler çiğneyen haliyle ortalıkta dolaşırken takılmadan edemezdi, yıllanmış şarap gibi müşterilerine. Etrafındaki mahalle sakinlerinin bir tane dahi şikayeti olmamıştı yıllardır. Bazen mahalleden veya komşu mahallelerden bile kadınlar gün yapmaya gelirlerdi.
            Mahallenin ileri gelenleri sünnet törenlerini orada yaparlar, bazen de toplu törenler olurdu. Düğün bile yapıldığı olmuştur. Bahçesi oldukça geniş ve ağaçlık olduğundan özellikle yazın sıcak aylarında tercih edilir. Bu durumları kendisi de pek istemez ama kıramaz da kimseyi. Daimi müşterileri öyle günlerde ayarlanan başka dost meyhanelerde, akşamları demlenirler.
iş, yemek, eğlence, sohbet, meyhane, akan zaman, aşk,

"Akşam"

Arkadaş gelelim asıl meseleye. Söyle bakalım şimdi, nedir derdin senin? kardeşten öte bileceksin beni ben de seni öyle bilirim zaten. Paylaşmayınca altından kalkılmaz dert yükünün. ”Kaldırdı Bardağını Yusuf “Yarasın!” dedi gülümseyerek. Veysel karşısındaki bardağın dibine tıklattı bardağının dibini “Yarasın Yaren’im” dedi durgunca. Bütün keyfi kaçıvermişti birden. Ağız dolusu yudum alıp yutuverdi. Gırtlağından itibaren geçtiği her yeri yakarak indi ve gezinmeye başladı yangı midesinde. “Oooof of” dedi birden bardağını masaya bırakarak.
Nasıl anlatılır ki arkadaş, dert desem dert değil. Dert olsa yana yakıla çare ararsın, arasam bile nerede var bunun çaresi? Hiçbir yerde yok. Kalpte, gönülde bunun çaresi. ‘Göz görmezse gönül katlanır’ derler, benim her gün gözümün önünde. Daha kaç günlüğüz ki de bana öyle söyler. Ne ettim ki ben ona da o benim iki kaşığımdan birini kıracak. Hem ne geçecek eline? Düşünebilse söyler mi bu lafları bana, kocasına? ‘Sensiz ölürüm’ dediği adama. Arkadaş ben anlamadım bu işi. El desem el değil. Sonuçta benim can yoldaşım ve ağzından dökülen bir çift söz bana dert olan.
         Yusuf, Veysel'in anlatmaya çalıştığı şeyi anlamaya çalışıyordu gözlerinin içine bakarak. “Arkadaş, bak kendin de diyorsun ‘El değil’ diye. Karın senin o kişi. Olacak ufak tefek boş bulunmaları elbet. Bunu da öyle say. Konuşursun ileriki günlerde, uygun bir zamanı kollarsın; kendince alırsın ağzından baklayı. Hem sen iyi bilirsin bakla döktürmeyi insana” dedi gülümsemeye çalışarak. Bardağını kaldırıp dolu dolu yudum alıp yuttu. Başını havaya kaldırıp hışırdayan ceviz yapraklarını seyretti bir an. Gözlerini Veysel’den kaçırmanın bahanesiydi bu aslında. Aklından geçenlerin söyleneceği bir durum değildi. Arkadaşının ailevi meselesiydi durum. Amacı onu rahatlatmak, konuşturmak olsa da özel meselelerine burnunu sokmak istemiyordu.
         “Ne demek peki sence bu dediğin cümle, ne anlama geliyor? İşin aslı, ben bir şey anlamadım. Akıllı kızdı Fatma kardeş, bilirim. Bir bildiği ya da altında bir çapanoğlu vardır mutlaka.”
             “Arkadaş, zaman çok değişmiş. İnsanlar da çok çabuk değişiyormuş. Bunu anladım ben. Bizler hala Nuh deyip peygamber demeyenlerdeniz. Kazık gibi dimdik durmaya uğraşıyoruz. İnsanlar dansözleri de koyup geçmişler, durmadan kıvırıp çalkalıyorlar kıçlarını, başlarını. Ne kıçları kıç gibi yerinde ne de başları baş gibi yerinde. Ne derler ona ‘Baş ol da ne başı olursan ol, ister soğan başı istersen Onun başı.’ Ama bize göre değil, alışmadık kıçta don misali. Kazık gibi geldik kazık gibi gideceğiz böyle giderse. Kıçımın teri kurumuyor anamın karnından fırlayalı beri, gene de yaranamıyorum kimseye be. Adalet bunun neresinde? Bu dünyanın adaleti bozuk. İnsanların adaleti mi düzgün olacak sanki? Benimki de aymazlık işte. Senin de canını sıktım. Takmayacağım olanı biteni. Başka çare yok bana. Boş ver de vur bakalım dibine aslan sütünün. Ancak bu temizler bizi.”
                   Kahrını sevince dönüştürmeye çabalıyordu Veysel, çırpınırcasına yaralı kuş gibi. Yusuf anladı durumunu arkadaşının, açmak istemiyordu artık konuyu.
Çifte kargalar, nasıl keyfiniz yerinde mi? sesiniz kesildi de” dedi masanın dibinde dikilen Fakir Meyhaneci. İkisi de fark etmemişlerdi onu. Başlarını kaldırdılar birden yukarıya, gülümsüyordu ellerinde ızgara ve kavurma tutan adam. “Akşamın erkeninden geldiğinize göre, kimse karnınızı doyurmamıştır sizin. ‘Ben sizin ananızım, ben sizin babanızım’ alın bakalım doyurun bir güzel karıncıklarınızı. Yetmezse el salla yarim” dedi gülerek Yusuf’a. Neşeleri yerine gelsin istiyordu O da. Müşterilerinin gülmesi hoşuna giderdi hep. “Derdi çekmesini bileceksin” derdi dertlenenlere. Öyleleri hemen belli ederdi kendini. Daha iki yudum aldı mı, ah vahlar başlardı, yakasını zor kurtarırdı adam. “Derdim var derdini eder” der sırtını sıvazlar müşterinin, ayrılırdı yanından kırmadan.
             Birer bardakları bitmişti, yeni ısınmaya başlamışlardı daha. “Tadı yerinde durup duruymuş gavurun” dedi Veysel ağız dolusu bir yudum alıp yuttuktan sonra. Açılmaya başladı gitgide. Yusuf’un da istediği buydu. Zamanları erkendi daha, sıkıştırmak istemiyordu arkadaşını. Nasıl olsa kendisi bekardı. Arayanı soranı yoktu, hava hoştu onun için. Ama arkadaşı öyle değildi, kaybetmişti onu ebediyen. Evi, ocağı, tüneği ve karısı vardı artık.
   Darısı başıma, Vallahi ben razıyım be tertip böyle tatlı belaya bulaşmaya. İş değil artık bu saatten sonra bekarlık. Everin beni de, birlikte ağlar, dertleşiriz olmaz mı? Böyle anlamıyorum ben seni. Yabancım gibisin sanki, deselerdi de inanmazdım şu halini görmesem.
             Söyle o Fatma Bacı’ya bulsun bana da bir tane. Ben çamaşır da yıkarım bulaşık da, eğer isterse yerleri bile ovarım. Hatta hatta yerine bile doğururum oldu olacak. Zaten o zamanlar da yaklaşıyor artık. Nasılsa her halükarda dokuz doğuruyoruz, onlar bir yada iki doğururken.” Yusuf’u dinleyen Veysel gülmeye başladı birden.                         
           “Oğlum başını yakarsın benim gibi, otur raprahat yerinde, kaşınma; kaşırlar sonra da gelip gelip ağlarsın önümde, arkamda. Elimden de bir şey gelmez, birlikte sarılır sarılır ağlaşırız sonra” dedi gülerek. Veysel’in gülmesi bittikten sonra “Söz mü lan dediğin, ciddi misin sen bu dediğinde? Eğer ciddiysen, hemen sabah söylerim benimkine; tıpkısının aynısından bulur sana da.” Kahkahaları yükselmeye başlamıştı artık. Bahçeyi aşıp içeriye kadar gitmişti ses belli ki, el salladı Fakir Meyhaneci gülerek.             
           “Oğlum şu meyve tabağını al götür, nereden kahkaha geliyorsa oraya bırak. Benden de selam söyle Ağa’danmış bu dersin, tamam mı?” dedi. Tabağı eline tutuşturdu sıska, obur garsonun. Ustası yedikçe zayıflıyor, bu oğlana da aldığı nefes bile yarıyor neredeyse. Biraz daha çalışmaya devam ederse burada, yolda yürürken yuvarlanıyor sanacak görenler. Daha şimdiden boyuna göre kilosu göze batacak kadar fazla.
Yusuf’la Veysel’in oturduğu masadan 20 metre kadar uzaklıkta yabancı oldukları belli olan üç genç oturuyordu, sürekli bir şeyler fısıldaşıp gülüşüyorlardı. Garson oraya doğru yöneldi bahçeye çıkınca. Tam da masaya yaklaşmıştı ki bir iki metre kadar, ortalığı çınlatan kahkahalar gelmeye başladı arkasından. Veysel ve Yusuf ısınmışlar, kaynamaya yakındılar artık. Sıska garson bir an dikilip kaldı olduğu yere çivilenmiş gibi. Ustasının dediğini aklından geçirdi. Arkadan aynı tonda gelmeye başladı tekrar kahkaha. Olduğu yerde dönüp hızla yöneldi onlara doğru. Tam yanına varmıştı ki masanın, ses seda kesiliverdi. Tereddütte kaldı tekrar, beş metre kadar vardı daha masaya. Veysel görmüştü garsonu ilk kapıdan bahçeye çıkarken ve tahmin etmişlerdi durumu. Çünkü defalarca aynı numara yapılırdı yeni garsonlara. Bu garsonu ilk kez görmüşlerdi burada. Gerçi kendileri de epeyce olmuştu gelmeyeli ama.
Garson durumunu çaktırmak istemiyordu, elinden gelen gayreti gösteriyordu. En çok gülen, neşeli masanındı elindeki meyve tabağı. Anlamıyordu bir türlü, herkes neden sesini kesti? diye düşünürken, Veysel’le içerideki Fakir Meyhaneci işaretleştiler. Bunun üzerine Veysel gülmeye başladı tekrar ve garson hareketlendi. Bu sefer yükünü boşaltmak istiyordu sıska garson. Adımlarını olanı kadar açarak yürüdü ve masanın önüne gelip saygılı duruşunu göstererek “Bu meyve sizin, Ağa’dan. Ağa'nın da selamı var size” dedi utana sıkıla. Alnında boncuk boncuk ter damlaları görünüyordu, lambaların ışığı da su damlası gibi parlatıyordu. “Sağ ol, ayaklarına sağlık tosun’um” dedi her ikisi de aynı anda gülerek ve yüzüne bakarak.
Zaman oldukça ilerlemişti. İlk anlarda geçmeyecekmiş görünen zaman, koşturmayı kendine iş edinmiş sanki Türkiye'nin öbür ucuna gidecekmiş gibi dört nala koşturmuştu. Zamanın nasıl geçtiğini onlar da anlamamıştı.
     Birbirlerine bakarak “Bu nasıl iş yahu, biz ışınlandık mı yoksa, Türkiye’den Dünya'nın başka bir yerine? Burası her neresiyse iyiymiş, zaman çok hızlı geçiyor. Ne varsa göreceğimiz daha çabuk göreceğiz bundan sonra. İş, güç nanay, nerede akşam orada sabah. Kaynana da, Hanım da - aşkım, hayatım demeliyim, öyle değil mi Yusuf kardeş?- ne hali varsa görsün” dedi Veysel pür neşe içinde.
İyi ki getirdin Yusuf’um buraya, şu an hamur gibiyim. Varınca hanım yufka yapsın isterse beni. Versin oklavayı inceltsin inceltebildiği kadar. Nasılsa gereğinden fazla inceltirse kopar. Toplar bir daha inceltir derken saca atacak hale gelirim ve pişirir beni. Sonra da getirir sofraya yeriz birlikte, boğazına batmazsam tabii ki.”
          “Oğlum al benden de o kadar. Seni bahane edip geldik ya, iyi ki de gelmişiz. Arada bir yapalım böyle olur mu?” dedi ellerini kaldırıp birbirine vurarak. Gülüyordu bir taraftan da. “Daha çoook geliriz biz buraya beraber. Sen sabret bir zaman daha, şu boyunun ölçüsünü alalım senin, o zaman görüşeceğiz asıl seninle” diyerek yerinden kalkmaya hazırlanmaya başladı Veysel. Birlikte kalkıp yürüdüler kapıya doğru. Kapıya yaklaştıklarında, Yusuf daha hızlı adımlarla önüne geçti Veysel’in ve kasaya yöneldi. Hazırda bekleyen hesaplarını ödeyip, Fakir Meyhaneci ve sıska garsonla da şakalaşıp ayrıldılar birlikte.
               Gece ne sıcak ne de soğuktu onlar için, sakin adımlarla ilerlediler sokaklarında. Tek tük ışıklar vardı binalarda. Herkes iş, güç derdindeydi bu mahallede, sabah erkenden kalkıp işe gideceklerdi. Erkenden uyunuyordu, aksi halde bitkin düşülüyordu akşama kadar ayakta tezgahların başında. Yolun sonuna geldiler nihayet “İyi geceler Veysel, sakın yaramazlık yapayım deme kimse duymaz seni bu saatte; mahalle derin uykuda çünkü” dedi el sallayarak kendi evlerine yürüdü. iki bina ilerideydi onların evi de.                Gürültü yapmamaya özen göstererek açtı bahçe kapısını Veysel. Daha kapıdan içeri iki adım atmıştı ki, karanlıkta bir ses duydu. İrkildi birden. Eskiden dış lamba yanık olurdu, dışarıda biri varsa. Bu gün sönüktü ve bir çıtırtı vardı bahçede. Önemsemedi kedidir diye, kapıya doğru ilerledi. Tam basamağa adım atacaktı, bir gölge dikiliverdi birden karşısına. Zor seçiliyordu ama anlamıştı durumu. Hanımıydı basamakta oturan ve kendisi yaklaştığında ayağa kalkan. Başkaları görmesin gecenin geç saatlerinde, koca yolu beklediğini düşünmesinler diye lambayı yakmamıştı anlaşılan.
Tahmini doğruydu, basamağa adım atınca, biricik aşkı Fatma'sı koluna girip oturttu onu da yanına. Sağ koluna sarılıp başını da omuzuna yaslamış sakin sakin nefes alıp veriyordu hiç bir şey söylemeden. Bir süre oturdular öylece kıpırdamadan. Veysel’in yüreğine su serpilmişti biraz da olsa. Boşuna kederlenmişti kendi kendine. Biricik aşkı Fatma'sı hakkında kötü düşünmüştü. Kendini suçlamaya başladı. Ay’ın ışığı fazla aydınlatmıyordu o saatlerde, yüksek bina engel oluyordu önünde. Fatma'nın nefes alıp verişi yavaşlamaya başlamıştı başı omuzunda.
           Yavaşça kalktı yerinden ve Fatma'nın da koluna girdi, kapının mandalını yavaşça açarak içeriye girdiler. Işığı yakmadan doğru kendi odalarına geçtiler. Anası çoktan uyumuş, uykunun ikinci bölümündeydi belki de. Ya da onları izliyordur belki de bir şekilde. Her zaman istediği şeyi yapmanın bir yolunu bulurdu anası.
Veysel’in soyunmasına yardım etmeye çalıştı Fatma. Durumu fark eden Veysel bozuntuya vermedi, istediğini yapmasını sağladı. İçeride de ışığı açmamışlardı, birbirinin yüzlerini göremiyorlardı. Her şey el yordamıyla yapılıyordu. Veysel’in soyunması bitince, pijamalarını verdi eline Fatma. Önceden ayarlamıştı her şeyin yerini. Pijamalarını giyerken Fatma Uzandı yatağa ve Veysel’in elinden tutarak çekti yanı başına. Yorganı çektiler üzerlerine, Fatma kolunu doladı Veysel’in göğsüne ve sımsıkı sarılıp ona doğru sokuldu. Veysel sıcaklığını hissediyordu vücudunun ve nefesinin biricik Fatma’sının. Bir süre öyle kaldı kıpırdanmadan. Sonra da nefes iyice yavaşlamaya başladı. Yaralı elini yorganın dışına alarak üzerine koydu ve bu gün akan zamanının her anını gözlerinin önünden geçirmeye başladı. Yüreği serinlemişti biraz, derin bir uyku çekip yarının farklı bir gün olmasını istiyordu..


Halil GÖNÜL

                                                                         03.01.2017-19.43




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.