Farklı
görüntüler oluştu bir anda gözlerinin önünde capcanlıydı adeta. O kadar
canlıydı ki, bir anda sağ eli bir şeyi tutuyormuşçasına ağzına gitti. Sanki bir
dürüm elindeydi ve ısırmak için ağzına götürmüştü.
Dudaklarında
garip bir gülümseme belirdi ve ağzı sulanıverdi, gökyüzünün berraklığı ve
yıldız desenli şemsiyesinin altında çocukluğunu izlemeye başladı. Kendinden
dört yaş küçük erkek kardeşi vardı yanında. Sabahın erken saatlerinden
birisiydi. Oğlakları otlatmaya gidecekti her zamanki gibi. Yedi-sekiz
yaşlarındaydı, tüy kadar hafif olduğu zamanlardı neredeyse bir uçmadığı
kalırdı. Akşama kadar koşturur akşam da gelir gelmez anasının pişirdiği sıcak
tarhana çorbasını içer, biraz oynarlar, ekseri güreş tutarlardı kardeşiyle;
yediklerini hazmetsinler de rahat uyusunlar diye yaptırırdı babaları ilk
zamanlarda ve alışkanlığa dönüştü zamanla. Mutlaka o güreş yapılırdı birkaç
dakika bile olsa.
“Ah,
ah nerede o günler!” diye mırıldandı derin iç çekmeler eşliğinde. Ağzını
sulandıranın ne olduğunun farkına varabilmişti. Anası her gün sabahleyin ezan
okunmadan kalkar, günlük yufkalarını yapardı, sıcak sıcak olurdu
uyandıklarında. Ezanla birlikte de işe koyulunurdu uzak tarlalarda
çalışılacaksa. Eğer yakın yerlerde ise çalışılacak arazi, o kadar erken
kalkılmasa da ekmek yapma ve diğer hazırlıklar yetişirdi zamanında.
İşe
herkesle birlikte gitmek önemliydi ne de olsa. Yolda başka komşular da olur,
güle oynaya gidilirdi birlikte. Şakalar yapılır kadın erkek, çocuk demeden,
takılırdı insanlar birbirlerine.
Anaları
ekmek yapıyordu uyandığında. Kardeşini uyandırmamıştı anası, biraz daha uyusun
da büyüsün diye. Onu giderken de yolda besleyebilirdi, zaman zaman da öyle
yapardı zaten. Önceden hazırlayıp torbanın en üstüne koyardı dürümünü ve eşeğe
bindiğinde eline tutuştururdu uykusu açılınca.
Zafer
yetişkin sayılırdı artık birkaç yıldır, ne de olsa ilkokula başlayalı iki yıl
olmuştu. Koskoca adamdı, bir sürü işin ucundan da tutardı her zaman. İş
bölümünde oğlakları otlatmak olurdu asıl işi. Bir anda ağzının içinde kıtır
yağlı peynirin lezzetini hissetti, biraz da fini biber acısı vardı sanki.
Özellikle
kış aylarının önemli bir beslenme kaynağıydı “biberlituz” dedikleri katık.
Kavanozlarda saklanırdı yazları yapıldığı zaman. Kırmızıbiber, biraz da acı
kırmızı fini biber kurutulur, küçük taş değirmenlerinde öğütülürlerdi, pul
biber halini alırlar ve bu karışım çökelek ile yoğrulur, içine çok az olsa da
yağlı peynir parçaları serpiştirilir. Tuz olmazsa olmazıdır karınca kararınca.
Yazın sıcak aylarında uygun kıvamda kuruyan karışım ya toprak ya da cam
kavanozlara basılır saklanırdı kışa kadar.
Değişik
bir lezzeti olurdu, acımtırak bir lezzetti, başlı başına bir yiyecekti bizim
için. Katık derdik adına. Kuru ekmeğin yanında ekmeği tatlandıran bir
yiyecekti. Yağlı peynir parçası tesadüfi olarak dürümde çıkarsa çok şanslı
sayardık kendimizi.
Bir
sabah yine anaları erken kalkıp ekmeklerini bitirdi, okula gitmek için
uyandırdı Zafer’i. Kardeşi okula gitmediği için uyandırılmazdı ama o gün
uyandırılmıştı o da. Birlikte yesinler diye saçtan indirilen pişmiş sıcak
yufkaya tereyağı sürmüştü anaları her ikisi için birer dürüm hazırlamak için.
Böyle günler şanslı gün olurdu onlar için. Her zamankinden farklı bir durum var
demektir mutlaka.
İşte
o gün de tereyağı vardı farklı olan. Komşudan inek tereyağı almıştı azıcık.
Fazlasını alacak durumları olmazdı ama küçük oğlan geçen günlerde “çok tatlı,
değişik bir şey koktu ana” demişti de kendisi de duyardı zaman zaman o kokuyu.
İçine oturmuş, ne edip, yapıp tavukların yumurtalarını biriktirmiş onlarla
takas etmiş kibrit kurusu kadar bile olmayan top tereyağını.
Sıcak
yufkaya tereyağını sürdüğünde evin her yanını sardı kokusu birden. Bolca
sürmüştü tereyağının bir kısmını. Kocaya da kalmalıydı, öyle değil mi. Her şey
çocuklara olmazdı, hak adalet vardı her şeyde. Olsun, yeterince fazlaydı
sürülen tereyağı. Herkesin çoktan ağzı sulanmaya başlamıştı bile kokuyu
duyunca. Bir de üstüne katıktan serpilmez mi, yeme de yanında yat olmuştu.
Anaları
kavanozu açıp elini içine sokup, parmaklarının ucuyla çıkardığı katığı
tereyağının ıslaklığının üzerine serpiştirirken nohut tanesinden biraz daha
irice bir peynir takıldı Zafer’in gözüne ve akbaba gibi atılıp kaptı peynir
parçasını. Bu durumu gören kardeşi de atıldı ama yoktu başka. Zafer için zafer olmaktan
çıkıverdi bir anda başka peynir parçası olmaması. Anası uğraştı biraz ve
kardeşi için de buldu bir parça peynir ve onun ekmeğinin içine de serpiştirdi.
Kavanozun içinde bulması çok kolaydı çünkü sert olurdu. Parmak arasında
ezilmez, ancak dişlerle ezilirdi kıtır kıtır. Öyle birden çiğnenmezdi bizde o
peynir parçası. Dürümü alırdık elimize ve peynir parçasını da adeta yalardık,
çok küçük parçalar kopararak dürümün bitişine kadar devam ederdi o kıtırdatma.
Yağlı peynirin kurumuşu daha bir lezzetli gelirdi.
Hiç
bitsin istenmezdi o dürümler. Ağzını sulandıran işte o dürümdü Zafer’in.
Nereden estiyse aklına, çıkıvermişti birden karşısına. İçinde tuhaflık vardı,
buruklukla karışık bir coşkuydu sanki. Tam da ayırdına varamadığı ve yabacısı
olduğu duygulardı. Yabancılaşmış olduğu, unuttuğu duygularıydı. Demek ki arada
depreşiyorlardı böyle, esen yelle mi yoksa “aç tavuk rüyasında kendini darı
ambarında sanırmış” hikâyesi miydi bu durum. Hiçbir şey kaybolmuyordu demek ki,
baksana çıkıveriyorlar ortaya hiç ummadığın zamanlarda.
Görsel: Google Görseller
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.