SAYFALAR

Cumartesi, Eylül 22, 2018

Adalet Sarayına Dilekçe

Adalet Sarayına Dilekçe
                Önce düşünmeye karar verdiğinde dilekçe işini, nelerle karşılaşabileceği sorusu değerlendirmeye değerdi ama değerlendirmenin de kendisi için anlamlı değildi. Kaybedeceği kadar kaybetmişti zaten. Aklını bile kaybetmeye yakındı bu aralar, belki de kaybetmişti çoğunun değerlendirmesine göre. Ne de olsa her şeyi başkaları değerlendiriyordu.
                Kızgınlık ve korku içinde bocalamalarına son veremiyordu ama acele de davranmak istemiyordu. Kim için, ne için yapacaktı yapmak istediklerini? Bu sorusuna verebileceği cevap yoktu ama cevap vermek gerekliydi her soruya. Bu yüzden cevabını hazırladı. Tutarlılık var mıydı, yok muydu sormayı düşünmeden “hiç, hiç kimse… Yalnızca eğlence olsun diye, aklımı oyalamak için, kendime iş alanı yaratmak için…. Gibi cevaplar sıraladı aklında.
                Her akla gelen yapılmalı mıydı? Gerekliyse evet diyordu aklı ama kendisi emin değildi aklının cevabından. Aklıyla da ayrı düşmüşlerdi bir süredir. Herkes yoluna gidiyordu duruma göre. Yolları bazen kesişiyor bazen de ayrılıyordu. Çoook uzaklardan el salladıkları olurdu arada bir.
                Gıcık bir gülümseme oturmaya başladı buruşuk, kavlamış dudaklarına. Gıcıklık olsun diye yapmayı düşünüyordu elbette düşündüklerini. Her ne kadar gördükleri kendisini fazlaca eğlendirmese de kendisi için bir nevi kurtuluş olacaktı içeri atılmak. Karda, kışta dışarıda aç, susuz ve evsiz daha kötüydü. Hiç olmazsa üç öğün yemek ve sıcak bir yatak sahibi olabilirdi düşündüklerini yapmakla. Aklını sevmeye başladı, iyi çalışıyordu şimdilik, yağı tuzu yerindeydi anlaşılan. Doğru dürüst karnının doyması bile işe yaramıştı.
                Dilekçe için kâğıt ve kalem gerekliydi. Doğruca adliye sarayına gidip isteyecekti ihtiyacı olanları ve oracıkta dilekçesini yazıp verecekti adalet sarayına. Koşturmaca gitti. Daha kapıdan girerken aradılar her yanını ama arayan kokusundan rahatsız olmalıydı ki, “geç, geç” dedi burun kıvırarak ve küçümseyerek. Hiç önemsemedi çünkü alışkındı bu tavırlara. İki adım atıp sağına soluna baktı önce ve danışma yazan camlı bölmeye gitti. Hafifçe eğilerek camın açık yerinden içerideki meymenetsiz suratlı şişko kadına bakarak “bana kâğıt ve kalem gerekli.”
                Demez olsaydı, ters ters baktı meymenetsiz şişko kadın, hakkında düşündüklerini mi hissetmişti ne? Hemen bir zile bastı vee polis damladı arkasında. Neler olup bittiğini hiç anlamamıştı. Kötü bir şey de çıkmamıştı ağzından ama içinden geçeni de bilebiliyor anlaşılan bu adalet sarayı ve içindekiler. Hepsi de mi meymenetsizdi acaba. Öğrenmenin bir yolu olabilir miydi? Bilmiyordu şimdilik.
                Bodruma doğru götürdüklerini düşünüyordu. İki izbandut polis yaka paça almışlardı bir şey söyleme keyfiyetinde bile bulunmamışlardı kendisine. Ne suç işlediği hakkında. Bir süre yürüdüler. İzbandutlar hırlaşıyorlardı kendi aralarında anlayabildiği ifadeler değildi. “siyasi”  dediklerini zar zor anlayabilmişti uğuldayan kulaklarıyla. Nedense basamakları indikçe kulaklarındaki uğultu artıyordu.
                Karanlık bir odaya girdiklerinde “çat” diye bir ses duyuldu ve güçlü bir ışık gözlerini kamaştırdı. Bir süre hiçbir şey göremedi olduğu yerde çakılıp kaldı tavşan misali. Demek ki bunlar tavşan avlamayı iyi bilenlerdendi. Sesler ve hırıltılar arttı ve Zafer’i demir bir sandalyeye oturttular ite kaka. Elleriyle gözlerini kapatarak oturdu istenilen yere. Ellerini gözlerinden çekip bakmaya uğraştı ama her taraf bembeyazdı, arada gölgeler dolaşıp duruyordu etrafında.
                Ne olacağı konusunda çok fazla endişesi vardı o anda. Kendisini hiçbir işe yaramaz bulurken demek ki bazıları işe yarar zararlı biri olarak görüyorlardı bu durum çok açık seçikti. Kendisinden korkulan bir yan vardı. Gururu okşandı bir an. Göğsünü şişirerek nefes aldı birkaç kez. Arkasından gür bir sesle “neredeyim ben, siz kimsiniz, neden getirdiniz beni buraya?”
                “biz cehennem zebanileriyiz, senin celladın olarak görevliyiz, eğer sorularımıza doğru cevaplar verirsen seni affedebiliriz.” Dedi gürleyen bir zebani. Gürleyen zebaniden sonra başka bir zebani sulu bir şeftali yermişçesine ağzının suyunu şapırdatarak çekip “burası cehennemin dibi, senin cennetin olacak biraz sonra ya da cehennemin olmaya devam edecek. Bizler buranın bekçileriyiz.” Diyerek sandalyesinin bacağına bir tekme salladı.
                “buraya niye geldin? Bomba nerede? Nereye koyacaktın bombayı? Kâğıt, kalemi ne yapacaktın? Kimlere haber ulaştıracaktın? Örgütün adı ne? Merkeziniz nerede? Sen hangi hücreye dahilsiiiin?” her sorudan sonra kademe kademe arttı sorucunun sesi. Gök gürlüyor gibiydi. Arada şimşekler çakıyordu ama bir türlü yıldırım düşmüyordu. Yıldırımlar düşmesini o kadar çok istemişti ki o anda. Her biri kavrulacaktı gözlerinin önünde yerlerde kıvranacaklardı cazır cazır yanarlarken. Seyretmesi fena olmazdı yani..
                Komiklik yapmak istediği oldu bir an ama kim anlayacaktı ki, anlayan yoksa komiklik yapmanın da bir anlamı olmadığına karar verip bir süre daha sessiz kaldı oturduğu yere iyice yerleşerek. İnatla arkasına yaslandı tiyatro seyredermiş gibi. Oyuncular çok güçlü ve komiktiler kendisine göre. Bir komedi seyrediyordu adeta. Gülümsemesi dudak uçlarında belli olmuş zebani ve bekçiler görebiliyor olmalılardı. Yüz ifadelerini görebilmeyi çok istiyordu ama mümkün olamıyordu güçlü ışıktan gözleri kamaşıyor, açamıyordu gözlerini. En iyisi kapalı tutmaktı gözlerini. Karanlık daha rahatlatıcıydı ve daha sakin.
                Sorulanları düşündü. Hepsini hatırlayamadığından toplu cevap vermek istediğinden gırtlağını kazıdı “dediklerinizden hiçbir şey anlamadım sayın zebaniler ve bekçiler. İsterseniz bir daha sorun ama tek tek. Aklım pek çalışmaz benim. Ayrıca size teşekkür etmek isterim sorduklarınız için. Ben kendimi bir şeye yaramaz görüp hissederken sizlerin soruları bir şeye yarayacak halde olduğumu gösteriyor ve sizin korktuğunuzu anlıyorum. Korkun öyleyse. Benden korkun. Biraz sonra gök gürlemesi başlayacak ve seller sellere kavuşacak. Şu hava gelen yerlerden sular basacak burasını. Ne yapacaksanız acele edin şimdi” dedi arkasından kahkahaları bastırdı ortalığı çınlatırcasına. Kahkaha sesleri yankı yaptıkça geniş alanlarda kalabalık varmışçasına yükselerek geri dönmeye başladı kahkaha yansımaları. Bir an sessizlikten sonra gök gürültüsü duyulmaya başladı.
                Yarım saati bulmadı ki sorular arka arkaya gelirken tekrar, önce ışık söndü. Gök gürültüsüyle birlikte aydınlanmalar oluyordu karanlığın bazı yerlerinde. Suların şırıltısı başladı sonra. Koro halindeydiler kulağa hoş geliyordu çıkardıkları melodiler. Zebanilerde panik başlamıştı “ermiş, ermiş, lanetlendik” diyordu bazıları ve kaçışmalar başladı birden. Kendisini unutmuşlardı. Bu durumu fırsat bilerek el yordamıyla duvarı bulup duvarı takip ederek kapıyı bulup uzun koridor boyunca koşturdu. Su sesleri koridordan da geliyordu. Gözüne takılan ilk ışığa doğru ilerledi Zafer.
                Şansı yaver gitmişti, ışığın olduğu yer yukarı katlara çıkan merdivendi. Hızla tırmandı merdiven basamaklarını. Heyecan sarmıştı bir yandan da. Hiç bu kadar heyecanlandığını hatırlamıyordu uzun sürelerdir.
                Yukarıya çıktığında hafif bir karanlık vardı ama göz görüyordu. Uzaktan meymenetsiz şişko kadını gördü bir an ama emin değildi. Hızla yaklaştı danışma yazan yere ama kimseler yoktu. Çıkıp gitti sonra arkasına bile bakmadan.
                Birkaç gün geçmişti ki eline gazete parçası alıp göz atmaya başladı. Bir an şaşırıp kaldı okuduklarından. Adliye sarayına arka arkaya yüzlerce yıldırım düşmüş, ölü ve yaralı sayısı bilinmiyor. Su baskınında da çok fazla ölü ve kayıp olduğu haberi vardı. Bodrum katlarına ulaşılamadığını ayrıca yazmışlardı. Bir anda donup kaldı olduğu yerde. Rüya gibiydi adeta. Kıçını çimdikledi, suratına okkalı tokatlar yapıştırdı. Acı duyuyordu emindi uyanık olduğundan, aklı da gayet yerindeydi.

Görsel: Google Görseller

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.