honaz-dagi-zirvesi |
Dağlar, Dağlar. Başları Dik, Mağrur
Dağlar
Yaşamın
acımasızlığı kendini açıkça belli eder durumdaydı yaşlı, beyaz saç ve sakallı
adamın suratındaki kalın çizgilerde. Hayat denilen şey neydi sanki bazılarına
ballı, kaymaklı bazılarınaysa acılar yığınıydı. Her ne kadar görünürde öyleyse
de içeriye girdiğinde hiç de dışarıdan göründüğü gibi olmuyordu. Her dağın
kendine göre dumanı oluyordu, bazılarında kara kara yağmur bulutları bulunurdu
yılın tüm günlerinde. Ulu dağlardı o dağlar, başları göğe değen dağlar derlerdi
yaşlı adamın yaşadığı yörelerde.
Bazı dağlar
vardı, günlük güneşlikken birden değişirdi kara bulutlar sarar her yanını ve
birden boşanırdı yağmur bardaktan boşanırcasına. Yer gök birbirine karışır, göz
gözü görmez olur yeryüzünde. Yerle gök kavga ediyor derdi ninesi çocukluğunda
yaşlı adamın. Ne güzel söylerdi ninesi, sesi ipek kadar kaygan, pamuk kadar
yumuşak olurdu. Sözünü salmazdan önce epeyce bir düşünürdü içinden, yaşardı
önce diyeceklerini sonradan boşalıverirdi sesler arka arkaya. Bakakalırdı
ağzına, ninesi konuşurken.
Konuşması
bittiğinde ısrar ederdi ninesine yine konuş diye ama ninesi yanağını okşar
sımsıcak elleriyle: “Deli fişek seni, hoşuna mı gitti? Şimdi sen oyna sokakta biraz
arkadaşlarınla ben sana yatarken masal anlatırım, anlaştık mı?” derdi de
istemeye istemeye “olur” derdi pamuk ninesini kırmamak için.
Çok çabuk
geçivermişti o koca koca yıllar. Hâlbuki saymaya kalkılsa yılların günleri
aylarca, haftalarca sürerdi ama hiç kimse de saymayı akıl edemez ki. Akıl alır
bir şey değildir yılın, yılların günlerini saymak. Ancak yıllar geçip yaşamın
sonuna gelindiğinde aklına gelir insanın; aylakçılıktan olsa gerek. İş
yaratmanın bahanesidir yaşlılıkta gün saymak. Her sayılan günler canlanır
gözler önünde. Bazen bir çift damla sızar yanaklardan bazen de tatlı bir
gülümseme belirir dudaklarda.
Yaşlı adam
çayını yudumlarken ince belli bardaktan, başından kara bulutların hiç
eksilmediği dağları aradı penceresinden dışarıya bakarak. Bir süre göz gezdirdi
pencereden görebildiği kadarıyla. Ufukta aradı dağ sivriltisi ama yoktu.
Kendine geldi olmadığını görünce. “Burası benim memleket değil ki, yanlış yerde
arıyorsun akılsız” dedi kendine kahrederek.
Bir süre
daha baktı, kederli gözlerle uzaklara. Uzaklara baktıkça daha uzaklara
gidiyordu gözleri, çocukluğunun memleketini aradığını biliyordu ama yine de
bulamayacağını bile bile gönlünü kandırmaya çalışıyor. Bir sivri tepe görse
“hah işte!” diyecek kandıracak zalim gönlünü de teselli edecekti ama olmuyordu.
Çayından
arka arkaya yudumlar alarak oyaladı zihnini. Gırtlağı biraz yandı çayın
sıcaklığında. Olsun, hiç acımadı diye önemsemez görünüyordu. Onun önemsediği
dağlardı, karlı, dumanlı dağlar. Başı dik mağrur dağlar. Kimine sığınak olur
kimine de mezar olan dağlar. Hayat çok garipti, bazen kafasını karıştırırdı
düşününce de düşünmekten men ederdi kendini. Daha kolay gelirdi öylesi. Ağrısı,
sızısı daha az hissedilirdi yaşamın.
Kendisini
dağlara benzetirdi uzunca bir zamandır. Her zaman başını dik tutmaya çalışmış,
ne kadar dumanlı olursa olsun, fırtınalar da kopsa eğmek istememişti başını. Bu
yüzden güvenildiğini hissederdi de içini bir hoşluk kaplar bütün sıkıntılarını
unuturdu ödülü olurdu bu duygular.
İçinde
fırtınalar kopardı bazen, öyle olanı fırtınalara benzemeyen; tsunami denen
dalgalara benzeyen uçsuz bucaksız uzunlukları olan, dev dalgalardı. Adeta sörf
yapardı kendi içinde aklıyla. Fırtınanın geçmesini beklemek yerine sörfün
keyfini çıkarmaya çalışarak atlatırdı tüm fırtınaları. Kimselere bir şeycikler
diyemezdi öyle zamanlarında da burukça gülümsemekle yetinirdi çevresine.
Konuşsa sesinin pürüzünden ve boğukluğundan anlayacaklar halini de kendisine
güvenleri sarsılacak, korkacaklar diye düşünmekten kendini alamazdı hiç. Hiç ağladığını
göstermedi kimseye. Gecelerde herkes uykuya dalınca helaya gidip ağladığı
zamanları çok olmuştu. Sonra da sessizce gelip kıvrılıp yatmıştı yanının üstüne
elini başının altına koyarak.
Hayatı çok
ciddiye almıştı da ince eleyip sık dokumuştu. Ne olmuştu sanki dokumuştu da?
Kahırlanırdı bazen böyle ama bir türlü söz geçiremezdi ne gönlüne ne de
vicdanına. Her şeyin doğrusunu yapmak isterdi. Ne kadarını doğru ne kadarını
eğri yapmıştı? Muhasebesi mi vardı elde. Sıfıra sıfır, elde var sıfır. Aynı
alışkanlıkları devam ediyordu hala ama artık daha azdı elemesi gerekenler.
Elenecek bir şeyi kalmamıştı boşa geçen sıkıntılı günlerden başka. Her günü
birbirinin aynısı olan günler her ne kadar da canına tak ettirse de ince eleyip
sık dokuyunca, belki sevenleri olduğunu düşününce takılıp kalırdı orada ve
buruk ve kırgın bir gülümseme belirirdi dudaklarında belli belirsiz.
“Ne yapalım,
gelip geçen günleri seyretmek görevimiz artık, isyan etsen kime?” çay bardağına
baktı, kalbi kırılmış gibiydi bardağın, soğumuştu içindeki çayı. Hepsini bir
yudumda doldurdu ağzına ve yuttu başını hafifçe önüne eğerken.
Bazen sesler
duyar gibi olurdu da gülümseyerek bakardı etrafına. Hiçbir şey göremeyince
anlardı durumu, içini burukluk kaplar kendi dünyasının derinliklerine dalardı
tekrar. Çok zengindi dünyasının derinlikleri. Yok, yoktu elem ve kederden yana
ama hepsini de ballamıştı kendi elleriyle. Az emeği yoktu.
Çok yanlış
buluyordu hayatındaki öğrendiklerinde ve deneyimlerinde. Neredeyse çocukluğunun
aklı ermeye başlamasından sonrasından beridir yanlış düzeltiyordu hayatında bir
türlü bitiremiyordu da hala bir ayağı çukura sallanmasına rağmen uğraşıyordu
kalanlarıyla. Çok inatçıydı, başkalarına göre farkı da buydu kendisine göre
olanı fırtına eğememişti başını tıpkı başı kara dumanlı ulu dağlar gibi.
Özenirdi başı dumanlı, ulu dağlara. Heybetlice dimdik ayakta dururlardı ne
zaman baksan. Hiç de bana mısın demezlerdi, dona, buza fırtınalar. Rest
çekerlerdi ne olursa da her zaman kazanırlardı karşıdan bakıldığında.
Karşıdan görünen
her ne kadar öyleyse de yakınlarına varıldığında hele bir de eteklerine tutunup
tırmanmaya başladığında zirvelerine doğru, parça parça dağıldıklarını görürdün.
Parçalanırlardı kıymık kıymık ama bana mısın demezlerdi de dimdik dururdu
ayaklarının üstünde başları. O başlar her zaman ileriye bakar, hiçbir zaman
geriye dönüp baktıkları görülmemiştir doğduklarından beridir. Bir o kadar
alımlı, bir o kadar güçlü, heybetli ve bir o kadar da mağrurdular. Hem korkutur
hem de güvendirirler kendilerine. Dostlarına sırt verir, koru, kollarlar
düşmanlarınaysa bir o kadar acımasız olurlar parçaları arasında boğarlar da hiç
yürekleri sızlamaz.
“Dağ gibi”
derler adam gibi adam olana Anadolu’da.
Dağ gibi olmak kolay iş değildir hâlbuki bedeli vardır hem de oldukça
ağırdır. Olan biten ayaklar, omuzlar kaldırıp çekemez o yükü. Herkes adam gibi
adam olmaya niyetlense de yolda dökülürler de döküle döküle üç, beş kalır yolun
sonunda. Onların da her biri ayrı yollardadırlar, bu yüzden yalnızdırlar tıpkı
özendikleri dağlar, başı dik ulu dağlar gibi. Ömürleri yalnızlık içinde geçer
gider de hiçbir şikâyetleri olmaz, sitem etmezler kimseye. İçlerinde yaşarlar
her şeyi fırtınaları, güneşli günleri. Bahar da vardır yaz da, kışı da olmazsa
olmazıdır dağların, ulu dağların. Kolay iş değildir dağ gibi olmak, özenenin
vay haline!
Dağ gibi olmak kolay değil elbette. Baharı da vardır yazı da, kışı da.. Kaleminize sağlık..
YanıtlaSilSevgilerimle..
Teşekkür ederim, hoşça ve sağlıcakla kalın. :)
Sil