SAYFALAR

Perşembe, Kasım 08, 2018

Kral Olmak İster misin?

Memleket Kurtaracak Kral

                Geçenlerde koşuya çıktım, hava serin ve bulutluydu. Elimden geldiğince koşturmaya çalışıyorum ısınmak için. Kan ter içinde kaldım bir süre koşturduktan sonra ve motor su kaynatmaya başladığında biraz yavaşladım bir taş üstüne oturmaya niyetlendim.
            Tam oturacakken gözlerim karardı birden ve kendimi havada buldum, ayaklarım yerden kesildi. Karga tulumba götürülüyorum kanatlı meleklerin ve bir sürü sayıca kestiremediğim üniformalı kişiler tarafından. Uçuyorlardı hepsi de. İçim bir tuhaf oldu hava boşluğuna girip çıka girip çıka. Yolculuk epeyce sürdü ama ben bilemedim.
            Nokta kadar küçük görünen bir yere doğru pike yaptık hep beraber ve dağın tepesindeki bir saraya benzer yere indik. Hiç merdiven yoktu binada, yara yara katları indik aşağıya doğru. Gözlerimi yumup kafamı korumaya çalıştım.
            Bir anda hareket kesildi “Aç gözlerini, seçilmiş” dedi kadife sesli bir bayan sesi. Etrafıma bakındım kim olduğunu anlayabilmek için ama ne mümkün. Hepsi birbirine benzeyen binlerce genç kız. “Nereye geldik?” diyemeden “Sınav var, sınava getirdik, emir aldık” dedi başka birisi.
            “Ne sınavı?”
            “Krallık sınavı” dediğinde “dalga geçiyorsunuz benimle” diyerek kapı aradım etrafta ama gözüme çarpmadı. Her taraf bembeyaz, yemyeşil, turuncu, mor durmadan değişen yanıp sönen renklerden başka bir şey göremedim.
            Tekrar karga tulumba götürmeye başladılar beni. “Giriiiin” diyen bir ses duydum ancak ses çok derinden geliyor gibiydi. Bir adım attım, önümde yürüyen merdiven görünmeye başladı. Yürüyen merdivenin arkası toplanarak ilerliyordum, yanımda iki üniformalı vardı. Benim kaçacağımdan korkuyorlar diye düşündüm.
            Yürüyen merdiven durunca, adım attım ama tek basamak vardı zaten. Genişçe bir salonda buldum kendimi. Üniformalılar kaldı geride. Kapı sesi duyuldu “Güüüüm” diye. Büyükçe ve ağır bir kapı olmalıydı benim duyup da göremediğim kapı.
            Salonun ucunda tam ortada bir adam göründü elinde kâğıt ve kalem vardı. Bana doğru iki adım attı ve durdu. Beni beklediği belliydi. Yaşlı görünce ayağıma gelmesi ayıp olacak ben hızla yaklaştım yanına. Gözlüğünün camları beş santim vardı kalınlıkları. Gözleriyse camın arkasında faltaşı gibi parlıyordu ve projektörü andırıyordu adeta. Tüm salonu aydınlatan oydu sanki. Çünkü başka bir ışık veya lamba yoktu.
            Biraz dikkat ettiğimde farkına vardığım bir masa ve sandalye vardı hemen önümde. Adam kâğıt ve kalemi yavaşça bıraktı masanın üzerine, iki adım geriye çekilerek “Soruları cevaplamanız gerekiyor efendim” dedi kibarca. Utandım bilge ve yaşlı adamın nazik davranışından. Çok şey sormak istiyordum ama adama saygısızlık olacakmış gibi gelmeye başladı ancak sınavın ne için gerekli olduğunu sorabildim.
            Bilge adam o kadar nazik ve kibar anlattı ki, sanki çok nazik bir şeyi incitmeye korkuyormuş gibi bir hali vardı. Etrafıma bakındım çaktırmamaya çalışarak, başkalarına mı söylüyor acaba diye. Ben ve kendisinden başka kimse yoktu.
            “Efendim, memleketin biri zor durumda, biz de zor durumdan kurtulması için dünyanın her yerinden seçilmişleri toplayıp en bilge kralı seçeceğiz ve zor durumda olan memleketi kurtaracak. Tehlikeyi atlatınca da isterse bırakacak başka bir yerde görevlendirilecek ya da kendi isteğiyle emekli olmasına izin verilecek. Tek şart var ki aldatmaya çalışmayacaksınız sınavda, çünkü bizler aldanmayız ve sizin niyetinizi, aklınızdan geçen her şeyi biliriz eğer istersek. Sınav esnasında da bu algımız açık olacak.” Gözden kayboldu yaşlı bilge. Yapayalnız koskocaman salonun içinde kalakaldım.
            Sorulara baktım:
1-      Deli İbrahim’i tanıyor musunuz?
2-      Osman’ı tanıyor musunuz?
3-      Kazıklı Voyvoda, Baltacı ve Katarina tanıdık geliyorlar mı?
4-       At binebilir misiniz?
5-      Eğer kral olursanız ilk işiniz ne yapmak olur?
Sorular devam edip gidiyor ama soruları okumaya başlayınca “Dünyayı verseniz ben
Kral olmak istemiyoruuuuum” diye bağırdım avazım çıktığı kadar. Ne duyan oldu ne de bir ses veren. Terlemeye başladım birden. Bıraktım okumayı, arkama yaslandım, derin derin nefesler alıp verdim bir süre. Ne güzel rahatım vardı, avare avare dolaşıp duruyordum. Arada canım sıkılınca birkaç satır karalıyor arada bir şeyler okuyarak zaman geçiriyordum. Ha unutmadan söyleyeyim blog da yazıyordum naçizane. Bir iddiam yok aslında.
            Baktım olacak gibi değil, kurtuluş yok. Cevapladım tüm soruları kısa sürede. Kazıklı Voyvoda, Baltacı ve Katarina’ ya takıldı kafam. Acaba bir bityeniği mi vardı bu soruda. “Tanıdıklar” dedim ama yine de huylandım. Ne de olsa “kazık ve balta” vardı işin ucunda.
            Kral olursam ilk yapacağım işe gelince hiç düşünmeden döktürdüm aklıma ne gelirse. “Bilgi hapları oluşturup herkese yuttururum, yaşlı, genç, çoluk çocuk demeden ve çocuklarla oyunlar oynamak isterim bolca. Onlardan öğreneceğim çok şey olduğunu düşünüyorum” diye yazdım.
            Soruların cevapları tamamdı. Kalemi bıraktım kâğıdın üzerine ve arkama yaslanarak beklemeye başladım. Uyumuşum anlaşılan, kalabalığın sevinç naralarıyla kendime geldim. Tedirginlik yaşadım önce. Herkes çok sevinçliydi, halay çekiyorlardı.
            Yaşlı bilge göründü aralarından, en öne çıkıp bana baktı dikkatlice. Gülümseyerek: “Zor durumda olan memleketi kurtaracak sensin ey bilge seçilmiş kişi, kral oldun, bu gün eğlenmene bak, her istediğin emrine amade olacak. Yeter ki aklından geçir, ayağının dibinde olacak her istediğin. Yarın yolcu edeceğiz seni.” Sözlerini bitirdikten sonra iki büklüm oldu selamladı ve arka arkaya geriye çekilip kalabalık içinde kaybolup gitti. Diğerleri de arkasından kaybolup gittiler.
            Yalnız kalınca Kösem Sultan, Deli İbrahim canlandı gözlerimin önünde. Önceleri İbrahim’in sırtında kürk vardı. İnanamıyordu kafesten çıkarıldığına ve kral olacağına. “İstemiyorum sizler beni kandırıyorsunuz, ben iyiydim hapis hayatımda, yaşayıp gidiyordum, ne olur bırakın beni kendi halime” diyordu.
           Kösem Sultan anlı, şanlı güzel mi güzel bir o kadar da alımlı ve çalımlı, bir orduya bedeldi. Bu kadar kendisine güvenmesi tüylerimi diken diken etti. Açıkçası gözüm korktu hanım hanımcık kadının heybetinden. Ne olduysa bir anda işler karıştı ve zebani gibi adamlar İbrahim’i yaka paça hapsolduğu odaya çektiler ve boğdular, yalvarmasına aldıran yoktu, gözyaşları sel olmuş akıyordu. Kösem Sultan görüyordu olanları, o heybetli kadın bir anda yıkıldı adeta. Üzerinden fazla zaman geçmedi Kendi başına da aynı durum geldi ancak hiç istifini bile bozmadı celladının karşısında. “Ne yürek varmış be” demekten kendimi alamadım.
            Top, tüfek, bağrış, çığrış arasında kan ter içinde kendime geldim. Cılık su içindeydim. “Nayıııır, nolamaz, kral olmak istemiyoruuuum” diye bağırarak kaçmaya çalışırken uyanıverdim. Bir kova suyu yemişim o anda uyandırılmak için. Yeri göğü inletmişim de mahalle ayağa kalkmış neredeyse.

08.11.18- Halil Gönül

Görsel: Google Görseller

8 yorum:

  1. güldüren düşündüren iletinizi beğeniyle okudum.
    Sizi de benim bloguma davet ediyorum.
    www.erhantigli.blogspot.con

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim, mutlaka ziyaretinize geleceğim. :)

      Sil
  2. ben deeee koşarkeen düştün bayıldın baygınken hayaller gördün sanıdım :) rüyamış. severim rüyaları. her gece bir dolu rüya görüp yazıyom ben dee :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ne güzel, eskiler "Rüya görmek yaşamanın belirtisidir" derlerdi. Rüya gördükçe sevinirdim ben de çocukken; yaşıyorum diye. :)

      Sil
  3. Yüreğinize sağlık ne güzel anlatmışsınız rüyanızı. Kurtarılmayı bekleyen ülkeler anlamlı.

    YanıtlaSil

Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.