Memleket Kurtaracak Kral
Geçenlerde koşuya çıktım, hava serin
ve bulutluydu. Elimden geldiğince koşturmaya çalışıyorum ısınmak için. Kan ter
içinde kaldım bir süre koşturduktan sonra ve motor su kaynatmaya başladığında
biraz yavaşladım bir taş üstüne oturmaya niyetlendim.
Tam oturacakken
gözlerim karardı birden ve kendimi havada buldum, ayaklarım yerden kesildi. Karga
tulumba götürülüyorum kanatlı meleklerin ve bir sürü sayıca kestiremediğim
üniformalı kişiler tarafından. Uçuyorlardı hepsi de. İçim bir tuhaf oldu hava boşluğuna
girip çıka girip çıka. Yolculuk epeyce sürdü ama ben bilemedim.
Nokta kadar
küçük görünen bir yere doğru pike yaptık hep beraber ve dağın tepesindeki bir
saraya benzer yere indik. Hiç merdiven yoktu binada, yara yara katları indik
aşağıya doğru. Gözlerimi yumup kafamı korumaya çalıştım.
Bir anda
hareket kesildi “Aç gözlerini, seçilmiş” dedi kadife sesli bir bayan sesi. Etrafıma
bakındım kim olduğunu anlayabilmek için ama ne mümkün. Hepsi birbirine benzeyen
binlerce genç kız. “Nereye geldik?” diyemeden “Sınav var, sınava getirdik, emir
aldık” dedi başka birisi.
“Ne sınavı?”
“Krallık
sınavı” dediğinde “dalga geçiyorsunuz benimle” diyerek kapı aradım etrafta ama
gözüme çarpmadı. Her taraf bembeyaz, yemyeşil, turuncu, mor durmadan değişen
yanıp sönen renklerden başka bir şey göremedim.
Tekrar karga
tulumba götürmeye başladılar beni. “Giriiiin” diyen bir ses duydum ancak ses
çok derinden geliyor gibiydi. Bir adım attım, önümde yürüyen merdiven görünmeye
başladı. Yürüyen merdivenin arkası toplanarak ilerliyordum, yanımda iki
üniformalı vardı. Benim kaçacağımdan korkuyorlar diye düşündüm.
Yürüyen merdiven
durunca, adım attım ama tek basamak vardı zaten. Genişçe bir salonda buldum
kendimi. Üniformalılar kaldı geride. Kapı sesi duyuldu “Güüüüm” diye. Büyükçe ve
ağır bir kapı olmalıydı benim duyup da göremediğim kapı.
Salonun ucunda
tam ortada bir adam göründü elinde kâğıt ve kalem vardı. Bana doğru iki adım
attı ve durdu. Beni beklediği belliydi. Yaşlı görünce ayağıma gelmesi ayıp
olacak ben hızla yaklaştım yanına. Gözlüğünün camları beş santim vardı
kalınlıkları. Gözleriyse camın arkasında faltaşı gibi parlıyordu ve projektörü
andırıyordu adeta. Tüm salonu aydınlatan oydu sanki. Çünkü başka bir ışık veya
lamba yoktu.
Biraz dikkat
ettiğimde farkına vardığım bir masa ve sandalye vardı hemen önümde. Adam kâğıt
ve kalemi yavaşça bıraktı masanın üzerine, iki adım geriye çekilerek “Soruları
cevaplamanız gerekiyor efendim” dedi kibarca. Utandım bilge ve yaşlı adamın
nazik davranışından. Çok şey sormak istiyordum ama adama saygısızlık olacakmış
gibi gelmeye başladı ancak sınavın ne için gerekli olduğunu sorabildim.
Bilge adam o
kadar nazik ve kibar anlattı ki, sanki çok nazik bir şeyi incitmeye korkuyormuş
gibi bir hali vardı. Etrafıma bakındım çaktırmamaya çalışarak, başkalarına mı
söylüyor acaba diye. Ben ve kendisinden başka kimse yoktu.
“Efendim,
memleketin biri zor durumda, biz de zor durumdan kurtulması için dünyanın her
yerinden seçilmişleri toplayıp en bilge kralı seçeceğiz ve zor durumda olan
memleketi kurtaracak. Tehlikeyi atlatınca da isterse bırakacak başka bir yerde
görevlendirilecek ya da kendi isteğiyle emekli olmasına izin verilecek. Tek şart
var ki aldatmaya çalışmayacaksınız sınavda, çünkü bizler aldanmayız ve sizin
niyetinizi, aklınızdan geçen her şeyi biliriz eğer istersek. Sınav esnasında da
bu algımız açık olacak.” Gözden kayboldu yaşlı bilge. Yapayalnız koskocaman
salonun içinde kalakaldım.
Sorulara baktım:
1- Deli İbrahim’i tanıyor musunuz?
2- Osman’ı tanıyor musunuz?
3- Kazıklı Voyvoda, Baltacı ve Katarina
tanıdık geliyorlar mı?
4- At binebilir misiniz?
5- Eğer kral olursanız ilk işiniz ne
yapmak olur?
Sorular devam edip gidiyor ama
soruları okumaya başlayınca “Dünyayı verseniz ben
Kral olmak istemiyoruuuuum” diye bağırdım avazım çıktığı
kadar. Ne duyan oldu ne de bir ses veren. Terlemeye başladım birden. Bıraktım okumayı,
arkama yaslandım, derin derin nefesler alıp verdim bir süre. Ne güzel rahatım
vardı, avare avare dolaşıp duruyordum. Arada canım sıkılınca birkaç satır
karalıyor arada bir şeyler okuyarak zaman geçiriyordum. Ha unutmadan söyleyeyim
blog da yazıyordum naçizane. Bir iddiam yok aslında.
Baktım olacak
gibi değil, kurtuluş yok. Cevapladım tüm soruları kısa sürede. Kazıklı Voyvoda,
Baltacı ve Katarina’ ya takıldı kafam. Acaba bir bityeniği mi vardı bu soruda. “Tanıdıklar”
dedim ama yine de huylandım. Ne de olsa “kazık ve balta” vardı işin ucunda.
Kral olursam
ilk yapacağım işe gelince hiç düşünmeden döktürdüm aklıma ne gelirse. “Bilgi
hapları oluşturup herkese yuttururum, yaşlı, genç, çoluk çocuk demeden ve
çocuklarla oyunlar oynamak isterim bolca. Onlardan öğreneceğim çok şey olduğunu
düşünüyorum” diye yazdım.
Soruların cevapları
tamamdı. Kalemi bıraktım kâğıdın üzerine ve arkama yaslanarak beklemeye
başladım. Uyumuşum anlaşılan, kalabalığın sevinç naralarıyla kendime geldim. Tedirginlik
yaşadım önce. Herkes çok sevinçliydi, halay çekiyorlardı.
Yaşlı bilge
göründü aralarından, en öne çıkıp bana baktı dikkatlice. Gülümseyerek: “Zor
durumda olan memleketi kurtaracak sensin ey bilge seçilmiş kişi, kral oldun, bu
gün eğlenmene bak, her istediğin emrine amade olacak. Yeter ki aklından geçir,
ayağının dibinde olacak her istediğin. Yarın yolcu edeceğiz seni.” Sözlerini bitirdikten
sonra iki büklüm oldu selamladı ve arka arkaya geriye çekilip kalabalık içinde
kaybolup gitti. Diğerleri de arkasından kaybolup gittiler.
Yalnız kalınca Kösem Sultan, Deli İbrahim canlandı gözlerimin önünde. Önceleri İbrahim’in
sırtında kürk vardı. İnanamıyordu kafesten çıkarıldığına ve kral olacağına. “İstemiyorum
sizler beni kandırıyorsunuz, ben iyiydim hapis hayatımda, yaşayıp gidiyordum,
ne olur bırakın beni kendi halime” diyordu.
Kösem Sultan
anlı, şanlı güzel mi güzel bir o kadar da alımlı ve çalımlı, bir orduya
bedeldi. Bu kadar kendisine güvenmesi tüylerimi diken diken etti. Açıkçası gözüm
korktu hanım hanımcık kadının heybetinden. Ne olduysa bir anda işler karıştı ve
zebani gibi adamlar İbrahim’i yaka paça hapsolduğu odaya çektiler ve boğdular,
yalvarmasına aldıran yoktu, gözyaşları sel olmuş akıyordu. Kösem Sultan
görüyordu olanları, o heybetli kadın bir anda yıkıldı adeta. Üzerinden fazla
zaman geçmedi Kendi başına da aynı durum geldi ancak hiç istifini bile bozmadı
celladının karşısında. “Ne yürek varmış be” demekten kendimi alamadım.
Top, tüfek,
bağrış, çığrış arasında kan ter içinde kendime geldim. Cılık su içindeydim. “Nayıııır,
nolamaz, kral olmak istemiyoruuuum” diye bağırarak kaçmaya çalışırken
uyanıverdim. Bir kova suyu yemişim o anda uyandırılmak için. Yeri göğü
inletmişim de mahalle ayağa kalkmış neredeyse.
08.11.18- Halil Gönül
Görsel: Google Görseller
güldüren düşündüren iletinizi beğeniyle okudum.
YanıtlaSilSizi de benim bloguma davet ediyorum.
www.erhantigli.blogspot.con
Teşekkür ederim, mutlaka ziyaretinize geleceğim. :)
Silkaleminize sağlık :)
YanıtlaSilTeşekkür ederim. :)
Silben deeee koşarkeen düştün bayıldın baygınken hayaller gördün sanıdım :) rüyamış. severim rüyaları. her gece bir dolu rüya görüp yazıyom ben dee :)
YanıtlaSilNe güzel, eskiler "Rüya görmek yaşamanın belirtisidir" derlerdi. Rüya gördükçe sevinirdim ben de çocukken; yaşıyorum diye. :)
SilYüreğinize sağlık ne güzel anlatmışsınız rüyanızı. Kurtarılmayı bekleyen ülkeler anlamlı.
YanıtlaSilTeşekkür ederim. :)
Sil