Yanlış hatırlamıyorsam Aristo’nun bir
cümlesiydi. “Evlilik iyidir, hoştur. Hele çok iyi huylu, mutlu biri olursa siz
de mutlu olursunuz ve ileride şair olursunuz, fakat kötü biri olursa benim gibi
filozof olursunuz.”
Bu
dünyada ne kadar filozof ve ne kadar mutlu insan vardır bilinemez ama yaşamda bu
tarz sorgulana sürekli yapılagelmiştir. Her insan da mutlaka yaşamında
defalarca kez sorgulamıştır.
Hasan’ın
çocukluk dâhil yaşamı hep sorumluluk ile geçmiştir. Genel olarak değerlendirildiğinde
kendi kendinin sorumluluklarına ilave olarak mutlaka başka bir varlığın
sorumluluğunu bazen zorunlu bazen de kendi isteğiyle ilave olarak yüklenmiştir.
Her zaman da başka sorumluluklar ağır basmıştır.
Aile
yoksul, çiftçilikle geçimini temin eder, bir çift öküzleri, bir eşekleri, birkaç
keçileri vardır. Tarım yaptıkları, kıraçta olsa arazileri çok sayılmaz.
Yaşadıkları yer dağ eteğinde yaklaşık sekiz yüz nüfuslu bir köydür. Genelde
köyde insanlar ufak tefek farklılıklarla birbirine benzer. Köy bahar aylarında
yeşilin her tonuyla bezenir, en sıcak aylarda bile insanı boğmayan bir sıcaklık
olur. Bir şiir de bahsedildiği gibi, “karşıda görünen beyaz dişli siyah kümeye
köy derler.” İfadesi tam tanımdır.
Genellikle toprak dam örtü ve taş duvar örgü olarak doğal yapı
malzemelerinden yapılmış renk tonu olarak gri ve siyaha yakın tonlardır. Farklı
renk tonu olarak dış ön cephelerde ahşap kullanılır. Bu nedenle uzaktan
bakıldığında siyah bir küme olarak algılanır. İnsanların yaşamı hep doğa ile
mücadeleden geçer. Doğa acımasızdır. Doğa ya düşmanlık edemezsiniz, barışık
yaşamak zorundasınız.
Hasan ve ailesi de doğa ile mücadele içinde yaşam sürdürmeye çalışıyor. Her zamanda doğanın kuralları içinde kalıyorlardı bu bilinçli bir tavır olmayıp bir tür zorunluluklardan kaynaklanıyor. Bazen seller bazen yıldırım, bazen de sıcaklık, zirai hastalıklarda cabası.
Hasan
bu yaşamın bir parçası olarak kendince düşünüp kendi çapında mücadelelerini
veriyor. Ve aile yaşamına katkıda bulunuyor. Bir şikâyeti var gibi görünmüyor.
Bazen üzüntülü bazen sevinçli yaşayıp gidiyor.
Dört
yaşlarında bir gün farklı bir durum gelişti, bir erkek kardeşi daha geldi
dünyaya. Çok şaşkındı. Bir türlü anlayabildiği bir durum değildi. Kimseler de
bir şey anlatmıyordu kardeşi için. Ne yapmalıydı, neler olacaktı. Her şey
doğaçlama gelişecekti. Zaten yaşamları
doğaçlama devam ediyordu. Ailesinin mücadeleleri fark edilir bir şey
değiştirmiyordu.
Bebeğe
Recep adı verilmişti. Bazen İrecep, bazen de Recep oluyordu. Hasan’a göre her zaman İyecep’ ti.
Recep
bir yaşını doldurmak üzere ve Hasan’ın Recep üstünde ki sorumlulukları artmaya
başladı. Tarlalarda çalışılırken Ana’sı Recep’i emzirir altını temizler ve Hasan’ın
sırtına - yünden el örmesi olan bir kolan (üç, beş cm genişliğinde yarım cm
kalınlığında renkli yün el örgüsü) ile -sararlar ve Hasan bir daha dinlenme
aralığına kadar Recep’i gezdirirdi, çoğu zaman.
Hasan
yaşamı ve kendi hayatını kendine has gözlemlerine göre sorgular, başkalarının
yaşamıyla kıyaslar kendine göre sonuçlar çıkarırdı. Derken kardeşi Recep
büyüyüp koşturmaya başladı, birlikte oyunlar oynayıp eğleniyorlardı, kimseye
yük olmadan. Aile zamanının büyük bir çoğunluğunu arazide geçirir bazen de eve
geç geldikleri olurdu. İşler bitmiyordu bazen, yarına kalmasın diye karanlığa
kadar çalışmak zorunluluğu hissederlerdi kendilerinde. İki küçük çocuk bu
durumu bir türlü anlayamaz kendilerine göre olumsuzluktu. Böyle zamanlarda bir
yerde uyuya kalırlar ve işlerini bitiren veya yarım bırakmak zorunda kalan
ailesi onları arar bulur uyandırırlardı. Köye kadar olan yolculuklarını eşek sırtında
da olsa uyuklayarak geçirirlerdi.
Yıllar böyle devam etti. Okul çağına
gelen Hasan okula yazıldı, yaşamına farklılık gelmişti; yeni şeyler öğrenmeye
başlamıştı. Bir gün öğretmenleri okulun önüne topladılar herkesi ve merak
içindelerdi. Neden toplanıldığını bilmiyorlardı ve hiçbir öğretmende
söylememişti. Beklediler bir süre ayakta. Bir öğretmen geldi, merdivenlerin en
üst basamağına çıkarak anlatmaya başladı, öğretmen konuşurken bir tane de
sandık kadar büyük bir radyo koydular yanına. “Çocuklar, bu gün önemli bir gün
dünyada, Amerika Milli Havacılık ve Uzay Dairesi tarafından
fırlatılacak olan Apollo-9
uzay aracıyla ay yüzeyine inmeye çalışacaklar, sizin anlayacağınız, insanlar Ay'a
gitmeye başlayacak, biraz sonra radyodan, fırlatırken yapılan konuşmaları
duyacaksınız. Şimdi gürültü yapmadan sıralarınızda bekleyin, ihtiyacı olanlar
çabuk gidip gelsinler” dedi. Bir uğultu başladı sıralardan. Sıradaki toplam
öğrenci sayısı kırk kadardı. Aradan on on beş dakika geçmeden radyodan
cızırtılar geldi ilk anda ve bir süre sonra netleşti. Sesleri net
duyabiliyorduk, herkes nefesini tutmuş konuşmaları dinliyordu. Geri sayım
başlamıştı. Bir süre sonra araç fırlatıldı, gökyüzüne doğru çıkan küçük bir
araba gibi düşünüyordu Hasan, araba yuvarlak hatlı ve burnu sivri olmalı ki
daha hızlı gidebilsin; aksi halde rüzgâr karşı gelir ve hızını keser diye
geçiriyordu kafasından. Bir taraftan da korkmaya başlamıştı, gökyüzüne baktı
istemeden “ya taş fırlatırlarsa oradan, işeyip sıçarlarsa tepemizden” deyiverdi
bir anda ve yanındaki arkadaşı dürttü Onu “sessiz ol” diye, anlamamıştı ne
dediğini. Fırlatma kulesi ile füzedekiler arasındaki konuşma duyuldu bir süre
sonra ve kısa bir süre sonra da topluluk dağıtıldı. Teneffüs arası verilmiş
oldu. Tekrar derslere girilecekti ardından.
Okul sonrası eve geldiğinde Recep’e
anlattı durumu, çok heyecanlanmıştı kardeşi de bu durumu duyunca. “Abi taş
atarlarsa ne yapacağız?” dedi bir an korkuya kapılarak. Sonra babasına
anlattılar birlikte. Anneleri de yanlarındaydı. Önce annesi ve babası inanmaz
gibi oldu, sonradan “tamam tamam” diyerek gönlünü almıştı babaları her ikisinin
de. O gün uyuduğunda, Receple birlikte beyaz bir at sırtına binmişler evlerinin
üstünden uçarken görmüştü rüyasında Hasan. Rüyasını anlattı kalktığında ocakta
ekmek yapan Annesi’ ne. “ ömrünüz uzayacak yavrum, Allah uzun ömürler versin
İnşallah” dedi sevgiyle dolu gözleriyle ona bakarak. “haydi, ellerini ve yüzünü
yıkayıp gel yağlı ekmek yapayım sana, ye de git sıcak sıcak” dedi.
O dinlediği radyo çok şey değiştirdi
kafasında. Merakları arttı. Gezegenler, başka gezegenlerde yaşayanların olup
olmadığı, füzeler ve daha birçok şeye merak sarmaya başladı. Arada bir
derslerde öğretmenine bir şeyler soruyor sınıf gülüyordu sorduğu sorulara ve
öğretmen sınıfı susturup anlatıveriyordu sorduğu konuyu. Öğretmeninin de
dikkatini çekti bu durumu kısa süre içinde.
Kitap okuması kısa sürede çok artmıştı. Kendi kendine de karar vermişti
zaten, okul kapanınca da bulup okuyacaktı kitaplardan, isterdi başka okullarda
okuyan büyüklerden; vereceklerinden emindi. Öyle de yaptı. Okul kapanınca inek
otlatmaya gittiğinde her gün kitabı oldu yanında ve ineğiyle buzağısını geniş
bir araziye götürüp salıveriyordu ve başlıyordu okumaya, bazen dalıyordu ve
inek başkalarının bahçesine girip zarar veriyordu. Bu yüzden tokat da yemişti
babasından. Olsun önemsemiyordu tokatı ama aynı şey kendi bahçelerine de
yapılsa kendisi de kızardı; onun için dikkat etmeliydi Gülnaz ve Gülfidan’a. İneği
ve buzağının adıydı bunlar. İneğin adını Gülnaz, yavrusuna da Gülfidan adını
koymuştu. Gülfidan da dişiydi ve onun da yavruları olacaktı büyüyünce. Oynaşıyorlardı
bazen.
Sıcak bir temmuz günü yine Gülnaz ve Gülfidan’ı
salmış araziye kitap okumaya başlamıştı. Öğle zamanı geldiğinde Gülnaz
bağırarak koşturmaya başladı çam ağaçları arasına doğru ve Gülfidan da
arkasından. Ne olduğunu anlayan Hasan da kalkıp koşturmaya başladı arkalarından
kaybetmemek için. Gülnaz’ı büğelek-bir tür iri sinek- sokmuştu. Canı yanan
hayvan da koşturuyordu can havliyle. Yardım isteyebileceği kimse yoktu etrafta
ve kendisi de yakalayamıyordu, arkasından koşturmak dışında bir şey gelmiyordu
elinden; koşturdukça da bitkinleşiyor nefes nefese kalıyordu. Gülnaz ormana dalınca
biraz sakinleşti, kalın çam gövdesine sürünüyor, böğürüyor bazen de çitme
atıyordu. Gülfidan’ı yakalamak geçti bir anda aklından ve annesinin yanında
duran buzağıya doğru yaklaştı yavaş yavaş. Gülfidan’ı boynundan sarılarak
yakaladı, sürükleniyordu Gülfidan kaçmaya çalışırken; sımsıkı sarıldı boğazına,
bırakmadı bir süre. Kendi canı da yanmıştı bir şekilde ve Gülfidan’a kızmıştı. Birkaç
yumruk vurdu kafasının ortasına. Sağ elinin yüzük parmağı ağrımaya başlamıştı. Gülfidan
sakinleşmeye başladı bir süre sonra ve beklediler bir süre. Gülfidan’ın anası
yanlarına doğru geliyordu, bunu gören Hasan sevinmeye başladı. Doğru düşünmüştü
“hangi ana yavrusunu bırakır ki?” dedi Gülfidan’ın yumruklanan başını öperek.
Anası yavrusunu bırakmıyordu. Bir süre bekleyip orman içinden çıkıp gittiler
çayırlığa.
Gülfidan |
Halil GÖNÜL / Aydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.