"Şıngıraklı-ayakkabı" |
ŞINGIRAKLI AYAKKABI
Kardeşim Recep beş yaşında ben de dokuz yaşındaydım. Arada bir kavgalarımız olur bazen de küserdik kavgadan sonra. Biz sınıfımızdan arkadaşlarla kiremit devirme oynarken Onu oyuna almamıştık küçük diye; kavgamızın sebebi buydu, küstü bana iki gün.
Çoğu zaman başına buyruk, kafasına
eseni yapar; cesaretliydi her zaman. Babamız da onu, bundan dolayı benden daha
fazla severdi ve ben de hissederdim o durumu. Aslına bakarsanız ben de kardeşimin
cesaret ve başı buyrukluğuna imrenir hayran olurdum, kıskanırdım da; onun gibi
gözü kara olmak isterdim. Ne zaman gözü karalık yapsam elime yüzüme bulaştırır,
ya arkadaşlara rezil olur ya da babamdan zılgıt yerdim. “Daha oturaklısın sen
oğlum Hasan, uyma şu kara göz Recebime” derdi babam, başımı okşardı sonra da;
bir şaplak indirir enseme. Hiç anlayamazdım her ikisini de bazen. Sanki kafa
kafaya verip beni rezil etmeye uğraşıyorlar gibi gelirdi bana. Daha yavaş
davranırdım korkaklığım yüzünden bazen, kendime göre teknikler geliştirmiştim
ve uyguluyordum onların birlikteliklerine karşı. Düşünmekte geç kaldığımda
söyleneni duymamış gibi yaparak tekrar sorardım ne dediğini ve tekrarlamasından
zaman kazanmış olurdum; doğru taktiği ve cevabı bulabilmek için. Babam bir kaç
kez fark etmişti bu kurnazlıklarımı ama bir şey söylemeden yalnızca ima etmişti
ve ben de anlamıştım demek istediğini.
İkimize aynı zamanda alınırdı giyecekler. Şıngıraklı
naylon ayakkabı alınmıştı ikimize de. Yazın giymek içindi. Açık gözleri vardı,
kemer tokasına benzeyen tokası vardı yanında ve dil kısmını tokanın içinden
geçirip dilin üstünden ters tarafa bastırdığın zaman kilitleniyordu ayakkabı ve
ayağımızda sımsıkı duruyordu. O güne kadar giydiğimiz lastik ayakkabılarının
hepsi de ayaklarımıza geniş gelir ayak arkalarını vurur ya da ayaklarımızın
içinde kaymasından tırnaklarımız vurur burnuna ve tırnaklarımız acırdı. İlk
defa da yazlık ayakkabımız olmuştu, hem de mavi kırmızı karışımı bir renkte.
Diğerlerinin hepsi de siyah lastikti. İkimiz de giydik şıngıraklı
ayakkabılarımızı ve tokaların mandallarını bastırdık ayaklarımıza göre
ayarladıktan sonra. Yürümeye başladık tahtalıkta. Tahtalık: zemin kat tavanının
tahtayla kaplanmış, açık teras işlevi gören bir bölümdür. Bütün odalar tahtalığa
açılır ve tahtalık merdivenle bağlantılıdır. Birkaç adım attıktan sonra Recep
durakladı bir an, eğildi mandalını açtı, sıkıştırılmış olan dil kısmını boşa
çıkardı ayakkabılarının, yani bağcık gevşetmiş gibi oldu. Bu durumu fark
etmemişti babam başka işle oyalanırken ve başını çevirmeden uğraştığı işten
“haydi asker yürüyüşünüzü göreyim” dedi, der demez biz ikimiz de aynı anda
başladık ayaklarımızı kaldırıp tabanına vurmaya. Kollar da sallanıyor tabii ki,
kol sallanmadan ve ayak tabanları yere sert vurulmadan asker yürüyüşü mü olur.
Alabildiğine coşmuştuk. Daha iki kere ayaklarımızı yere vurmuştuk ki Babamız
başladı kahkahayla gülmeye hem de ne gülme, katıla katıla gülüyordu. İşini
gücünü bırakıp bize döndü ve ben hala anlamamıştım neden güldüğünü, bir an durakladım.
Recep olan azmiyle devam ediyordu yürüyüşe. O anda sesi duydum bende. Recep’in
şıngıraklarının sesi geliyordu ve zil gibi ses çıkarıyordu tokanın mandalı. Dil
kısmı içinden çıkarılıp serbest kalınca mandal kısmı, hareket esnasında toka kısmıyla temas ediyor
ve zil sesine, def zili sesine benzer ses çıkıyordu. O ses çıkardığı içinde
“şıngıraklı ayakkabı” adı verilmiş zaten; sonradan öğrenmiştim neden öyle
isimlendirildiğini. Bizim Recep’in kafası esmişti gene ve yapmıştı yapacağını.
“Gel lan buraya, cingöz herif” dedi babam gülerken, zar zor anlamıştı Recep de
dediğini, el işaretinden “gel” dediği anladığında geriye dönüp yanına kadar
geldi aynı tempoyla ve kendine has bir asker selamı çaktı tam önünde durdu esas
duruşta. Esas duruşu da kendine hastı tabii ki. Adamın her şeyi kendine hastı
zaten. Ciddi olmaya çalışıyor ama işte onu beceremiyordu. Babamın gülmesinden
dolayı kendini zorluyordu gevşeyip gülmemek için. Babam da onu hayran hayran
seyrediyordu. Ensesinden yakaladı sağ dizinin üstüne doğru çekti “otur lan
Recep, sen de gel bakayım” dedi sol eliyle bana işaretle ve beni de belimden
yakalayıp oturttu diğer dizinin üstüne. Kendisi bağdaş kurmuş oturuyordu.
İkimizin de yanaklarımızdan öptü “sizi gidi eşşek sıpaları sizi, ne yapacağım
ben sizlerle böyle, nasıl dengeleyeceğim kendimi? Her an şaşırtıyorsunuz ikiniz
de” dedi ve birer defa daha öptü her ikimizin de yanağından.
“Hanım o yumurtalar neredeyse çak bakalım onları bu
keratalara ödül olarak, bana da yemek ver koca bir tabak. Pazarda yemek yemeden
geldim bu sefer çok açım” dedi neşe içinde. Gece gidilirdi pazara, köyden. Çam
dolu dere tepe olan patika yoldan ortalama iki saat kadar zaman alırdı yürüyüş
hızına bağlı olarak. Sabah erkenden pazara yetişebilmek için gidilirdi kasabaya
ve sabaha yakın köyden kalabalık olarak düşülür yollara, şamata yapa yapa yol
alınır. Bazıları eşeksırtında gider bazıları da yaya olarak devam ederler ve
şakalar, türküler gırla gider o yolculukta. Birkaç defa ben de gitmiştim
babamla birlikte. Babam eşeğin semerine biner ben de onun arkasına eşeğin
çıplak kışı üstüne biner ve babama sarılırdım belinden. “sakın uyuyayım deme
haa! Bak aşağıya, ne kadar uzak gördün mü?
Bi yuvarlanırsan parçanı toplayamayız ona göre. Anladın mı iyice?” diye
de sıkı sıkı tembihlerdi her seferinde. Ben her ne kadar “anladım” desem de,
tedbiri elden bırakmaz, bir elini arkaya atar beni tutar, diğer eliyle eşeğin
yularını tutardı. Kolu yorulunca diğeriyle değiştirirdi. Bazen uyukladığım da
oldu tabi ama ufak sallanmayla hemen sıkıca yakalandım babam tarafından ve
düşmekten kurtuldum. Özellikle tan vakti sularında bir ağırlık basardı üzerime
ve uykum çok geliverirdi birden. En büyük kaza anlarıydı o zamanlar. Belki de
dere tepeyi bitirip ovaya, düz yollara indiğimizdendir. Serin, çoğu zaman rüzgârlı
hava biter ovaya inince ve daha ılık bir hava olurdu. Serinden birdenbire ılık
havaya geçiverince insan da gevşiyor belki de.
Anam getirdi dört tane çakılmış tavuk yumurtasını, cozur
cozur sesi çıkıyordu hala sofraya koyarken yağdan. Tereyağı da mis gibi
kokmuştu burnuma, “ye beni” diye bangır bangır bağırıyorlardı yumurtaların
sarıları top top tavanın içinde. Her bir
sarı ve etrafındaki beyazlık, Satürn gezegeni gibi geliyordu bana. Geçen sene
okumuştuk gezegenleri ve dokuz gezegenin dokuzunu da ezbere biliyordum. Etrafındakini “toz bulutu” demişti
öğretmenimiz.
Beyazını
yiyince dişlerimin arasında sanki toz toprak çiğniyormuşum gibi hisseder ve
zorla yutardım, ama sarısına bandım mı ekmeğimi hop diye atıverirdim ağzıma ve
neredeyse çiğnemeden yutmak isterdim. Bazen yumuşak yufkadan koparıp sunak
yapar kaşıkla alırmış gibi alırdım sarının çoğunu.
Anam da pek güzel pişirir yumurtayı. Kimsenin
anası da benim anam gibi pişiremez, iddiasına da girerim. Tam kıvamında olur;
ne çok pişkin, ne de çiğ. Yeme de yanında yat denilir ya işte tam da öyle
olurdu. Recep de boş durmuyor tabii ki, neredeyse benden fazla yiyor hızlı
hızlı ve onun sunakları benimkilerden daha büyük oluyordu. Yumurta hakikaten
büyük ödüldü bizim için bu aralar.
Tavuklarımızın
bir kısmı hastalanıp ölmüştü, kala kala iki tavuk kalmıştı yirmiye yakın tavuk
ve horozdan. Receple ikimiz ad takmıştık onlara da. Elif ve Hatçe. Haftada dört
beş yumurta ancak veriyorlardı bize. Babamın anamı tembihlediğini duymuştum bir
seferinde, “çocuklara biriktirelim bunları, satmayalım” demişti, folluktan aldığı iki yumurtayı ona verdikten
sonra usulca.
Askerdeyken
öğrenmiş babam yumurtanın çok yarayışlı olduğunu. İlkokul üçten ayrılmış,
fukaralık yüzünden okuyamamış babası ölüverince. Bana her şeyi biliyormuş gibi gelirdi. Bana
aritmetik soruları sorardı bir sürü ikinci sınıfta. Birinci sınıftın ortasında
bile sorduğunu hatırlıyorum
Hatçe-Elif |
İsim takmasına taktık ama olanlar da oldu on on beş gün
sonra duyduklarında. Evi bastı her ikisi de ellerinde uzun sopalarla. “Nerede o
eşşek sıpaları, eşeğin doğurdukları, terbiyesizler” diye avaz avaz bağırarak
geliyorlardı evimize doğru çıkan dik sokaktan. Evimizin karşısındaki komşular
çıktı ortalığa, seyretmek için kavgayı.
Anam da duymuş içeride, odadan. Yaz günü kapı pencere açık. Hemen
telaşla koşturup geldi yanımıza. Receple ben tahtalıkta oyun oynuyorduk o
esnada. “Ben başıma geleceği bilmem mi hiç, bir öleceğim günü bilmiyorum bir de
onu bilsem tam olacak benim işim” dedi ve bizi kartalın avını pençeleriyle
yakalayıp havalandığı gibi kaptı doğru iç odaya ve buğday ambarının içine
koydu. Buğdayın içine gömüldük gömülebildiğimiz kadar. Çift kapının ikisini de
kapatıp üstüne kilit vurdu ve kilit şıkırtısını duyduk. Üstümüzden
kilitlemişti. “Hiç sesiniz soluğunuz çıkmayacak, taa ben çıkın deyinceye kadar
anladınız mı ikiniz de?” dedi kilitli kapının arkasından.
Babam kahvedeydi o sırada. Birisi haber vermiş “baldızın
ve kaynanan bastı evi” diye. Babam da geldi bir süre sonra. Evin altını üstüne
getiriyorlardı bağıra çığıra. Anacığım da bir şey diyemiyordu ya da özellikle
öyle yapıyordu daha fazla sinirlenmesinler diye; çünkü bizi bırakıp hırslarını
ondan çıkarırlardı. “Nereye yolladın sıçtıklarını?” dedi Ninemiz. “Öğretmeni
çağırmış Hasanı, onun yanında öteki de
gitti, geç gönderecekmiş öğretmen haber salmış başka bir çocukla. O çocuk da
önünüzden gitti zaten” dedi anam. Öğretmen deyince akan sular duruldu.
Yelkenleri indi birden. “Eyi madem o zaman, biz gidiyoruz şimdi; gene gelicem
ama o cavır eniklerinin kulakları...” sözünü tamamlayamadı dönüverdiğinde
geriye; babam tam karşısında ters ve kızgın bakışları üzerindeydi. Göz göze geliverdiler
o anda. Babamın evde olduğunu bildikleri zaman hiç eve gelmezlerdi zaten,
anamla olan o son kavgalarından bu yana. Anama bağırmaya başlamıştı Ninem. Tam
da cümlesini bitiremeden yetişmişti babam ve kolundan tutup savurmuştu
tahtalığa ve kovmuştu evden. “Anası bile olsan, karıma bu evde ne de başka bir
yerde bir şey diyemezsin, defolun. Bir daha gelirseniz efendiliğinizle gelip
efendiliğinizle gidin” demişti.
Öğretmenimden de korkuyorlar. Teyzemin kızı Fatma benden
iki sınıf ileride okuyor. Öğretmenleri soru sormuş. Bilemeyenlerin içinde Fatma
da var. Öğretmenleri bizim öğretmenden izin isteyip onlara sorduğu soruyu bizim
sınıfa da sordu, tahtaya yazdı. Çözmemizi istedi. Ben hemen çözdüm el
kaldırdım. “Çık yavrum tahtaya” dedi ve çıkıp çözdüm. “aferin sana hasan, şimdi
öğretmenin izin verirse seni sınıfıma götürmek istiyorum” dedi. Öğretmenimiz de
izin verdi. Ben onların sınıfa girdim tahtaya doğru yöneldim karşımda Fatma ve
beş kişi daha dikiliyordu erkekli kızlı. “oğlum çözüver soruyu bu abi ve
ablalarına, onlar da görsünler kendi gözleriyle” dedi. Tahtada çözdüm soruyu ve
“anlatıver nasıl çözdüğünü” dedi öğretmenleri...
Öğretmenleri
onları cezalandırmak için benim onlara birer tokat atmamı istedi benden. Çok
şaşırmıştım, yapsam dediğini ya sonra ben ne yapacaktım? Cacığımı çıkarırlardı
benim, her biri benim üç katım eder; bırakın tokat vurmayı üfürseler
savrulurdum ben. Korkuyordum. Yüzüm kızarmış olmalı o an, alev alev yanıyordu
yanaklarım. Öğretmenleri ısrar edince ve kimsenin bana bir şey yapamayacağını
söyleyince, biraz da mecburiyetten yavaş bir tokat attım Fatma’ya. “Öyle olmaz”
dedi öğretmenleri. Daha kuvvetlice vurdum bu sefer ve üçüncü denemede
tamamladık görevi. Teşekkür edilerek öğretmenleri tarafından gönderildim kendi
sınıfıma.
Fatma
anasına biraz da abartarak anlatmış durumu. Kendisine kasıtlı daha kuvvetli
vurduğumu söylemiş. Bunun üzerine ertesi gün ninemle birlikte okul çıkışında
beklemeye başlamışlar benim çıkmamı ve benim kulağımı çekmeye kararlıymışlar.
Öğretmenim son teneffüste görmüş bunları, hemen anlamış durumu. Hademeyi
göndererek yanına çağırtmış. Müdür odasına çekmiş bunları epeyce fırça atmış
kendince ve bana bir zararları dokunursa mahkemelerde süründüreceğini söylemiş,
hademeyi de yanlarına çağırtıp şahit göstermiş. Onda şahitlik yaparım deyince
bunlar sus pus dönmüşler. O yüzden de korkuyorlar benim öğretmenimden.
Kilitin açılma sesini duyduk sevindik bir anda. Uykumuz
gelmişti orada hareketsiz dururken. Korkmamıştık hiç, gülmek bile gelmişti
içimizden. İndik ambardan aşağıya, üstümüz başımız toz içinde. “Hadi soyunun,
doğru banyoya” dedi anam. “Ulan sen sağken benim sırtım yere gelmez yav!” dedi
babam anamın sağ omzuna iki defa okşar gibi vurarak. Anam da kabaramazsın kel Fatma
olmuştu o zaman. Receple ikimizi götürürken banyoya, yürüyüşü bile değişmişti sanki
koltukları kabardı. Ben “gluk gluk gluk” yapınca Recep durur mu hiç. Koro
halinde gittik banyoya, çıplak kıçlarımıza şaplak yiye yiye.
Halil Gönül / Aydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.