Kaplumbağa |
KAPLUMBAĞA
Recep’in pipisi daha iyileşmemiş tam olarak. Sabah kalktığımızda ilk iş olarak ona bakmak oldu, denedi çişini
yapmayı, kısmen başarılı oldu.
Tekrar zeytinyağı sürüldü ve sarıldı beline dolanan bir bezle. Kahvaltı neşeli geçti gene sayesinde. Babam ve anam takıldılar ona yaptıklarından dolayı.
Pişman olmuştu yaptığına.
“Bir daha kim ne yaparsa yapsın, ben size sormadan yapmayacağım aklımın ermediklerini; aklımın erdiklerini de düşünüp öyle yapacağım” deyince bir daha gülüşmüştük. İyi bir ders almıştı.
Kahvaltımız zengindi bu sabah. Hatce ve elif iyi çalışmışlar hafta boyu. Anam tereyağında yumurta yapmıştı, tavayla koydu yer sofrasının üstüne, yanında kendi yaptığı erik reçeli, siyah zeytin, bahçemizden çakır domates, yeşil çıtır çıtır biber ve çay vardı. İştahla yaptık kahvaltımızı. Recep’in yüzünden gidemediğimiz bahçeye bu gün erkenden gidecektik, babam söylemişti kahvaltıya otururken. Recep de gelmek istemişti ama babam ona kalmasını söyleyince mızmızlanarak kabul etti. Darıyı bahçede ütüp yemeyecektik getirip evde birlikte yapacaktık evin önünde. Öğleye dönermişiz zaten, öyle demişti babam.
Tekrar zeytinyağı sürüldü ve sarıldı beline dolanan bir bezle. Kahvaltı neşeli geçti gene sayesinde. Babam ve anam takıldılar ona yaptıklarından dolayı.
Pişman olmuştu yaptığına.
“Bir daha kim ne yaparsa yapsın, ben size sormadan yapmayacağım aklımın ermediklerini; aklımın erdiklerini de düşünüp öyle yapacağım” deyince bir daha gülüşmüştük. İyi bir ders almıştı.
Kahvaltımız zengindi bu sabah. Hatce ve elif iyi çalışmışlar hafta boyu. Anam tereyağında yumurta yapmıştı, tavayla koydu yer sofrasının üstüne, yanında kendi yaptığı erik reçeli, siyah zeytin, bahçemizden çakır domates, yeşil çıtır çıtır biber ve çay vardı. İştahla yaptık kahvaltımızı. Recep’in yüzünden gidemediğimiz bahçeye bu gün erkenden gidecektik, babam söylemişti kahvaltıya otururken. Recep de gelmek istemişti ama babam ona kalmasını söyleyince mızmızlanarak kabul etti. Darıyı bahçede ütüp yemeyecektik getirip evde birlikte yapacaktık evin önünde. Öğleye dönermişiz zaten, öyle demişti babam.
Babamla birlikte indik aşağıya. Önce
Tülü’yü çıkarıp geldi ahırdan. Heybeyi koydu önce semerinin üzerine, iki tane
bel küreği bir de çapa altı, kırlangıç kanadı gibi olandan. Bel küreği ile
kazdığımız toprak tesek çıkarsa -toprağın sert ve sıkışık olma durumu- parçalamak için sivri, kırlangıç kanadı gibi
olan kısmıyla. Küçükleri heybenin gözüne koydu. Tülü’ nün yularını bana verdi
tutmam için. Kendisi tekrar ahıra girip, inek, buzağısını -Gülnaz ve
Gülfidan- ve öküzleri çözüp
bağlandıkları yerden dışarıya çıkardı. Yola doğru sürdü hepsini, yanıma gelip
beni bindirdi Tülünün kıçına. Bel küreklerini de elime verdi tutmam için. Tam
ortasına yakın tuttum ikisini de, sonra babam bindi semerine Tülü’ nün.
Yularını ve bendeki bel küreklerini eline alıp uzattı kendi önüne semerin
tutunacak ağaçlarının üstüne. Ayaklarımız sallanıyordu aşağıya. Babamın
bacakları uzundu, kendisi de uzun boyluydu zaten. Yerden yarım metre kadar
yüksekte kalıyordu ayakları. Benimkiler daha yüksekteydi. Bahçeye kadar öyle
gittik.
Bahçenin yanındaki tarla boştu, bahçeden de görülüyordu her tarafı ve oldukça
genişti. Hayvanları sürüverdik oraya, Tülü’yü yanımızda götürdük bahçenin içine
kadar. Üzerindekileri indirdi babam, ben de erik ağacına bağlayıp geldim. Önce
gezindi babam bahçenin içinde, domates karıklarının, fasulye, biber, darı,
patates ne varsa aralarında dolaşıyordu, ne kadar toplanması gereken var diye tespit
yapıyordu. Patateslerin ilerisinde yere eğildiğini fark ettim bir ara ve yerden
bir şey aldı iki eliyle; iri taş gibi bir şeydi aldığı. Ben domateslerin
arasındaydım o an, aldığımız büyük sepete dolduruyordum kopardığım domatesleri.
“Hangi vicdansız yapmış bunu, çok yazık etmiş garibana” diyordu durmadan
tekrarlıyordu bana doğru yürürken ve arada bir de sallıyordu gayarı yapana.
Getirdiği büyükçe bir kaplumbağaydı, ayaklarından ikisi -biri arka biri ön-
kesikti neredeyse kalınlığının üçte biri kadar. Yeni değildi belki de.
Kaplumbağayı ters çevirmişti bunu yapan. Belli ki ölmesini istemiş.
Babam
kaplumbağayı benim yanıma bırakıp hızlı adımlarla komşuların buğday tarlasına
gidiyordu. Bir tutam olgun buğday başağıyla geldi geriye. Heybede bulduğu eski
bir sofra bezi olarak kullandığımız basma bezden yırttı biraz yere serdi.
Buğday tanelerini ayıkladı, bir kısım kadar olunca ağzına atıp çiğnedi onları.
Sonra bezin üzerine çıkardı dağıttı biraz. Tekrar yaptı aynı şeyleri ve
hazırladığı lapayla ayaklarını sardı dikkatlice hayvancık kıvranıyordu acıdan.
Sarma işini bitirince güneş olan korunaklı bir yer ayarladı taşlardan. Ev
yapıvermişti sanki kaplumbağaya. Önüne domates parçalayıp koyuverdi. Bahçe
içinde yiyebileceğini düşündüğü şeylerden bıraktı önüne. Marulu sevmişti belli ki
önce ondan yedi. Aç kalmış hayvancık “bak gördün mü oğlum, gelmemiz ne kadar
işe yaradı, bir hayat kurtarmış olacağız belki de” dedi yüzüme şefkatle
bakıyordu konuşurken. “baba burada ölmez mi?” dedim acıyarak kaplumbağaya.
“giderken götürür, iyileşince de getirir bırakırız gene. Sen bakarsın ama evde
iyi olana kadar” dediğinde dünyalar benim olmuştu. Ölmeyeceğine çok
sevinmiştim. Bir an düşününce neleri yediğini bilmediğimi fark ettim. Sorardım
büyüklere nasılsa diye geçiştirip işime bakmaya başladım. Sepeti doldurdum
biber ve domatesle. Diğer sepete de babamın toplayıp diplerine öbek öbek
koyduğu fasulyeleri doldurdum, bamya, patlıcan, salatalık başka ne varsa
olgunlaşan toplaya bildiğim kadar toplayıp doldurdum o sepeti de. Babam patates
kazmaya başlamıştı ben toplarken. Arada kaplumbağaya bakıyordum uzaktan.
Canlanmıştı, kafası sürekli oynayıp duruyordu belli ki karnı çok aç olduğu için
doymamıştı daha. Okuduğum kitap canlandı gözümde, gülümseme yayılıverdi yüzüme
birden. Kaplumbağa ile tavşanın yarışı. Kendinden yüzde yüz emin olan tavşan
koşturup bir anda arayı açmış olduğundan emin olduğu yerde oturup beklemeye
karar vermiş. Ne görsün, hemen yanındaki tarla havuç tarlasıymış ve başlamış
havuç yemeye. Karnını bir güzel şişirmiş ve arkasından da gölgede uykuya
yatmış. Uyuyup kalınca da kaplumbağa onu geçmiş yarışta. Bitiş çizgisine
yaklaşmış kaplumbağa ve çizgiyi aşmış. Arkadan tabanları yağlayan tavşan ne
yaptıysa olmamış artık yetişememiş, kaplumbağayı. Böylece dersini almış o da
büyüklenmenin, hakir görmenin.
Ben hiç kimseyi hakir görmemiştim o
kitabı okuyunca. Hep kendi işim gücümle uğraşmaya, kimseye kötülük etmemeye
karar vermiştim daha o yıllarda. Dayımın oğlu Hüsem çok kitap okur, lisededir
kendisi. Ben istediğim zaman kitaplarından verir bana. O kitabı da o vermişti
zaten. Benim seviyem varmış kitaplar için o biliyormuş. Bir defasında kitap
istemeye gittiğimde “istediğin bir şey var mı?” diye sormuştu Hüsem abi bana.
Ben de “bilmiyorum, sen ne verirsen okurum ben” demiştim. Gülmüştü o zaman,
bilgiç bilgiç “Herkesin bir seviyesi vardır, her şeyi anlayamaz, anlayabileceği
şeyleri okumalı, senin de bir seviyen var, ben sana senin seviyendeki
kitaplarımdan vereyim” demişti ve bana bir kitap vermişti, serçe parmağımın
yarısı kalınlıkta. Her seferinde bir kitap veriyordu gittiğimde “ikinci kitabı
bunu okuyup getirince alırsın” diyordu bana. Ondan sonra da iki kitap
istemedim. Anlamıştım vermeyeceğini ve ısrar etmemin anlamsızlığını. Sahiden
kaplumbağa da havucu sever miydi acaba? Diye düşündüm. Hemen havuçların olduğu
bölüme geçip çapayla bir tane çıkardım, ellerimle temizleyip yapraklarıyla
birlikte koyuverdim önüne; biraz sonra anlardım nasılsa. Toplama işlerimi
bitirip babamın yanına geldim. Birkaç defa bel küreğiyle kazma işini denedim,
oldukça sertti toprak, sıkışıktı ve ben fazla derine saplayamıyordum, zorla
sapladıklarımı da çıkaramamıştım, geriye çekmek zorunda kalmıştım her
seferinde. Tam bırakmaya karar vermiştim ki babam “Hasan sen topla oğlum ben
kazayım, az daha kazdım mı yeter zaten” dedi. Küreği yan tarafa bıraktım son
sepeti alıp getirdim kazılan yerin başına. Diğerlerinden büyüktü bu sepet. Hiç
sepet örülürken görmemiştim, merak ediyordum nasıl örüldüğünü. Bizim köyde
televizyon yok hiç. Bazılarında radyo var, bizim radyomuz da yok. Öğrenmek
istediğim bir şeyi büyüklere ya da öğretmene soruyordum. Kırlangıç kanatlı
çapayla parçalıyordum iyice tesekleri patatesler içinden dökülene kadar sonra
da toplayıp atıyordum sepete. Çizmeleri giydiğim iyi olmuş dedim kendi kendime,
bazı yerler vıcık vıcıktı, bileklerime kadar batıyordum yürürken. Babam batak
olmayan yerlerden kazıyordu hep. Epeyce topladım patateslerden ve babam da
kazma işini bıraktı yanıma geldi. Sepeti taşıyamıyordum artık ağırlığından
babam kaldırıp değiştiriveriyordu sepetin yerini. Babam da başlayınca patates
toplamaya çabuk bitti iş. Öğlene az bir zaman vardı. Güneş tam da tepemize
gelmemişti daha. Zamanı güneşle tayin ediyoruz. Bizim evde hiç saat de yok.
Televizyonu ilk duyduğumdan beri merak ediyorum. Almanyalı Mustafa amca getirecekmiş
bu sefer izine gelirken öyle demişti karısı bir dulluk sohbetinde anam gillerle
konuşurken. Mahalledeki kadınlar bazen bir araya gelir duvar diplerinde
toplanır ve konuşurlar havadan sudan. Bazıları dertleşir, bazıları da dedi kodu
yapardı. Yazın sıcaklarında gölge tarafında, kışınsa güneşli tarafında
otururlar duvarın, getirdikleri küçük minderler üstüne. Eğer getirirse ilk
olacak, belki de o zamana kadar zenginlerden alan olur. Gider bakarım ben de.
Herkes de gelir zaten öyle olursa. Belki de alabilecek olanlar onun için
almıyor baş edemeyiz her gün her gün diye. Hak verdim onlara da düşününce. Ben
olsam da almam herhalde. Ne zaman üç beş kişi aldı o zaman alırdım. Öyle olursa
insanlar paylaşmış olur televizyonlu evleri. Kalabalık daha az olurdu böylece.
Muhammed Ali’nin maçı varmış yakında, gösterecekmiş televizyon ama sabaha
yakınmış, öyle konuşuyor insanların bazıları. Şehire gittiklerinde duymuşlar
alışveriş yaparlarken büyük dükkânlardan. “haydi, oğlum hazırlanalım işimiz
bitti sayılır” dediğinde sesinden kendime geldim. Dalmışım iyice televizyon işini düşünürken. Kim bilir
başka yerler nasıldır? Hele bir de Almanya? Toplamaya başladım eşyaları
bahçenin alt ucuna. Kaldırabildiğim sepetleri götürdüm büyük olanı kaldı
yerinde. Babam da onu getirdi. Eşeği çözüp geldim. Babam heybeyi attı önce
semerin üzerine arkasından küçük iki sepeti teker teker heybenin gözlerine
koydu. Heybenin gözlerine sıkıştırabildiğimiz kadar darı koçanı doldurduk. Bel
küreklerini sepetlerin bulunduğu gözlerin altına yerleştirerek semerde bağlı
olan urganla bağladı. Çapayı da koydu onların yanına. Heybenin bir gözünün
içindeki sepetin üzerine epeyce çayır ve başka otlardan eliyle koparıp koydu ve
yaydı sepetin genişliğinde. İki parmak kalınlığındaydı otların kalınlığı, merakla
izliyordum bende yular elimde ayaktayken. Kaplumbağayı getirip otların üstüne
bıraktı güvenli şekilde. Semere dayamıştı kaplumbağanın yan tarafını. Gene de
bana tembihledi “düşmesin” diye. Beni kucaklayıp bindirdi eşeğin kıçına.
Kaplumbağayı elimle kontrol edebiliyordum. Yularından tuttu önümüzden yürüyerek
bahçeden çıktık. Yola çıkınca yuları bana verdi “Sen devam et, hayvanları
getireyim” dedi. Benim gözüm kaplumbağadaydı. Tülü’ nün yuları elimde ama
serbest duruyordu, o kendi kendine yolda yürüyordu. Yolu da bildiği için sağa
sola sapmıyordu hiç.
Kaplumbağa neden öldürülmek
istenmişti ve kim yapmıştı? Kafama takıldı ve bin bir ihtimal geçiyordu
aklımdan. En çok da Hatçe ninem -anamın anası- aklıma takılmıştı nedense.
Neredeyse emindim onun yaptığından. Şaşırdım kendime. Bitişiğimizdeki bahçe
onlarındı, üstümüzdekiler de akrabaydı ama nedense onların yapabileceklerini
hiç düşünmedim. Zaten çevre olduğu gibi akraba. Tarlalar bölüne bölüne
nesillerden beri o kadar geniş araziler bu bahçeler gibi yarımşar dönüm kadar
kalmıştı. Belki de daha azdı. Başkalarında daha az olan yerler var. Burası sulu
bölge sayılırdı. Genellikle bahçe yapılırdı ve su sırayla kullanılırdı. Herkes
sırası geldiğinde kullanır, kendisinden sonra sıra kimdeyse onun arazisine
çeviriverir suyu ve köye geldiğinde haber verilir, eğer aciliyeti varsa
giderler; akmasının zararı olmayacaksa ertesi gün giderler ve ben bildim bileli
böyle devam eder sulama işi. Hiç kavga gürültü olduğunu da bilmem.
Hatçe ninem
bahçesine zarar verdiği için yapmıştır büyük ihtimalle. Çünkü önceki yıllarda aşağımızdaki
bağdan üzümler kesilip pekmez yapılmıştı. Biz de yapmıştık kendi
bağımızdakilerden. Bağ da yarım dönüm kadardı ve sınırdık. Kuzu almıştı babam
iki tane kurbanlık için. Ben onları otlatmaya bağa götürmüştüm ve kendi
bağımızda otlatıyordum. Sabah gün bir insan boyu çıkmıştı. Karnım acıktı, üzüm
aradım omcalarda. Bizimkilerde bir kaç tane küçük çitim bulmuştum ve onlarında
bir kısmı yenilmeyecek durumdaydı. Hatçe ninemlerin bağa girdim. Aramızda çit
falan herhangi bir engel yok. El kadar büyüklüğünde bir salkım buldum omcanın
birinde, yapraklar arasında görülmemiş sık yapraklı olduğu için. Simsiyah iri
irilerdi daneleri ve ye beni diye bağırıyorlardı. Hemen yufka çıkardım
sırtımdaki dokuma ekmek torbamdan ve yıkamadan yemeye başladım. Tam da bir kaç
lokma çiğnemiştim ki Hatçe ninem eşek üstünde geldi. Eşeğini bağladı hemen
yanıma geldi. Belki de anlamıştı kendi bağlarından kopardığımı. Hırsızlık
olduğunu hiç düşünmemiştim. Ne olurdu ki bir salkımdan. Önce elimdeki salkıma
baktı dik dik. “üzümünüz de pek güzelmiş, bir iki omca bırakmıştır anan
herhalde” dedi gözlerime bakıyordu. “Bizim bağda bulamayınca sizin oradan
kopardım bunu, çok acıktım da” dedim safane rahatlığımla. “Öyle mi? Bizim
oradan? Hırsızlık ne kadar günah biliyor musun sen çocuk? Yarın ahirette
boynuna kızgın sacayağı -ocaklarda ateş üstüne konulan üçgen şeklinde,
köşelerinde ayakları olan; üstüne de tencere konulan demir araç” geçirecekler
hırsızlık yaptığın için” dedi kızgın ve katı bir suratla. Gözlerinde kin ve
nefret vardı. Bebekliğimde emeklerken anam bazen bakıvermesi için bırakırdı
ona. Benim ayağımın birinden bağlayıp çocuk sarındıkları kolanla kolanı da bir
yere bağlardı ki uzaklaşamayayım; kendi işine devam ederdi. Bir defasında
kakamı altıma yaptığımda da -hâlbuki kaza olmuştu, donumu sıyıramamıştım-
kakamdan bir parça ağzıma sürmüştü. O zamandan beri hiç sevememiştim onu. Cadı
derler ya hani işte öyle geliyordu gözüme. Suratını hatırlamaya çalışmıştım
bazen de gözümün önüne getirememiştim asıl suratını ve hep o cadı kadının
suratı canlanmıştı gözümde. Biraz da korkuyordum aslında. Sağı solu belli
olmazdı hiç. Anama söylemiştim kaka işini, bir daha onun yanına bırakmadı beni.
Onunla yalnız bile bırakmadı ondan sonra. O da sevmez pek kendi anasını ama ele
güne karşı belli etmez gene de. “Dost var düşman var yavrum” demişti bir
seferinde neden küsmediğini sorduğumda. Bin pişman olmuştum bağlarından üzüm
aldığıma, bir daha mı tövbe, tane bile almam diye geçirdim aklımdan. Allah’a da
izah ettim zaten kötü bir niyetimin olmadığını, yalnızca bir salkım; karnımı
doyurmak içindi, katık yapmaktı ekmeğin yanında. Hırsızlık değildi niyetim. Hem
ninem değil miydi? Bu kadarcık hakkım olamaz mıydı? Emindim Allah’ın beni
anladığından ve kötü bir niyetimin olmadığını bildiğinden. Her şeyi biliyordu
O. Her şeyin içini de dışını da bilmiyor muydu sanki. Kulağımı çekti canımı
yakmak için. Bir şey yapamadım o anda. Ne de olsa ağzımla söylemiştim onların
üzümü olduğunu elimdekinin. Belki de suçluluk duyduğumdan beni cezalandırmasına
izin verdim. Cezamı çekmek istiyordum. Böylece cezamı bu dünyada çekince
ahirette kızgın sacayağından kurtulurdum. Kızgın sacayağı adamın boynunu yakar.
En iyisi bu dünya da çekmek cezayı. Bırak çeksindi kulağımı. Biraz canımı yaktı çekerek ve bir şeyler de
söylendi durdu ama ben duymadım hiç birini de, çünkü kafamın içi birden
dolmuştu kızgın sacayağının korkusuyla. O günden sonra bir daha onların arazi
sınırlarına bile girmedim hiç. Evlerine de gitmedim. Dedem sorardı bazen “Torunum,
akıllı torunum, beni görmeye hiç
gelmiyorsun eskisi gibi; darıldın mı bana yoksa?” demişti. Söyleyemedim
karısının yaptıklarını hiç bir zaman. Her seferinde bahaneler uydurdum onu
üzmemek için. Ya derslerim çok dedim ya da babamın verdiği işleri bitiremedim.
Duruma uygun bir şey buldum sürekli...
Babam yetişti
arkamdan hayvanlarla birlikte. Kaplumbağanın üstünde durduğu otlardan
bazılarını yediğini fark ettim o anda. Bekteş çeşmesinde su içti tüm hayvanlar,
babam da elini çukurlaştırıp içti akan oluğun altından. Bana da sordu ama ben
susamamıştım o anda. “Yediği domateslerden suyunu almıştır senin arkadaş” dedi
kaplumbağaya bakarak. “daha iyi görünüyor, ölmeyecek gözün aydın; evde daha iyi
bakarsak kısa sürede iyileşir seninki” dedi. Sesi yumuşaktı, arada bir duyardım
bu yumuşak sesiyle konuştuğunu. Bu çeşme yöresinin adından almıştır adını, bu
taraflar hep yeşilliktir, bahçelerde ağaçlar çoktur ve köye de çok yakındır.
Gece gündüz demez insanlar ihtiyaçları olduğu zaman ya çocuklarını gönderir ya
da yetişkinlerden biri gider gelir bahçelerine. Köyün gerisinin değişmiş
halidir Bekteş. “Baba kim yapmıştır sence?” dedim çeşmeden ayrılırken.
“Bilmiyorum kimin yaptığını, inşallah bir yerinden çıkar bir gün bunu yapanın”
dedi kızgındı ses tonu. Yürümeye devam etti önümden. Gülfidan suyunu içince
keyfi yerine geldi hoplamaya zıplamaya başladı anasının arkasında önünde, yolun
bir o yanına bir bu yanına gidip geliyordu hoplayıp zıplarken.
Merdivenin
dibine varınca “Seslen anana” dedi. “Ana, ana” diye bağırdım iki üç defa.
Sesimi duyduğunda inerdi zaten getirilenleri yukarıya çıkarmaya yardım etmek
için. Babam hayvanları yerlerine götürdü ahıra bağlayıp geldi. Sepetleri tek
tek indirdi. En büyük sepeti semerin üstüne bağlamıştı sıkı sıkı. Urganı dolaya
dolaya bağlamıştı bir aşağıdan bir yukarıdan, örümcek ağı gibi görünüyordu
urganın durumu. Onu da çözdü tek tek ve kucaklayarak yere indirdi. Ben
kaplumbağayı alarak otlarıyla birlikte yukarıya çıkardım, geniş bir sele bulup
içine koydum, rahat edeceğini düşündüm hem de kaçamazdı bir yere. Anam küçük
sepetleri alıp çıktı, geriye kalanlarda babamındı artık.
Babam
yukarıya çıkar çıkmaz ilk iş olarak kaplumbağanın sargılarını çözdü. Getirdiği
zeytinyağıyla ve çuvaldan avuçladığı kırmızı buğdaylardan çiğneyerek lapa
hazırladı ve zeytinyağıyla karıştırdı. Hamur yoğurur gibi yoğurdu ve temiz bir
bezin üstüne serdi güzelce. Dikkatlice aldı lapalı bezi benim kaldırdığım
kaplumbağanın ayaklarına sardı. İki ayağı da sarılan kaplumbağayı yere bıraktı,
bir süre gözledi onu. “İyi, üstüne basabiliyor ayaklarının. Fazla kesilmemiş
demek ki, arada bir su koyuver önüne” dedi benim başımı okşayarak. Recep durur
mu yerinde o da apışlayarak geldi yanımıza sünnet olmuş çocuklar gibi. O da
sevindi kaplumbağaya. “ben de su vereceğim baba” dedi. Babam onun da başını
okşadı bir şey söylemeden.
Öğle yemeği
için sofrayı hazırladı anam biz kaplumbağanın ayaklarını sararken. Hemen
oturduk sofraya karnımızı doyurduk sanki acelemiz varmış gibi. Aslında vardı
acelemiz ama zaman erkendi daha öğlen yeni olmuştu. Babam benim omuzuma
dokunarak kalktı, kalktıktan sonra da tekrar dokundu. Gel demekti bu dokunuş ve
kalktım onunla birlikte aşağıya indik. Sel basmasını engellemek için örülen
kuru taş duvarın yüksek olan kısmını dibine ateş yaktı babam. Kışın yakacağımız
odun yığınından da bir kaç dal getirip koydu üzerine yayan ateşin. Bekledik
epeyce dalları yanıp köz olması için. Bir taraftan közleri kenara çekip yanan
kısmın üzerine de dalların kalan kısımlarını koyuyordu babam. Ben de mısır
koçanlarını soydum koyuverdim yanına. Onlardan koydu dört tane. Yanyana dizdi soğumuş
darıları, daha közlerin üstüne koyar koymaz rengi değişiveriyordu darıların.
Anama sıcak su lazımmış, küçük kazana su doldurup koyuverdi ateşin içindeki
sacayağının üstüne. Kalın dalları kenara alıp sonra sacayağının altına sürdük
tekrar. Sık sık çeviriyordu adım adım darıları babam. Koçanın tamamı piştiğinde
maşaya kıstırıp alıyordu tepsinin üstüne. Tepsiye koçandan sıyırdığım
kapçıklardan dizmiştim iki üç sıra kalınlıkta. Biraz soğuyunca birer tane aldık
babamla “anan ve Recep’i de çağır” dedi babam ağzındakileri çiğnerken. Seslendim onlara merdiven dibine yanaşarak.
Merdivende göründü Recep, görmüştü zaten göreceğini. Hemen anasına bağırdı
“darılar pişmiş yiyorlar” diye ve olabildiği kadar hızlı indi basamakları. Bir
tane de tazesinden ona verdi babam. “al bakalım çabuk büyüsün senin oğlan” dedi
gülümseyerek ona. Belki de anlamadı “senin oğlan” dediğini. “onu diyor onu”
dedim parmağımla pipisini işaret ederek. “amaan sizde, ben istemiyorum artık
büyümesini, canımı çok yaktı büyümesi” dedi suratını buruşturarak. Bir taraftan
da çiğnemeye devam ediyordu konuşurken...
Bir hafta kadar
baktık Receple beraber kaplumbağaya. Suyunu verdik, yiyecek verdik babam ve
anamın dediklerinden. Sargılarını çıkardı babam. Yaraları kapanmıştı. Tahtalığa
bıraktığımızda yürümesi normal görünüyordu. “Bunu yerine bırakmanın zamanı
geldi çocuklar” dedi babam benim ve Recep’in başının üstüne ellerini koyarak.
“bir daha keserlerse” dedim babama bakarak. “bizim örünün dibine koyarız,
bahçeden bir yere ayrılmaz yiyeceği her şey var nasılsa” deyince içim rahatladı
biraz ama gene de Hatçe ninemden korkuyordum tekrar yaparsa diye. “Hatçe
yapmıştır baba” dedim kendimden emin bir edayla yüzüne bakarak. “Oğlum Hatçe
dediğin senin ninen ve büyüğün, öyle denilmez bir. İkincisi neden öyle bir şey
yapsın zavallıya?” dedi anama da bakarak. Aslında onun yaptığını anam da babam
da adı gibi biliyordu. Ses tonundan anlamıştım babamın ama bize kötü
bellemeyelim diye öyle demişti sanki.
Halil GÖNÜL / Aydın
Halil GÖNÜL / Aydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.