Kırmızı bisiklet |
KIRMIZI BİSİKLET
İlkbahar aylarında güzel bir hafta sonuydu, bekâr evinden erken çıktı bu gün uzun boylu, kıvırcık saçlı adam. Kafasında günlük planı hazırdı akşamdan.
Aheste aheste yürüdü sokak boyunca. Gördüklerine de selam vermeyi ihmal etmedi. Her günaydın deyişinde büyülüyordu sanki karşısındakileri.
Onlarda aynı nezaketle ve güler yüzle “Günaydın” deyip geçiyorlardı kendi doğrultularına. Sokak bitmek üzere diye geçirdi aklından ve etrafına bakındı kimseye fark ettirmeden.Esnafların çoğu daha açık değildi. Bu gün çok mu erkenciyim acaba dedi kendi kendine ve saatine baktığını fark etti. Hakikaten oldukça erkenmiş dedi içinden. Bekârın sağı solu belli olmuyor, ne kalkmasını biliyor ne de yatmasını insan. Çok iyi hissediyordu kendisini. Karşısına gelmişti işte pastanenin. Sıkı bir kahvaltı yapıp iş yerine geçerdi sonra ve bir kaç kişiyle lak lak döver inşaata giderdi sonra da. İşte program dediği buydu adamın. Sokakta yürümesi boyunca hiç bir isim telaffuz edilmemişti. Günaydın, günaydındı hepsi de. Birkaç kişi hariçti, hal hatır sormuşlardı onlar da. “nasılsınız?” demişlerdi yalnızca. Hal hatır sormak da buydu.
Adam oturdu masaya. Gelen güler yüzlü
garson her zamanki haliyle “her zamanki gibi mi efendim?” “Evet, lütfen.”
beklemeye başladı ellerini ovuşturarak. Adam mühendisti, inşaat mühendisi.
Projeler yapıyor, bazı projeleri de kendisi uyguluyordu. İşler çok değildi
henüz ama büyütecekti nasılsa, çok gayretliydi, titizdi. Elinden geldiği kadar
özen gösteriyordu işlerine. Tavizi yoktu hiç de işlerle ilgili. Ne varsa
çözülecek proje taslak aşamasında hallediyor kavga döğüş, sonra da uygulama
projesini yapıyor teslim ediyordu müşteriye.
Kahvaltısını beklerken geçen günleri
düşünmeye başladı, bir proje gelmişti ilk başladığı zamanlarda. Daha toydu
işlerde. “Dediği dedik çaldığı düdük” misali kendine göre doğru bildiklerini
alabildiğince savunup ikna etmeye çalışmıştı müşteriyi. Etüt bittikten sonra
evin hanımı gelip karı koca birlikte konuşuluyordu. Sonradan bozulmasın proje
diye. O gün de müşteri hanımıyla birlikte gelmişti öğleye doğru. Ofiste birer
çay kahveden sonra başlanmıştı tartışılmaya. Hanımlar odaların büyüklüklerini
bilmek istiyordu her seferinde. O nedenle etütten sonra konuşmaya karar
vermişti hanımlarla. O yıllarda mimarlığı bilen yoktu vatandaş arasında, herkes
mühendis derdi, mimara da mühendise de.
İnşaat mühendisi, mimariyi de statik betonarmeyi de yapıp çıkıyordu işin
içinden. Fiyatlar alabildiğine kırılıp ucuz ucuz iş yapılıyordu. Açıkçası
hamallıktı yaptıkları. Kızıyordu sürekli fiyat kıranlara. Kendince bir standart
oturtmaya çalışıyordu. “Ne de olsa işin başından sıkı tutacaksın, nasıl
başlarsan öyle giderdi” yaygın kanı.
Müşterinin durumu pekiyi değildi.
Kısıtlı imkânıyla yapabildiği kadar yapacak ve oğlan everecekti. Sözü vardı
çünkü kız evine. Kirada oturtmayacaktı gelinini. Adam kıvranıyordu durmadan
bana bakarak. Yardım ister gibiydi zavallı. Karısı bütün odaları büyütmesinden
sonra bir de ilave oda istemişti salon olarak. “Zaten çok çektim anamın evinde
sıkış tepiş, koca evinde biraz rahat edeyim.” Yaşları elliye dayanmış “Şunun
şurasında neyim kalmış yaşayacak!” diyordu kadın. “Bakın, imkânlarınız
kısıtlıymış zaten, yüz metrekareyi büyüttük diyelim, salon da ilave edersek bu
duruma yüz elli metre kareyi bulacak eviniz. Maliyet olarak neredeyse ikiye
katlayacaksınız, tekrar düşünüp gözden geçirin isterseniz” demişti mühendis.
Adam gözlerinin içine bakıyordu karısının yalvarırcasına. Bir süre bakıştılar. Adam
karısına hiç söz söylemiyor yalnızca bakmakla yetiniyordu. Bir taraftan da
mühendise bakıyordu arada bir “Ne olur ikna et şunu” der gibiydi adamın
gözleri. Kadın kararlı görünüyordu büyük olsun konusunda. Tavizi yoktu hiç.
Dayanamayıp sessizliğe “Salonu neden istiyorsunuz, hem de bu kadar büyükçe?”
deyince mühendis “Oturma odası her zaman temiz olmuyor, sofra atılıyor, ekmek
kırıntısı, kir pas oluyor. İnsan her zaman da temizleyemiyor. Bir misafir bastırdığını düşünün, ekmek
kırıntısı kir pasın içinde, ne der insanlar sonra?” dedi kadın. Gerekçesi
tepemin tasını attırıvermişti söylediği anda. Bir kocasına bakıp daha sonra
kadına bakarak “Kirin pasın içinde kendin oturmayı uygun buluyorsan eğer,
misafirlerinde oturur ne var bunda?” deyiverdim.
Bu iş yüzünden adam kalp krizi
geçirecek umurunda değil kadının. Bir an sessizlik oldu. Kocasıyla göz göze
geldik. Kadın gevşeyiverdi birden. Üzülmüştüm haline, sert girdiğim içinde
kendimi suçlamaya başladım. Haddimi aşmıştım, bu kadar olmamalıydı diye düşünürken,
neredeyse özür dilemeyi tasarlıyordum kadın ve kocasından “Tamam o zaman, şu
odanın birini az büyütelim, salon olmasın, haklısınız mühendis bey” dedi kadın
ve ne yapacağımı, ne diyeceğimi şaşırmıştım. Adamın
kızacağını düşünmüştüm söylemeden önce ama adamın şaşkınlığı da benden fazlaydı
duydukları karşısında. Seve seve etüdü
sil baştan yapacaktım. Dünden razıydım. O gece halletmiştim her şeyi ve ertesi
gün sabah da kesinleştirmiştik son ölçüleri. Adamın inşaatını da ben yapmıştım.
İki kattı zaten. Ne kadar da seviniyordu adam. İnşaat bitinceye kadar çok rahat
çalışmıştık. Adam hala da görünce iki büklüm olur selam verirken... Masaya
bırakılan servis tabağının sesiyle başını çevirip baktı garsona. “Çayınız da
geliyor efendim” dedi tıknaz garson. Elindekilerin hepsini bırakıp gitti.
Kahvaltısını bitirmeye yakın
çocukluğu geçti bir an aklından. Ne kadar da yalvarmıştı anasına bisiklet diye.
Hatta bir keresinde: Almanya’dan gelen köylülerinin evlerini göstermiş de “Çok
ucuza verecekler getirdikleri bisikleti” diye yalan bile uydurmuştu ama anası
taviz vermemişti gene de. Kaça vereceklermiş diye bile sormadı. En azından
sorar diye beklemişti. Eğer sorsaydı demek ki bir ümit olacaktı bu işte. Ona
göre taktik belirleyecektim. “Olmaz, paramız yok boşa atılacak” deyip kestirip
atmıştı birden. Ondan sonra da dinlememişti hiç bisiklet lafını. Hala da
bisiklete binmeyi bilmediğini düşündü, düşününce de içi sızladı birden bire.
Yaşı otuzu geçmiş kırka merdiven dayamıştı neredeyse. Bu yaşta da bisiklet mi
öğrenilir? Gülerler adama be. Aklından geçenlere kendisi daha şimdiden gülmeye
başlamıştı bile. Gülümseyerek attı ağzına lokmaları. Acele etti kahvaltıyı
bitirmek için. Ofise uğrayıp inşaata geçmeliydi hemen.
Neden olmasın? Diye geçirdi içinden
gülümseyerek ofise doğru yürürken. Cesaret gelmişti bir anda. Neden utanıyordu
ki? Olmadı bu güne kadar öğrenemedi, bu günden sonra öğrense ne olacak sanki?
Kime ne benim bisiklete binip binmediğim? Rest çekiyordu her şeye. Elini kolunu
sallaya sallaya yürüdü sokakta. Sokağın
ucuna yakın bisiklet satan bir mobilyacı var, oraya uğrardı şimdi geçerken.
Alıp bir bisiklet geçerdi ofise. Arabaya
binmezdi bir süre. Hem de spor yapmış olurdu. Kim ne derse desin diyordu kendi
kendine.
Mobilyacıyı geçerken gözü takıldı
bisikletlere. “Gel al beni” diyorlardı hepsi birden. Yaklaştı iki adım kadar.
Yüreği hızlanmaya başladı birden. Anasının yüzü geçti zihninden. “Boşa atacak
paramız yok” diyordu hala. Yapma ana, artık var, al bana şu bisikleti. Şu
kırmızı olanını, haydi ana. Bakma öyle. Bir an durakladı olduğu yerde. Anasının
görüntüsünün yanında sesi de gelmeye başlamıştı. Kulaklarını karıştırdı
parmağıyla, bir adım daha attı. Ses artıyordu her adımda. Kırmızı bisiklete
dokundu ki; al oğlum al, al sana para demişti anası, gözlerinin içine bakarak.
Boynunu buruvermişti. Dokundu her yerine
bisikletin. Ana çok ucuzmuş. Kulağındaki çınlamanın bitmesiyle birlikte
anasının güler yüzü de silinmişti birden. “Buyurun” dedi bir ses arkasında.
Dönüp baktı, genç bir delikanlıydı. Tanımıyordu onu. “Yeni misin burada?” dedi
laf olsun diye. Zaman kazanmaya çalışıyordu o anda. Toparlamaya çalışıyordu
kendini. “Fiyatı ne kadar?” dedi tuttuğu kırmızı bisikleti işaret etti
gözleriyle. “Fiyatı ayarlarız efendim, yeter ki siz beğenin” dedi esmer
karayağız delikanlı. Gülümsüyordu karşısında. “Bu bisikleti alıyorum” dedi
titrek sesiyle.
Bisikleti alması kolaydı ama öğrenmesindeydi
iş. Bu yaşta adam bisiklet süremiyor, olacak iş miydi? Ayıplarlarsa? Komik
gelecek herkese. İçinden geçenlere karşı savaş veriyordu yılmadan bıkmadan.
Alıyordu işte var mıydı daha ilerisi gerisi bu işin. Parasını da ödedi mi
tamamdı bu iş. Yirmi yirmi beş yıllık özlem bitecekti bir anda.
Kızmamıştı hiç anasına ve babasına,
küçükken. Babası bilmiyordu bile bisiklet istediğini. Anası da söylememişti
babasına. Boş laftı, nesi söylenecekti adama. İçeriye girdi yavaşça. Göz attı
sağa sola öylesine. Delikanlı kırmızı bisikleti alıp getirdi içeriye. Genişti
ortalık. Tozunu temizledi önce bezle. Çok fazla bir şey de yoktu zaten.
Dışarıda dokunurken bakmıştı. “Siz ödemenizi yaparken ben de ayarlarını yapayım
efendim” dedi yağız delikanlı. Hemen eline birkaç anahtar alıp başladı
somunları sıkmaya. Tekerleri kontrol etti. Ben hesabımı ödeyip kapıya doğru
yönelmiştim ki arkamdan yetişti kırmızı bisikletim. “Tamam, efendim, güle güle
kullansın delikanlı” dedi yağız delikanlı. Gülümseyerek teşekkür ettim.
Ellerimle tutup sürmeye başladım. Delikanlı oğlum için aldığımı veya herhangi
bir erkek çocuk için aldığımı düşünmüştü demek ki. “Kendim için” demek geldi
içimden ama söyleyemedim.
Bisiklet alındı, şimdi sıra
öğrenmesinde sürmeyi. Nasıl olacaktı, nerede olacaktı bu iş? Tenhada olacak
dedi kendi kendine ofise doğru giderken.
Tenha bir yer? Nerede vardı? Bir bir aklından geçirdi bildiği uygun yerleri.
Ofise vardığında hemen kaldırıma park etti kırmızı bisikleti. Ofis zemindeydi.
Yoldan görünüyordu. Düzayak, kaldırımdan bir basamakla giriliyordu içeriye. İçeride oturanlar bakıyordu bisiklete.
“Hayırlı olsun” demekle yetindiler. Çünkü kime alınmış olduğu konusunda fikir
yürütememişlerdi. Emin değildiler en azından. İşleri görüşüp dışarıya çıkmak
istiyordu hemen. Bu gün başlanmalıydı bu işe. Müşterileri uğurladıktan sonra,
çalışan elemana inşaata gideceğini söyleyip çıktı ofisten. Kırmızı bisiklete
binmeden devam etti yola. Gideceği inşaat yakındı nasılsa. Orada binecekti. İlk
denemesi orada olacaktı. Heyecan vardı. İnşaata varıncaya kadar hayaller kurdu
binmek üzerine. Her yere onunla giderdi ustalaştığı zaman. Küçük bir yerdi
nasılsa. İnşaatın temelleri atılacaktı bu gün. Merak etti ne yapıldığını bu
zamana kadar. Adımlarını açtı biraz daha. Bisiklete ayağını çarpıyordu bazen.
İnşaatın olduğu yerde yol düzgündü.
Eğim yok, asfalt olmasa da sertti zemin. İnşaattaki çalışanlar arada bakmaya
başlamışlardı. Kimse bir şey demiyordu ama gülümsediklerini fark edebiliyordum.
Bisikletin oturağına tam oturup ayaklarımı kaldırdığım anda dengem bozuluyor
devrilmemek için ayaklarımı tekrar yere basıyordum. Epeyce uğraştıktan sonra
baktım o yolda olmayacak, az eğimli bir yol olmalıydı benim için. Önce denge
işini çözmeliydim. Pedal çevirme sonraki işti. Uzaklaştım epeyce inşaattan.
İnşaatın önünden gelen yol ile kesişen bir yol daha vardı aşağıya doğru giden.
Tam da benim istediğim gibi bir yol dedim kendi kendime. Başlangıcı eğimli, yüz
metre kadar gidince düzleşiyordu. Eğimli yerlerde kum çakıl fazla yoktu ama düz
yerde çok fazlaydı. Yaya yürürken insanın adımları geriye kayıyordu kumlardan.
Patinaj yapa yapa yürüyordun.
Yolun kesiştiği noktada oturdum
bisikletin oturağına, ayaklarımı az kaldırdım ve freni yavaşça gevşetip
bıraktım bisikleti. Birer ikişer metre de bir ayağımın birini yere basmak
zorunda kalıyordum. Basa kaldıra devam ettim. Çocukken oyun oynadığımız gibiydi
her şey. Hoşuma gidiyordu bu oyun. Yılmadan bıkmadan oynamak istiyordum. Hatta
gece bile oynardım. Düzlüğe kadar varıp tekrar geriye dönüp sil baştan
başlıyordum. İki ya da üç saat geçmişti ki ben de terler içindeydim ama
yorgunluk hissetmiyordum. Durum daha iyiydi. Ümit vadediyordum. Ayağımı yere
basmadan onar metre kadar gidebilmiştim. Hatta bir kaç tur pedal bile
çeviriyordum artık. Olacak bu iş, bu gün olacak dedim kendi kendime ve azmim
daha da arttı. Derken günün sonunda
bisiklete binebiliyordum. Ani harekette dengem bozulsa da düz ve hafif eğimli
yolda rahat gidebiliyordum. Yarın pedal işini pekiştirecektim. Aynı zamanda
fren etkilerini öğrenecek bu işi tam pekiştirecektim. Sırıklara taban çakıp onlarla yürüdüğümüz
zamanlar aklımdan geçti bisiklet öğrenirken. Sırıkla yürümeyi çabuk öğrenmiştim
çocukken.
Sonraki gün kahvaltıdan sonra
inşaata kırmızı bisikletimle geldim. Ofise uğramadım. Hevesliydim tam
öğrenmeye. Sabahtan başladım talime. Aynı yerde çalışıyordum gene. Öğleye doğru
ara verdim bir kaç saat. İnşaatta halletmem gereken işler çıktı. Onları
halleder halletmez bisikletimi alıp tekrar geldim çalışma pistime. Karar
vermiştim artık, düz kısmında da ilerleyecektim yolun. Bir saat kadar çalışmayı sürdürdüm. Okullar
kapanmış, çocuklar evlerine dönüyordu ve yoldan gelen çocuklar vardı. Dikkat
ediyordum onlardan birisine çarpmamak için. Dengemin bozulacağını hissettiğim
anda ayaklarımı yere bırakıyor duruyordum. Tam da durduğum anda dibimde,
bisikletin boyunda, kara kuru yedi sekiz yaşlarında bir erkek çocuğun
dikildiğini fark ettim. O beni izliyormuş demek ki bir süredir. Ben fark
etmemişim kendi telaşımdan. “Sen bisiklete binmesini bilmiysen?” dedi
gülümseyerek. Ayaklarım yerde durup baktım öylece yüzüne. Sonra gözlerinin
içine. Epeyce eğlenmiş ve de eğleniyor olmalıydı minik yaramaz oğlan. Çok da
sevimli ve candan söylemişti. Ben de gülümsedim “Hee bilmiyem?” dedim
gözlerinin içine bakarak. Hoşuma gitmişti söylediği çocuğun. Utanıp
sıkılacağımı düşünmüştüm hâlbuki. Belki büyük birisi söylese utanırdım. Çocuğun
söylemesi bende eğlence hissi uyandırmıştı. “Bilmemek değil öğrenmemek ayıptır”
dedim kendime içimden. Çocuk öylesine bakmaya devam ediyordu masum masum. Kim
bilir ne hayaller kuruyordu. “O zaman bisikleti bana veriysen” dedi gene
gülümseyerek. Bu sefer dalga geçtiği belliydi benimle. “Hee vereyim, ama önce
öğreneyim, sonra sana vereyim” dedim. Şaka yapıyordu kendince çocuk. “He he he”
diye gülerek koşturup gitti sonra da.
Ben de çalışmama devam ettim tekrar. İki yüz metre kadar gittikten sonra
döndü baktı çocuk. El salladı bana gülerek. Ben de aynısını yaptım ona
gülümseyerek.
Artık bisiklete rahat biner olmuştum
üç dört günün sonunda. Çalıştığım yolun düzlüğünde pedal çevirirken kumda
patinaj yapıyordum. Tekerler boşa dönüyor tutunamıyordu altındaki kumlar
kayınca. Elli metre kadar dalmıştım ki yola, aynı çocuk gene karşımdaydı; aynı
gülümsemesiyle “Afferin loo!” dedi bana. Merak etmiştim neden aferin dediğini.
“Neden?” dedim durarak. “Bu yolda ben bile süremiyem” dedi yaramaz yumurcak.
Yanağını okşadım sağ elimle. “Hoşça kal delikanlı!” deyip el salladım. O da el
salladı koşturup giderken.
Gülümseyen Çocuk |
Artık kırmızı bisikletim benim Mercedes’im
olmuştu. Gece, gündüz bütün şehir içi yolculuklarımı onunla yapmaya başladım.
Aksesuar da taktırmıştım. Önüne bir far lambası: Tekerleklerin dönüşünden
enerji üretiyordu. Pedalları ne kadar hızlı çevirirsem o kadar fazla
aydınlatıyordu geceleri. Reflektör taktırmıştım arkaya ve öne. Gece beni fark
etsin arabalar diye. Sıkı bir dost olmuştuk kırmızı bisikletimle.
Aradan bir kaç sene geçmişti. Bir
gün sabahleyin kırmızı bisikletimi ofisin önüne park etmiş çalışmak için masama
oturmuştum. Pazarıydı kasabanın. Bir delikanlı ofis kapısından başını uzatarak
bisikleti alıp alamayacağını sordu. Delikanlıyı tanıyordum. “İşim fazla sürmez”
deyince “Alabilirsin o zaman” dedim ve çalışmaya devam ettim. Ofis yoğunlaşmaya
başladı birden. Köylerden de pazara gelenler olduğu için cadde ve sokaklar
oldukça yoğun bir gündü. Çalışmalarım da çok yoğunlaştığı bir andı. Sanki çocuk
bisikleti getirdi gibi düşündüm bir ara. İşlerimi bitirip akşam karanlığı olmak
üzereyken bisikleti aradı gözlerim. Bisiklet yerinde yoktu. Getirilmişti hâlbuki.
Bir türlü çalınacağını kabullenemedim bir süre.
Yeniden alabilirdim ama o kırmızı
bisikletin, ilk bisikletimin önemi fazlaydı benim için. İçimde burukluğu devam
etti epeyce. Kahveye gittiğim bir akşam, kahveci takılmıştı bana ”Hani Mercedes
nerede?” diye. “Çalındı” demiştim. Üzülmüştü benim adıma. Bir şey söylemedi
başka. Kahvemi bıraktı önüme. Kahvemi içip birkaç el de oyun oynadık
arkadaşlarla, eve döndüm. Aradan bir hafta geçti geçmedi. Öğleye doğru ofiste
çalışırken “Abi Mercedes’in geldi, abim gönderdi” dedi kahvecinin çırağı. Daha
yerimden kalkıp bir şey diyemeden koşturarak uzaklaştı çırak. Kapıya geldiğimde
bağırsam da duyamayacak kadar uzaklaşmıştı. Gözlerim dolu dolu oldu. Hasretini
çektiğim bir insan vardı sanki karşımda. “Ben geldim ahbap, ne haber.
Görüşmeyeli neler yaptın bakalım?” diyordu bana durup dikildiği yerden. Yanına
inip her yerine dokundum gene ilk gördüğüm günkü gibi. Farı ve reflektörleri
kırılmış, bazı yerleri çizilmişti. Olsun her şeyiyle kabulümdü. Çok
sevinmiştim. Hiçbir zaman kilitlemedim kırmızı delikanlıyı. İhtiyacı olan
söyleyip aldılar, işlerini halledip getirip bıraktılar tekrar. Uzun yıllar
devam etti kırmızı bisikletimle ahbaplığımız.
20.12,2016-18.06/Aydın
Halil GÖNÜL
Güzel bir yazı olmuş ,emeğinize sağlık.
YanıtlaSilDnd Can,
Silteşekkür ederim. beğenmenize sevindim.
Sürükleyiciydi:))
YanıtlaSilTeşekkür ederim
Fatma nur,
Silbeğenmenize sevindim. :)
emeğinize sağlık güzel yazı olmuş gerçekten :)
YanıtlaSilteşekkür ederim. :)
Sil