Muhasebe |
MUHASEBE
Kıvranan bir hal var yaşlı adamda, oturduğu
yerde çok belli oluyor hali. Belli ki yaşının muhasebesini yapıyor yeniden.
Ağarmış pamuk gibi olan büyümüş sakallarını sıvazladı sağ eliyle, bakındı
etrafına. Sık sık yaptığı davranıştı bu ve de muhasebe.
Yetmemişti belli ki bu günlerine kadar yaptığı muhasebeler. Çok ağır bir yaşam geçirdiği saçı ve sakalından okunuyordu. Saçlarının çoğu dökülmüş alnını tamamen ortaya çıkarmış. Hayat çizgileri vardı yol yol. Kahvesini alıp eline derin bir iç çekti, nefesini vermeden aldı yudumunu. Yavaşça koydu gene tabağına. Artık her şey yavaşladı diye düşündü kendi kendine ama bir çelişkisi vardı. Dışarıdaki hayat yavaştı belki ama içindeki, kafasının içindeki hayat çok hem de olabileceğinden çok hızlıydı, çağlayan ırmaklar, ırmakların ani düşüşü gibiydi. Her şey o kadar hızlı geçiyordu ki düşüncelerinden: bir kahve içimi süre bile çok fazla geliyordu. Yakalamaya çalışıyor her seferinde geçenleri. Tekrar ölçüp biçiyor enini boyunu her birinin. Neden? Sorusuna bir türlü cevap bulamıyordu. Nedendi bu hali? Hata ya da hatalar mı vardı yaşamının gerideki adımlarında. Her seferinde kendine sormuştu geçmişte yaptıklarını yapmadan önce. İnce eleyip sık dokumuştu eskiden de. Her seferinde “yine aynı şeyi yaparım” demişti. Peki, neredeydi o zaman hata da, bu haldeydi? Ne varmış halimde? Diye geçirdi içinden sonra. Kahvesini yudumladı tekrar yavaşça. Sağlığının hızla bozulduğu geldi aklına birden. Kaç sene olmuştu onu bu hale getiren. Üç bilemedin dört diye cevapladı kendini. Üç ya da dört yıl içinde çökmüştü böyle birden. Çöktüğünde yerinden kalkamayacak durumdaydı. Böyle giderse kalkamayacaktı da. Yalnızlığı çok ağır gelmişti. Altından kalkılması zor bir yük. Ağırlığıydı belki de çöktüğünde kalkmada zorlanmasının nedeni. Bu garip beden ne yapsın çökmesin de? Ne doğru dürüst yemek, ne uyku ne de işi vardı yapacak. Ne kadar da hareketliydim son dört yıla gelinceye kadar diye hayıflandı birden. Uyumaya fırsat kollardım geceleri, 24 saat yetmezdi. Bazen 48 saati bir gün yapmıştım da bana mı dememiştim! Hey gidi günler hey! Onu gülümsetmişti bu hayıflanması. Gülümsemek bile rahatlatır olmuştu kendini. Kahkahayı unutalı çok yıllar olmuştu ama yine de gülümseyebildiğine razıydı. Hiç kahkaha atmış mıydı sahi? Kim bilir? Dur dur hatırladım, atmıştım: oğlan küçükken birbirimize bakıp bakıp gülerdik gözlerimizden yaşlar gelinceye, öksürüklere boğuluncaya kadar. Hay benim aklım! Akıl da zayıfladı demek ki. Zaman siliyor muydu acaba çok şeyi. Kâğıtlardaki yazılar bile siliniyordu güneşte kaldıkça, akıl niye silinmesin? Okuyorum ama bulmaca da çözüyorum. Yabancı dille pek aram yok epeydir. Yabancı dil de en çok geliştirenmiş hafızayı. Bilimciler öyle diyor, öyle yazıyorlar. Savruluyorum işte, sonbahar yaprakları gibi. Ormanlık düştü aklına birden. Sarı kahverengi, yeşil ve daha birçok renk; tarif edemediği, adlarını bilemediği. Canlandı gözlerinin önünde uçsuz bucaksız yaylalar, baharda yeşilin her tonu. Ahhh ah! Olmamalıydı böyle. Hiç hak etmedim bu hayatı. Sahiden ne yapmıştım ben bunları hak edecek?
Yetmemişti belli ki bu günlerine kadar yaptığı muhasebeler. Çok ağır bir yaşam geçirdiği saçı ve sakalından okunuyordu. Saçlarının çoğu dökülmüş alnını tamamen ortaya çıkarmış. Hayat çizgileri vardı yol yol. Kahvesini alıp eline derin bir iç çekti, nefesini vermeden aldı yudumunu. Yavaşça koydu gene tabağına. Artık her şey yavaşladı diye düşündü kendi kendine ama bir çelişkisi vardı. Dışarıdaki hayat yavaştı belki ama içindeki, kafasının içindeki hayat çok hem de olabileceğinden çok hızlıydı, çağlayan ırmaklar, ırmakların ani düşüşü gibiydi. Her şey o kadar hızlı geçiyordu ki düşüncelerinden: bir kahve içimi süre bile çok fazla geliyordu. Yakalamaya çalışıyor her seferinde geçenleri. Tekrar ölçüp biçiyor enini boyunu her birinin. Neden? Sorusuna bir türlü cevap bulamıyordu. Nedendi bu hali? Hata ya da hatalar mı vardı yaşamının gerideki adımlarında. Her seferinde kendine sormuştu geçmişte yaptıklarını yapmadan önce. İnce eleyip sık dokumuştu eskiden de. Her seferinde “yine aynı şeyi yaparım” demişti. Peki, neredeydi o zaman hata da, bu haldeydi? Ne varmış halimde? Diye geçirdi içinden sonra. Kahvesini yudumladı tekrar yavaşça. Sağlığının hızla bozulduğu geldi aklına birden. Kaç sene olmuştu onu bu hale getiren. Üç bilemedin dört diye cevapladı kendini. Üç ya da dört yıl içinde çökmüştü böyle birden. Çöktüğünde yerinden kalkamayacak durumdaydı. Böyle giderse kalkamayacaktı da. Yalnızlığı çok ağır gelmişti. Altından kalkılması zor bir yük. Ağırlığıydı belki de çöktüğünde kalkmada zorlanmasının nedeni. Bu garip beden ne yapsın çökmesin de? Ne doğru dürüst yemek, ne uyku ne de işi vardı yapacak. Ne kadar da hareketliydim son dört yıla gelinceye kadar diye hayıflandı birden. Uyumaya fırsat kollardım geceleri, 24 saat yetmezdi. Bazen 48 saati bir gün yapmıştım da bana mı dememiştim! Hey gidi günler hey! Onu gülümsetmişti bu hayıflanması. Gülümsemek bile rahatlatır olmuştu kendini. Kahkahayı unutalı çok yıllar olmuştu ama yine de gülümseyebildiğine razıydı. Hiç kahkaha atmış mıydı sahi? Kim bilir? Dur dur hatırladım, atmıştım: oğlan küçükken birbirimize bakıp bakıp gülerdik gözlerimizden yaşlar gelinceye, öksürüklere boğuluncaya kadar. Hay benim aklım! Akıl da zayıfladı demek ki. Zaman siliyor muydu acaba çok şeyi. Kâğıtlardaki yazılar bile siliniyordu güneşte kaldıkça, akıl niye silinmesin? Okuyorum ama bulmaca da çözüyorum. Yabancı dille pek aram yok epeydir. Yabancı dil de en çok geliştirenmiş hafızayı. Bilimciler öyle diyor, öyle yazıyorlar. Savruluyorum işte, sonbahar yaprakları gibi. Ormanlık düştü aklına birden. Sarı kahverengi, yeşil ve daha birçok renk; tarif edemediği, adlarını bilemediği. Canlandı gözlerinin önünde uçsuz bucaksız yaylalar, baharda yeşilin her tonu. Ahhh ah! Olmamalıydı böyle. Hiç hak etmedim bu hayatı. Sahiden ne yapmıştım ben bunları hak edecek?
Okudum en başta, o kadar
kimsesizliğe, yalnızlığa rağmen okudum. Yoksulluğa direndim. Açlığa daha daha
nelere de. Yoktan var oldum be! Başkaları üzülür diye ölmekten korktum üniversite
de okurken. Her şeyi dişimle tırnağımla kazıdım. Kimselerden yardım, aman
dilenmedim. Hırsızlık yapmadım, telef etmedim hiç bir şeyi, havayı bile.
Gıdayla tükettim her imkânımı. Çocukken den beri ailem için uğraştım, daha
iyisini hak ediyorlardı yaşadıklarının, onları kurtarmak istedim. Birlikte
kurtulalım istedim. Yapar mıyım aynısını şimdi tekrar? Biraz düşündü işaret ve
orta parmağını birlikte sürterek alnına. Sürtmenin verdiği sıcaklıkla geldi kendine.
Fazla mı bastırmıştı ne? Parmakları da bildiğini yapıyordu anlaşılan söz
geçirememişti. Acıtsın diye mi sürtmüştü onları.
Üniversiteyi bitirdiğimde az mı kız
teklif etmişlerdi Almanyalılar. İllaki eğitimli, kültürlü olacaktı, inat ettim
sanki bok varmış gibi. Bir elin yağda bir elin balda olurdu salak, akılsız.
Düpedüz akılsızlık ettin. Kırıldı adamlar senin yüzünden babana dangalak. Yok
yok doğrusuydu benim düşündüklerim. Olmazdı öyle de. Birimiz Hanya der
diğerimiz Konya derdi de haftasına varmaz ayrılırdık. Ben bilmez miyim kendimi.
İnadım vardı eğitimli, kültürlü diye. Yalnız bir konuda cehaletimi anladım. Her
okuyan kültürlü olmuyormuş, çok geç öğrendim. Taa evlendiğimde. Okumuşun cahili
çok daha kötüymüş, kurban olasım geldi bildiğim okumamış cahillere. Hiç olmazsa
saftılar, saklayamıyorlardı içini dışını; kabak gibi ortadaydı al felleri. Bu
da neydi böyle, hayatında ders kitabından başka bir satır bile okumamış,
okumadı da. Anyayı konyayı ben öğrendim sonunda.
Bu kelime çok kafamı kurcaladı
benim, şu allı pullu “kültür.” Fini
biberi gibi bir şey sanki. Yersin içini yakar yemezsin dışını; canın çeker
durur. Azı karar çoğu zarardır biberin, kararında atarsan yemeğe tat verir
iştah açarmış, hem de yarayışlıymış sağlığa. Kanseri bile engellermiş, zihin de
açarmış ötesi. Salla gitsin, yalandan kim ölmüş ki bu güne kadar. Kültür zor
yiyecek anam, her babayiğit pişiremiyor kararında. Pişireninkine de doyum olmuyor meretin, hele
bir de kıvamında sosu olursa yanında öff be anam yeme de yanında yat. Nasıl da
geçiverir hayat vızzzt diye, hiç bir şey anlamadan. Bir varmış bir yokmuş
olursun bu dünyada. “aç tavuk kendini darı ambarında görürmüş” dedi fısıltıyla
kafasına vurdu eliyle. Bir yudum daha aldı kahveden. Arkasına yaslanıp ufka
daldı gene.
Şu çocuk, yoldan geçen, işte işte
önümden geçen. Çelimsiz, sıska çocuk. Sakal da bırakmış, saçlar jöleli. Öf anam
havalar bin beş yüz. Çalımından geçilmiyor üfürsen duvara yapışacak uçup da. Şu
sigara tutuşuna bak. Nasıl da çekiyor avurtlarını çökerterek. Başını kaldırıp
üfledi dumanı. Daireler çizdiriyor kerata dumana, pek de maharetliymiş. Sakal
da sakal olsa bari saysan sayılacak. Benim ki öyle mi ya. Pösteki gibi say
sayabilirsen. Ama ağardılar artık benim ağardığım gibi. Arındım her bir şeyden.
İşten, güçten, karıdan kırıdan, çoluk çocuktan, eşten dosttan, hatta hayattan.
Bazen ölmek bile geliyor içimden. Gönüllü oluyorum. Gelecek çekilmez geliyor.
Nasıl geçecek kalan zaman? Cevap veremiyorum. İşte o zaman gönüllü aday
oluyorum Azrail’in ziyaretine. Belki daha önceleri ziyaret etmiştir de ben fark
etmemişimdir. Hiç de hatırlamıyorum. Belki de gel di geldi beceremedi. Sonra da
ne halt edersen et dedi bırakıp gitti. Beni defterinden silmiş olmasın? Amaan
silerse silsin çok umurumda sanki. Ulan çocuk, seni de görürüz benim yaşıma
geldiğin zaman; gelirsen eğer! Ah! Sen bir de benim havalarımı görseydin senin
yaşlarında. Saçlarım simsiyah, küllü suyla yıkayıp bir de arkaya yatırdım mı,
biraz da yana yatırıyordum canım yalan yok. Bir de tıraş olurdum, makinaya taktığım en pahalı jiletle, hem de sinekkaydı.
Tersten yönden alırdım sakallarımı. Ayna gibi olurdu dolgun gamzeli yanaklarım.
Al aldı o zamanlar, sen şimdikine ne bakıyorsun sen o zaman görecektin beni.
Çıkarken kahvenin önüne nasıl da salınırdım bir sağa bir sola. O saniye yok mu o saniye hep onun yüzünden di
o kadar eziyet edişim kendime. Yürürken gözümün biri onların evine bakardı şaşı
gibi. Tek gözümle bakardım önüme. Eğer bir de denk gelip dışarıda görüverirsem
vay halime. İki gözüm de bakardı ona ben uçarak giderdim yolda, havada asılı
gibi. Hiç tökezlemiş miydim sahiden. Ohoo! Unutmuşsun besbelli, kafayı kağnının
kanadına çarpıp da hafta boyunca boynuzlu gezdiğini. Küçük danaların yeni çıkan
boynuzu gibiydi, ilk gün kıpkırmızı sonra da mosmor. Köydeki bütün danalar
senin boynuzun modanı takip ediyordu. İmrenmemiş miydi saniyenin küçük danası. Toslamamış
mıydı duvara arkanda. Dayanamadı garibim, kıskanmış besbelli. Güldürmüştün al
yanaklı kiraz dudaklı saniyeni. Neydi o günler be. Sahiden ben yaşadım değil mi
bütün bunları. Ulan çocuk alacağın olsun senin. Haydi, git güle güle. Demesem
de gidiyorsun ya zaten. Benim ki de aylaklık, biraz da ihtiyarlıktan işte.
Çekememezlik değil anlayacağın. Sana bir lafım yok, kendime hepsi de. Alınma
sen. Fırsatın olursa gel yanıma otur bir iki beşlik bozarız. Sana kahve çay da
söylerim. Aslında rakı söylesem daha iyi olur ama ben emekliyim hem hayattan hem
de işten. Biraz ağır kaçar bana, gönlümden geçiyor ama belki bir gün inşallah.
Kıpırdandı azıcık. Kıçı bile
oynamadı yerinden. Sanki kıçının yerinden kıpırdamadığına kızmış gibi kalktı
tekrar oturdu, bir daha yaptı bırakıverdi kıçını sandalyenin üzerine tekrar.
Isınma hareketi mi yapıyordu ne? Fincana konan sarıca arıya takıldı gözü. Tam
buldu konacak yeri meret. Sokar mokar neme lazım, az geri çekil bari. Zehiri de
iyicedir bunun. Bal arısı olsa neyse. Kanatlarını çırpıştırıyor durmadan.
Uçacakmış gibi. Yaşlanmış galiba bencileyin. Kaç yıl yaşarlar ki bu meretler?
Bak oğlum bilemediğin bir soru daha. Ben nerden bileyim kaç yıl yaşar, anam mı
doğurdu da bileyim. Böcek işte, her ne meretse. Kaç yıl yaşarsa yaşasın çok mu
lazım bana? Öğrensen fena mı olurdu? Öğrendim de ne oldu bunca sene? Neye
yaradılar. Nasıl doğduysam, şimdi de öğleyim işte baldırı çıplak. Elde avuçta
bir emeklilik maaşı, başka da bir bok yok. Var var azıcık da kefenlik var yalan
demeyeyim. Günah diyorlar. Ben bilerek günah -başkalarının hak ve hukukuna zara
verme- işlediysem herkesin günahlarını sırtlanmaya hazırım. Getirsinler
yüklesinler bana. Beni bile çekmekte zorlanan aha şu yorgun dizlerimle çekerim.
Günah diye diye ne anamız kaldı ne babamız bellenmedik. Ana dedik baba dedik
yıllardır. Baktık ki ne ana ne baba her biri. Bıraktık sonra baktık ki
cıscıbıldağız. İçimizi ısıtıyormuş yalancıktan. Ne varsa kandırıp aldılar
elimizden ananızız babanızız diye diye. Kıçımızda donumuzu zor kurtardık o da
tehlikeye girdi. Günah ne? Uyu da büyü! Ulan yıllardır çöktüler tepemize bir
türlü sıyıramadık paçayı!.. ulan moruk siyasete girdin gene. Yapma bu saate
yazık kendine. Seviş seviş! Damarım
kabardı. Ulan konuştun mu siyasete giriyor. Ne boktan iştir bu? Sofra sofra,
haberin var mı sofradan senin. Zeytin de gitti seyahate, hem de yurtdışına.
Artık yabancı turist. Terfi etti. Bal kaymak? Nasıl bir şey o? Peynir mi? Arada
bir uğruyor hal hatır sormaya sağ olsun. Kireç gibi meymenetsiz suratıyla. Acı
yavan kuru soğan, keyfim yerinde olduğu zaman her şeyim tam oluyor benim. O
zaman siyaset yapmıyorum. Rakı içiyorum balıkla doya doya. Orhan abi düşüyor
gönlüme, Orhan Veli. Ne çileli ömürmüş be. Ne de emek vermiş yılmadan hem de
alayı birden. Adamlar aç yatıp tok kalkmışlar vatan millet uğruna. Ya şu Nesin
amcaya ne demeli. Gündüz kapatmışlar dergisini, gece açmış başkasını.
Etrafındakiler yan çizmiş, gece dememiş gündüz dememiş uğraşmış, bağırıp
çığırıp durmuş. Kavgalar etmiş benim adıma. Bu kadar yaptığı yetmemiş bir de
çocuklar büyütmeye kalkmış. Anası babası üçünü besleyip büyütemez benim amcam
yüzlercesini büyütüp ayıtmış. Kendininkini de Prof. etmiş maşallah. Bir de
matematik. Olur şey değil. Kim uğraşır matematikle. İşte onda akılsızlık etmiş
bence. Şöyle estetikçi filan yapsaymış, kasaptan hallice olsa da bak sen o
zaman. Paraları sığdıracak yer bulamazdı. Sana da faydası olurdu, isterdin
azıcık iki çocuk daha fazla adam ederdin. Başkalarının da hakkını yemeyelim Aziz
amca, darılmasınlar. Gönüllerine sağlık. “gömüldüğüm yeri kimse bilmesin”
demedin mi? İşte benim kafadan dedim o zaman. Ulan yaşarken kadir kıymet
bilmeyenler mezardayken mi bilecekler? Eksik olsun ziyaretleri de duaları da.
Hepsi onların olsun. Ben de istemiyorum billahi. Bir gece yarısı kimse duyup
görmeden alıp götürsünler bir yere, ister uzak ister yakın ama manzarası
yeşillik olsun biraz. Hiç olmasa da ot çöp biter bir yer olsun. Gerçi ben
yeşertirim üstümde ama gene de onlar bilir gari. Nasıl bilirlerse öyle
yapsınlar. Dur be. Şu neresiydi çok çok uzak bir yer, dağların tepesiydi. Çok
ıssız. İnsanlar ne yapıyorlarmış biliyor musun? Belki duymamışsındır. İnsanlar
ölen kişinin etini kemiklerinden ayırıyorlar önce. Bu işi yapan özel adamları
var. Herkes yapamıyor. Heybelere dolduruyorlar çok uzak kuş uçmaz kervan geçmez
tepelere çıkarıp bırakıyorlar akbabalar, kuşlar kurtlar beslensin, açlıktan
ölmesin diye. Böylelikle öldükten sonra da bir işe yaramak istiyorlar. Her şey
fayda üstüne kurulmuş.
Bak işte! Fayda deyince aklım
çelindi. Siyasete girecek gene. Başımıza iş miş almayalım. Edenimizle oturup
kalkalım şuradan. “getir oğlum tavşankanı iki çay” “ne ikisi bey amca, gelen mi var?” “Yok oğlum
gelen melen, gelecek de yok. Bir ben bir de içimdeki var. Yarenlik edeceğiz biraz
şunun şurasında, yabancım sayılmaz. Sen meraklanma hesaplar bende!” şaşırdı
delikanlı. “delirdi mi ne, aman canım bana ne, iki çay dedi herif.” siyaset deyince adamın oğlu Platon (Eflatun)
geliyor her zaman aklıma taa liseden beri. Adam biliyormuş demek ki başına
gelecekleri. “Devleti yönetecekler evlenmesin” demiş. Başka bir gezegenden
gelmiş olabilir belki.
Tembellikten edebiyata geçebildim. Fen’e geçmeye yetmedi
notlarım. Felsefe dersinde o canım
öğretmenim anlatmıştı hepsini de Descartes, Marks, Hegel… Daha nicelerini. Bir
gün de biyoloji de erkek üreme organlarını anlattı yasağa ayak direyerek öğretmenimin
biri. Yasaklanmış bakanları tarafından ayıp diye. Kızlar da var ya aramızda. Sanki
kızların babası yokmuş gibi. Kadıncağız da sınıfın kapısını kapatıp anlatmıştı
gizli gizli. Ulan nesini yasaklarsın erkek üreme organının, sende de var babanda
da. Anlayamamıştım.
Darvin dayıya ne demeli? Yasaklıydı o da. Kime, ya
da kimlere kötülük etti kim bilir. Kızdırmış cümle âlemi. Etrafında sahip
çıkanı yokmuş herhalde engel olmamışlar bu kadar dünyayı kızdırıncaya kadar.
Keşke biri fısıldasaymış kulağına geriden de yapmasaymış yaptıklarını,
demeseymiş bu kadar. O zaman kızmazdı kimse ona. İşi gücü de fena değilmiş
hani. Geçinip gidiyormuş işte el bebek gül bebek. Aslında adamın başını
yakmışlar biliyor musunuz? O gün gitmesi gereken kişiler gitmek istememiş, zahir
başlarına geleceği görmüş akıllı adamlarmış. Garibim Darvin efe limanda
dolaşıyormuş gemi kalkacağı sırada ve ona haydi gel seni de götürelim gezmeye
demişler. Çiçeği burnunda gencecik bir çocuk. Hevesliymiş. Defterini kitabını
almış hemen atlamış gemiye. Atlayış o atlayış, almış başına işi. Don tuman da
almamış yedek olarak yanına giderken heyecandan unutmuş her bir şeyi. Oralarda
dağ bayır dememiş dolaşmış. Dereler tepeler aşmış. Üstü başı perişan dönmüş.
Defterini doldurmuş yazıp çizerken. Defter satan mı var koskoca ıssız ormanda.
Yakın ve uzaklarda da yokmuş kırtasiyeci. Defteri dolunca yazıp çizememiş artık
daha fazla. Alimallah bir de harita metot defteri bulsaydı oralarda, ne olurdu
o zaman bir düşünsenize! Zaten 20 yapraklı Nasrettin hoca kaplı deftere
yazabildikleri bu kadar kızdırmış milleti. Haa hakkını yememek lazım keratanın.
Bir satıra iki üç satır sığdırmış deniliyor. Ondan çok şey varmış o defterde.
Ama anlayabilene aşk olsun yazdıklarından. Doktor reçeteleri hattat yazısı
kalırmış yazısının yanında dediklerine göre görenlerin. Akıllıymış doğrusu.
Genç menç ama hakkını vermiş demek ki işin. Hala kızıyorsa dünyanın yarısı.
Akıllı adamdan zarar gelmez derler ama. Akıllı olduğu besbelli. Yoksa niye
kıskansın dünyanın yarısı. Kıskanıyordur değil mi? Tabii ya! Kıskançlıklarından
çatlıyorlar çatır çatır. Niye biz akıl edemedik diye belki de? Adamın oğlunu
bilmeyen kalmadı şu dünyada, gideli yıllar yıllar geçmiş hala da vırvırı devam
ediyor. Bu dünya göçüp tüm insanlar altında kalmazsa konuşulmaya devam edecekte
böyle giderse. Ne kadar korkunç değil mi kızanların işi? Koydum oldu yapmış adam
helal olsun be. Bi koymuş tam koymuş taşı gediğine. Ulan çok zırladın yahu,
kalk artık! Gülümseyen suratı gerildi birden yaşlı adamın. Sakallarının
sıkılaşmasından anladım gerilmeyi. Çaycı kendine getirdi onu. Garibin aşk
rüyası görüyordu herhalde. Nasıl da mayışmıştı bir süre. Elleri kıpır kıpır,
dudakları gülümsemeyle doluydu hep. Ulan ihtiyar. Az değilsin sen de! Kim bilir
ne kirli çıkısındır sen? Diye içiyle savaşırken tak diye düşürdü çay tabağını
garson. Düzeltip tabağı, içine tavşankanı adam çayını koydu. Önce tereddüt etti
yanlış mı getirdim acaba diye, yüzüne baktı dik dik ihtiyarın. İşaret etti koy
diye başıyla mendebur. İşareti alınca ister istemez koydu garson. Nihayetinde
müşteriydi. Müşteri her zaman haklıdır demezler mi? O zaman koy çayı? Şeker
koymadan höpürdetti çayı ilk seferinde. Bıyıkları da battı çaya. Kendi de fark
etti battıklarını. Sildi sağ elinin tersiyle.Halil GÖNÜL / Aydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.