SAYFALAR

Pazartesi, Aralık 12, 2016

YALI MELHEM


zaman, biber, hikaye,okumak, patates, çalışmak,
Çay
On iki-on üç yaşlarındaydım. Köy yakınlarından geçen, komşu köye götürülen içme su isale hattı inşaatı devam ediyordu. Köy kahvesinin önünde sohbet ederlerken duymuştum, arkadaşlardan su işinde çalışanlar vardı; ancak yevmiyenin düşük olduğundan şikâyetçiydiler. Kazma ve kürekle; kendilerine gösterilen mesafeyi, bir metre derinlikte ve 40 santimetre genişlikte hendek kazıyorlarmış. “adam arıyorlar” dedi birisi, hemen onlara yaklaştım, “ ben de gelirim” dedim, elli yaşlarında bir adam; “yavrum senin yaşın küçük, kazma ve kürek işi, bu sıcakta nasıl dayanırsın on-on bir saat” dedi yüzüme bakarak.
     “Olsun, dayanırım, ekin biçerken daha küçüktüm dayanıyordum ama hadi geleyim” dedim boynumu burarak. Başka bir adam, oyun oynarken kafasını geriye çevirdi ”tamam gel çocuk, sabah gün doğmadan çıkıyoruz, Kavaklı da çalışıyoruz, yiyeceğini de almayı unutma” dedi. Adam bizim köydeki dayıbaşısıymış şirketin.
            Erkenden kalktım, akşamdan hazırladığım ekmek torbamı aldım, içinde iki haşlanmış patates, bir baş kuru soğan, dört tane de günlük arpa unundan yapılmış siyah renkli yufka ve naylon poşet içine konulmuş tuz vardı. Elde dokunmuş,  renkli kilim desenli torbamın ipini sol omzuma geçirdim, alt köşesinde bağlı ipin ucundaki söğüt ağacı dalından yapılmış çatalını göğsümün üstündeki ipe taktım, sevinerek lastik ayakkabılarımı giydim koşturarak kahvenin önüne vardım. Toplanmışlar, daha gelecekler de varmış, dayıbaşı geldi “haydi, yolcu yolunda gerek, arkadan yetişirler” dedi yürüyerek. Saymadım ama yirmi kadar: büyüklü küçüklü insan yürüdük, içlerindeki en tıfıl bendim; onlara uyabilmek için koşturuyordum bazen. Köyü çıkınca dere boyu doğuya doğru yürüdük, bazıları ıslık çalıyor, türkü söylüyor, şakalaşanlar oluyordu.
            Çalışacağımız yere geldik, şirketin elemanı olduğunu söyledikleri elli yaşlarında, kılık kıyafeti düzgün ve temiz, esmer, orta boylu, siyah gözlüklü, elinde tespih ve saçlarının siyaha boyandığı; saç diplerinin beyazlarının görünmeye başladığından anlaşılan,  gür sesli tombul adam oradaydı, “herkese günaydın, kolay gelsin” dedikten sonra, bizim köyün dayıbaşısını yanına çağırdı, sağ kolunu yere paralel olacak şekilde uzattı, işaret parmağı ile uzak yerleri göstererek, iş tarif etti, bizim dayıbaşı kafasını salladı, geriye bize doğru döndü, şirketin adamı arabaya binip gitti, başka bir yerde de çalışan ekipler varmış.
            Dayıbaşı; “yirmişer metre açılın” dediği zaman çok kişi yerindeydi zaten, ortalıkta dolaşan düzen de olmayan tek ben vardım, dayıbaşı, herkesin sınırını adımlayarak tek tek işaretledi, herkes kazma ve kürek aldı, çalışmaya başladılar, ben yalnızca seyrediyordum, işaretleme işini bitiren dayıbaşı, benim yanıma geldi,  sağ elinin ayasını enseme koydu, çok sert; tahta gibiydi, “ekmek torbanı şuraya as” dedi, çamın dalını göstererek, eli ensemdeydi hala, birlikte yürüdük, sıranın en sonunda, beni bırakarak, ileri geri gezindi, “gel çocuk” dedi, yumuşak bir ses tonuyla, “sen buradan başlecek”, adımlayarak ilerledi, durdu ve bana dönerek “Aha, bura gada gelcen” dedi,  büyükçe bir taş koydu, ayağıyla da dik olarak bir hat çizdi. Tekrar yanıma geldi, küreği aldı eline, sapını önüme uzatarak ”bak, burda çentik va, aha burda da va, genişlik bu gada olcak” dedi iki çentik noktasından tutarak, kazacağım alt sınırı ayağıyla çizdi, genişlik için buradan ölçü alacaktım. “anladın mı? Çocuk” dedi ve kafamı aşağı-yukarı salladım, gözlerimin içine bakarak, “affffferin çocuk, hadi görem seni” dedi hızlıca yanımdan uzaklaştı.
            Kazma, kürek ve taştan oluşan müzik aletleriyle müzik yapan bir koro, bütün içtenliği ile şarkı söylüyordu, koronun temposu hiç düşmüyor, git-gide de ahenk yükseliyordu, insanların sesleri cılız kalıyordu. Ben de elimden geldiğince hızlı çalışıyor, yapabileceğimi göstermek için çaba gösteriyorum, ilk yarım saat da, ter boşanmaya başladı tüm vücudumdan, havuza düşmüş gibi ıslandım, terleme devam ediyor, ellerim kabardı, bazıları patladı, çok acı hissediyorum, ancak ne olursa olsun, yapacak, dayıbaşının yüzünü kara çıkarmayacaktım, şirketin adamına benim için direnç göstermişti çalışmam için, etrafıma bakındım herkes meşgul, eski bir gömlekti sırtımdaki, hemen alt tarafından boydan boya yırttım,  ikiye böldüm, ellerimi sardım, çalışmaya devam ettim.
            Öğleyin yemek molası verdik, herkes, üçerli, beşerli bölünerek oturdular, torbalarını, çıkınlarını açtılar, bazılarında süzme yoğurt, taze fasulye yemeği, tahin helva vardı, herkes ortaya koydu, isteyen istediği yerden alıp iştahla yiyorlar, şakalaşıyorlardı, dayıbaşı bana işaret ederek “ ge çocuk, bura ge” deyip, yanı başını gösterdi, sol eliyle, bağdaş kurarak oturdum. Torbamda bulunanları çıkarıp biraz utanarak ortaya koydum, dayıbaşı ekmeğimin üstüne haşlanmış tavuk yumurtası ve iri bir çatallı domates koydu, soğanların ikisini yanyana koyup, eliyle bir vuruşta ezdi, birini benden tarafa koydu, bende patatesimin birini ve soğanı O'nun önüne koydum,  herkes ağız dolusu lokma alıyor, yanaklarının iki tarafı da yumurta büyüklüğünde şişiriyor, şapur, şupur, sesler çıkıyordu. Öksürmeye başladım, “ sırtıma vurarak “halal, halal” dedi dayıbaşı, ben yemekte yavaş kalıyorum, herkes silip süpürdü, domatesim bile bitmedi daha, hızlandırdım,  karnını doyuranlar, biraz geri çekiliyor, uzanıyordu, ben herkesten geç kalktım, sırt üstü uzandım, kendimi kıyasladım, cılızdım, kollarım zayıftı, pazılarım küçüktü, küreği tam dolu kaldırmakta zorlanıyorum, ama ne olursa olsun, burada ölsem de halledecektim, yoksa bir daha dayıbaşının yüzüne nasıl bakardım, adam iki domates ve yumurtasından birini bana vermişti.
            Benden iki yaş kadar büyük ilkokuldan sınıf arkadaşım uyandırdı, “başlayoz, hadi kalk!” dedi, irkilerek kalktım, tam da güzel bir rüya görüyordum: halamların evinin karşısındaki evin birinde olan kız salınarak önüm de yürüyor, bazen dönüp bana bakıyor, tatlı tatlı gülümsüyordu.
            Ellerimi yumamıyorum, birazda soğuyunca acıyı daha fazla hissetmeye başladım, “ısınınca geçer” diye düşündüm önemsemedim. Var gücümle, dişlerimi sıkarak kazmayı vuruyor, hiç bir şey düşünmek istemiyordum. Belirlenen işi bitirenler, yeni ilaveler aldılar, dayıbaşı bunları yazdı, benim daha bitirmeye epeyce vardı, güneş batmak üzereydi ben de “bitirdim” diye bağırdım. Dayıbaşı gelip, hendeğin boyunda ileri-geri gidip geldi, yanımda durdu, elini omzuma koydu, “affffferin çocuk sana, işte böle olcak deli kanlı dediğin, gördünüz mü laan, bi de yapamaz deyodunuz, deyyusla sizi” dedi. Konuşurken ellerimi göz ucuyla bana çaktırmadan incelediğini fark ettim “aç ellerini bakem” dedi babacan tavrıyla. Açarken çok acıyorlardı ciğerim sökülüyordu; patlayanlar sargıya yapışmış, açarken kopuyorlardı, hiç acımıyormuş gibi, hızlıca açtım. Ellerimi, tek tek eli üstüne aldı, hafif içeri yumulu parmaklarımı yavaşça açtı “ne yapcen biliyon mu? Köye vadığında dükkânda va,  yalı melhem alcan, ellerine bi güze bolca sürcen, yine temiz bi çapıtla sarcan anladın mı?” dedi, başımı sevgiyle okşadı kalktı, sargıyı tekrar sardım ben de kalktım, torbamı sırtıma takıp yürüyenlerin arkasından onlara yetiştim. Bazıları derede akan suyla ellerini ayaklarını yıkamak için kaldılar, sonradan arkamızdan yetiştiler.
            Yürürken daha dik, güçlü görünmek için adımlarımı açarak, hızlı yürüyorum, ben de sohbetlere katılıp, bir şeyler söylüyorum, herkesin yaptığını ben de yapabiliyorum, diğerleriyle aynıydım, kendimi zayıf görmüyorum artık, yaşım da hiç önemli değildi. İşte bugün ıspat ettim, herkes gördü, dayıbaşı bağırarak ilan etmemiş miydi delikanlılığımı. Köye girince doğruca bakkala koştum “bana yağlı melhem ver” dedim, sesim gür çıktı. Bakkal amca, çok ders çalıştığımız arkadaşımın babası yüzüme baktı gülerek, “işte sana melhem” dedi, pat diye eliyle ses çıkararak, avucunun içindekini tezgâhın üstüne koydu, elime aldım, “delikanlı olmuşsun len çocuk, hadi git şindi dinlen, parayı sonra getirisin, işden gelibbasın yalım” dedi.
            Eve doğru hızlı adımlarla dimdik yürüyor, herkes beni görsün istiyordum. Halamların evi ile komşunun evi arasında dar bir sokak var, arkadan gelen yağmur suları hep oradan akar, el arabası ancak sığar, komşu teyze ahşap merdivenlerinin alttan ikinci basamağında oturuyor, ben yanından geçerken  “ahhh yavrım benim” dediğini duydum, kafamı çevirdiğimde göz göze geldik, iki adım mesafe vardı aramızda, gözlerinde yaşlar vardı, sesi boğuktu, “ kanala mı gittin yavrım?” dedi, “hıı” dedim yürüdüm. Yirmi adet tahta basamağı çıktım, torbamı çıkarıp koydum, merhemi çıkardım, avuçlarıma bolca sıktım, iyice dağıttım, biraz yumuşadığını hissettim,  odaya geçtim, bir bez bulup tekrar sardım. Elbisemi çıkardım, sağ elime naylon poşet geçirip, bileğim hizasından iple boğdum, maşrapayla kafama su dökerek, yıkadım, kuruladım, gür simsiyah saçlarım vardı, hafif yan yukarı yatırıyordum, ıslakken daha kolay yatıyor,  inek yalamış gibi duruyordu. Yakası beyaz, deniz mavisi renkli, kısa kollu tişörtü severdim, kafamdan geçirdim, eteğini düzelttim, küçük el aynasında yüzüme baktım, yakışıklıydım, hemen kahvenin önüne gittim. Taş duvarın üstüne oturdum, bir çay istedim, demli olsun dedim, etraftan duyulabilecek şekilde. Sağ bacağımı sol bacağımın üstüne atıp oturdum. Kimse fark etmesin diye dikkat ederek Saniye'nin evini gözlemeye devam ettim, hayvanlara yem vermek için ahıra inebilirdi, bahçeden geliyor olabilirdi, bütün ihtimalleri değerlendirirken, çay geldi, elime aldım, “eline noldu?” dedi kahveci, “hiiiç” dedim, şekeri bıraktım, karıştırmaya başladım, Saniye göründü, evlerine giden yolun başında, yolun ortalayınca beni rahatlıkla görebilir dedim, görmesini istiyorum, benim kendisini gözlediğimi,  beğendiğimi, hatta âşık olduğumu fark etsin istiyorum, etrafıma baktım, fazla insan yok, duvarın yanında bir masada oyun oynayan ve onları seyredenler var, kimse beni dikkate almaz bile, kafamı çevirip, çaydan bir yudum aldım, karşıya bakmaya devam ettim, arkasından iki tane oğlak, hoplayıp, sağa sola zıplayarak O'nu takip ediyor, bazen de önüne geçiyorlar, evine yaklaşmak üzere, aramızda kuş uçuşu, iki yüz metre kadar mesafe var,
            “İşte kafasını çevirdi” dedim, fısıldayarak, bardağı ağzıma kaldırdım, yudum almayı yavaşlattım, kalbim güm güm atmaya başladı, çay bardağını tabağın üzerinde tutmakta zorlanıyor, “gülüyor gülüyor, yaşasın, demek ki O da beni seviyor” diye geçirdim içimden ve çayımı acele içip bitirdim, oyun masasına çay getirmiş olan kahveciye, “sonra veririm” dedim yürürken, acele işim çıkmış gibi hızla eve doğru koşturdum, evde kardeşim’ den başka kimse yok,  O da oda da meşguldü.  Karşıyı, evi ve bahçesini rahat görebileceğim bir şekil de, ayaklarımı boşluğa sarkıtıp sundurmaya oturdum, duvara yaslandım, Saniye bahçelerine girdi, beni gördüğü belli, önüne gelen oğlağa ot uzattı, okşadı, bu sevgi sinyali, beni seviyor diye düşündüm, gerçekten gülüyor, bahçelerinden evlerinin merdivenine kadar sek-sek yaparak yürüdü ve merdivenlerden çıktı, annesinin “ geldin mi? Kızım” dediğini duyar gibi hissettim. Karanlık oldu, evlerinde elektrik olanlar ışıklarını yakmaya başladılar, çoğu evin penceresi de sarımtırak bir renk görünmeye başladı, kısrağın sesi duyuldu, dar sokaktan halamlar da geliyorlar, odaya geçip, gaz lambasını yaktım, yatağa uzandım,  kardeşim yorulmuş olmalı ki erkenden uyuya kalmış. Saniye'yi seyrederken hayalim de uyuyakalmışım ben de.
            Hayvanların takırtısına uyandım, vakit çok erkendi, gün yeni aydınlanıyor, yataktan inip, yüzümü yıkamak için, tahtalığa çıktım, ellerimin sarılı olduğunu unutmuşum, vazgeçtim, geriye odaya girdim, giyindim, torbamı aldım, halamların odaya girdim, Anam yufka pişiriyordu,  mendilin üzerinde on kadar hazır olanlardan dört tane aldım ”kanalda çalışıyom” dedim, “aferin yavrım” dedi memnun olmuş bir tonda, sacın üstünde; yanmak üzere olan yufkayı çevirdi.
            “Gel, yımırta al, sepette de domat, biber va, al bakem onnadan go torbana” dedi. Anam kendileri için patates gömmüş, kızgın ocak külü içine, onlar pişmiş, ocağın sağ köşesinde duruyorlardı, Anamın arkasından, elimi omuzuna koyarak geçtim, sağ elimi uzattım, beş tane aldım, yirmi-otuz kadar varlardı, elimin sargılı olduğunu fark etti.
            Ocaktan geriye çekilip, yan tarafına geçince bileğimden yakaladı, “noldu ellene de sardın?” dedi, önemli değilmiş gibi davranarak,
            “Hiç bişey, patladıla da melhem sürdüm” dedim ve acelem varmış gibi “ben gidiyom Hala”  dedim, oda kapısından hızla çıkıp, lastik ayakkabılarımı (var olan tek ayakkabım) ayağıma geçirdim, sekseleyerek, ayakkabılarımı tam giydim, Anamdan başka herkes uyuyorlardı.
            Kahvenin önüne gelmiş olanlar var, çay içiyorlar, bende oturdum, “bi çay vesene” dedim kahveciye, torbamdan ılıklığı hissedilen bir yufka çıkardım, ikiye katladım, bir yumurtayı soyup ekmeğin üzerine parçalayıp dağıttım, dürüm yaptım, iki elimle tutarak sıkmaya çalıştım, ilk sıkma girişimim de “of” çıkıverdi ağzımda, yanımda oturan kişi anladı, aldı elimden dürümü sıkıverdi, acıyan gözlerle bakarak bana verdi, “gayfaltı mı yapcen? Dedi, kafamı evet anlamında salladım, hızlıca dürümü ve çayı bitirdim, herkes çay parasını çay tabağının içine koydu, benim tabağımda para yok, yalnızca baktı,  tümünü topladı,  tekrar yüzüme baktı  “iç çocuk” der gibiydi, “ bi dene da iççen mi?”  deyince; gülümseyerek evet anlamında kafamı salladım,  çalışanlar çoğalmaya başladı, tam çayımı bitiriyordum “ hadi gidiyoz millet” diyen sesi duyuldu dayıbaşının son yudumu ayakta içtim, kahvecinin yüzüne bakarak yürüdüm.          
            “ Bak çalışmaya gidiyorum, yevmiyemi alınca ödeyeceğim” geçiyordu aklımdan, sesli hiç söylemedim.
            “İnsanların bazıları bana neden acıyorlar?”  Sorusu takıldı, “çorlu değildim, maşallah turp gibiydim, bak; herkesin yapamaz dediği işleri yapıyordum, komşu teyze dün benim için üzülüp ağlamıştı,” bir türlü cevabını bulamadım. “Bak, dün dayıbaşı da bana acıdı herhalde” düşüncesi biraz rahatsız etti beni,
            “Neden acısın? Demedi mi? Kendisi, delikanlı diye o kadar kişinin içinde, yok olmaz öle şey, acınacak halim yok benim,” diye kendimi savunarak yürümeye devam ettim, düşüncelerimden kurtulduğumda geride olduğumu gördüm, hızlandım arada bazen koşturdum, dayıbaşının sağ tarafında, O'na yakın yürümeye başladım, beni fark eden dayıbaşı, sağ kolunu uzatarak,          
            “Gel baken yanıma” dedi, elini sağ omzuma koydu, “ellen necep?” deyince hiç duraksamadan “eyile, hiç bişeycikle yok, gece hiç acımadıla, emme ben yine de sardım, mikrop kapmasın deye” dedim. Başımı okşadı, saçlarım karıştı, hiç ellemeden yürümeye devam ettim, adımlarımı uzun atıp yanı başından kopmamak istiyordum.
            “Hele sen bizim Saf Hasan'ın yemek meselesini biliyon mu? ”hayır, anlamında kafamı sallayınca;
            “Gideken annadıveren öncek, istemin? yine kafamı salladım, hızlı yürümekten nefes nefeseyim, konuşamıyorum.
            “Bi gün Hasan inek gütmeye gittiğinde, başka çobanna da gelmiş yanına, öğle yemeğinde hep barabırlamış, barabır gurup, otumuşla sofraya,  içlende muzip biri vamış,  bakmış Hasan’ın tobası zengin, O'nun gatıklanı yemeyi düşünmüş, Hasan'a”;
            “ Hasan buban nassı öldü?” demiş,
            “Bizim Hasan uzzuun uzzun annatıvemeye başlamış, muzip de Hasan'ın önündeki gatıkları, dumadan yeyomuş, anlatması bitmiş, bi bakmış önüne hiçbi gatık galmamış, boynunu bumuş,  kimseye bi şey diyememiş, guru ekmeği dürünmüş soğanla yemiş, gel zaman git zaman, muzip takip ediyomuş Hasan'ı, bi gün gene denk getimiş, öğlen zamanı beş gişi gadalamış, çamın dibinde sofra gurmuşla, biraz ilerlende olan Hasan'ı da buyur etmişle, Hasan da icabet etmiş, gene ne vasa ortaya dökülmüş, Hasan da bu kere de datlı gatıkla vamış, emmek arasında sarılı halva da vamış. Muzip gene aynı soruyu somuş.”
            “Hasan buban nassı öldü? Geçen kere tam annamadım da, çok üzüldüm bubana.”
            “Hasan garibim, gene başlamış, ince ince annatmaya, annatıken de üzülüp, ağleyomuş, senin annecen olan gene olmuş, Hasan'ın halvala filan gitmiiiiş, öbürküle hepiciği de garınlanı doyurmuşla, muzip, bakmış hasan ağlamaya devam ediyo,”
            “Hasanın yanına gelip, Hasana sarmeşmiş, alama bak, buban çok eyi biriydi, ben de çok sevedim kendini, O şimdi Cennet' den hep seni seyir edibbadır, ağladığını görese çok üzülü, yerin den kalka geli bide,  sona geri de gidemez Allah gorusun, neccen o zaman ölü bubanna?”
            “Hasan alamayı kesmiş, gözleni silmiş, elini sofraya atıverince, bi de bakmış ki, sofra boşalmış, herkes toplanmış gidiyo,  kendilenkinden bi dene kumpir goyvemişle, kumpiri ezmiş, emmenin içine dağıtmış, goca baş bi de soğan gırıp dizmiş üstüne, duz da ekelemiş, halva halt esin yanında, dürmüş datlı datlı yemiş.”
            “Alışdı bi kere namıssız ya!  Gene plan gurmuş, bu sefer çoklamış, sofrayı gurup, Hasanı gene buyur etmişle, Hasan saf maf emme terbiyeli çocukdur, ben biliyom. Sofra Buyuruna icabet etmemek yakışıksız olu, oturmuşla hep birlikde sofraya, gene ne vasa dökülmüş ortaya, Muzip, gene;
            “Hasan ben eşşek kafalıyım biliyon mu? Annaddıklanı tam annayamamışım, düşündüm düşündüm de bi da soram tam anlayam deye garar vedim, haggeten buban nassı ölüvedi?”
            “Hasan hiç gafasını bile galdırmadan, hem hızlı hızlı yeyomuş;”
            “ Yattı, hemen öldü.”
            “ Deye cuvap vemiş, hepiciği biden gülüşmüşle, datlı gatıklandan bi dene bile yeyememişle.” demesiyle birlikte herkes aynı anda gülmeye başladı, bende kafamı kaldırıp dayıbaşının yüzüne baktım gülmeye başladım.
            Bu hikâyeyi anlatırken arada bir omuzuma vurmuştu, sıcak, babacan buldum dayıbaşıyı güven duydum, çalışırken zor durumda kalırsam yardım eder, kollar beni diye düşünüp, iyice rahatladım. Yolculuk ne de çabuk bitmiş? Gelmişiz, torbalarımızı asıp, hemen sıralandık yine, bende arada bir yere geçtim, artık şansıma ne gelirse kazardım. Adımlamalar, işaretler, şirket adamıyla konuşma bitti, koro başladı çalmaya, ilk anlarda ellerimle kazma sapını kavramakta zorlandım, acısını dizlerimde, kasığımda hissediyorum, dizüstü çöküverecekmiş hissederek kendimi zorladım, “rezil olma” diyordum kendime, “kolun kopsa bile çalışacaksın işi bitireceksin” diye kızdım kendime, yarım saat sonra avuç işlerim terleyip yumuşadı, ter daha da fazla acıtıyordu.
            Yirmi gün çalıştım, yevmiyemi benden birkaç yaş büyük çocuklardan daha fazla yazmış dayıbaşı, bütün paramı işi bırakmamdan iki gün sonraki akşam kahvenin bahçesinde herkesin duyabileceği şekilde bağırarak;
            “Delikanlııı ge bakem, otu şöle gaşıma, birlikde çay içem, gayfeciii, bize okkalısından davşan ganı iki adam çayı getirive bakem.” dedi
             Bütün gözler bize çevrildi, oyun oynayan sırtı dönük insanlar bile dönüp baktı, ben yakının da oturuyordum, kalkıp karşısına geçtim, oturanlar benim için yana çekildiler karşısında yer açtılar, yakındaki boş ahşap sandalyeyi, tek sağ elimle üst tahtasından kavradım, yere sürtmeyecek şekilde, kaldırıp tam karşısına yavaşça koydum, geçip oturdum, kendimden emin dimdik oturuyor, sırtımı sandalyeye tam yasladım, “dik dur, dik otur” kelimeleri geçti aklımdan.
            Dayıbaşı yine yüksek sesle konuşarak; “Delikanlı ilk gün ürkmüşdüm emme yüzümü gara çıkamadın, şirket adamına gavga eddimdi, çalışamaz yaşı güccük, ganun ceza verir, cezala bek böyük dediydi, emme öle bişey olmadı Allah korudu seni, işde yirmi günnük paran, buda bahşişin iki yömiye, şirket adamından zorla aldım, çocuk okuyo, okula gitcek dedim, evvel olmaaaz, başkaları da iste ayıp olu falan dese de, inadım inat, adım kel murat dedim, bu gadacık hatırımız yok mu? Siz gosgoca şirketsiniz, bu kadacıkdan mı yıklceniz? Ayıp yaptığın dedim, tepesine bindim,  yan yattı çamıra baddı, imza atcen emme,  iki yömiye fazla yazcam dedi, gabil ettim, çaktım imzayı, alıvedim herifoğlundan, halal hoş olsun senin gibi deliganlıya”
            Uzun beyaz bir zarf verdi elime, aldım, zarfı bacak arama indirip içinden beş liralık aldım sağ pantolon cebime, zarfı katlayıp, arka cebime koydum.
            “Hele bişey da sölecem sana, okumadan gelmecen buraya, derslerine hendek kazıyomuş gibi calışcan hiç dürmecen hatta uyumacen bile, sayıı ne olcan bakem?”
            “Toktur” deyiverdim.
            “Afferin delikanlı, işte şöleee, ben de her zaman sana geliverim o zaman”
            “Seve seve Halit Amca” dedim, bir sıcaklık, yakınlık hissettiğim için amca dedim, ayağa kalktım, bana Müsaade et Halit amca dedim, kahvenin içine girip ocakta kahve yapan kahvecinin yanına yöneldim, Halit Amca’nın olduğu masanın çay paralarını ve önceki borçlarım dâhil ödedim, “afferin sana delikanlı” dedi, sırtıma vurdu döndüğümde, çıkıp eve yöneldim, bir gözüm de Saniye'yi arıyordu. Abisi ve babası da kahvedeydi, dayıbaşı konuşurken özellikle gözlerimle aramıştım onları, bütün köy duyar zaten, eve gidenlerin çoğu anlatırdı evde sohbet ederken.
            Eve çıkıp sundurmaya oturdum, gelecek ile ilgili hayaller kurmaya başladım. Saniye de ortaokulda okuyor, okul zamanı bazen karşılaşıyorduk, konuşuyorduk da, ama açılmaya utanıyordum, “ya beni redderse, bir daha nasıl bakardım? Yüzüne, yerin dibine girer, aşağılanmış hissederdim kendimi. Köyde rezil olmak da var; olmaz, teklif edemem diye düşündüm hep; bekleyecektim, onunla konuşmak, yakın olmak, görmek hoşuma gidiyor; içim de tuhaf bir sıcaklık hissediyordum.
            Satır başlarındaki harfleri, yan yana dizildiğinde; ismi ortaya çıkan, şiir bile yazdım. Şiir de: bizim sevgimiz, evlilik birlikteliğimiz; bütün köye örnek olacak, bize herkes özenecekti. Şiirin bulunduğu sayfaya, beşik ve mezar çizip; beşikten, mezara; yeşillikler içinde bir yol vardı.
            Okullar açıldı, Saniye ve ablası, benim ev sahibim olan yaşlı nine ile birlikte, birinci katta kalıyorlar. Kat: iki oda, banyo ve mutfak; odanın birini nine, diğerini de onlar kullanıyor; mutfak, tuvalet ve banyo, ortak kullanılırdı.
            Ben, zemin katta, onların kata çıkan merdivenin yanında, penceresi bahçeye bakan; hemen hemen bahçe zeminine sıfır yükseklikte olan bir odada kalıyorum. Ne zaman ayakkabı tıkırtısı duysam, dışarıda işim varmış gibi çıkıyor, Saniye'yi görüyordum. Ayakkabı seslerini, diğerlerinkinden çok rahat ayırt edebiliyordum, kulaklarım ihtisaslıydı o konuda. Saniye beni gördüğü zaman güler, bazen ders bitti mi? bazen de: gel de ders çalışalım derdi. Ablası beni severdi, bazen saçlarımı okşardı.
            İlk pazar günüydü. Saniye'nin babası, pazardan ev ihtiyaçlarını alıvermek için gelmiş, pazarda alışverişten sonra da, eve birlikte gelmişler. Ben alışverişimi kendim yapardım, pazardan geldiğimde; baba ve kızlar merdiven basamaklarına oturmuşlar, alışverişin muhasebesini bir kâğıda yazıyorlardı. Hemen eşyalarımı odama bırakıverdim, merdivenin üstteki basamağına oturdum onları seyretmeye başladım. Kızlar, başka ihtiyaçlar belirtip biraz daha para istedi; babaları yok dedi. İkisi de ısrar etmeye başladı, almadıkları takdirde: öğretmenlerinin döveceğini söyledilerse de, fayda etmedi. Israra dayanamayan adam, baktı ki;   lafla anlatamıyor, önce Pantolon ceplerinin, sonra kalan bütün ceplerinin astarlarını dışarı çıkarıverdi sinirle. Birkaç tane tık, tık sesi duyuldu, eğilip topladı hepsini tek tek; hepsi de sarı, beş kuruş. Sol avucuna koydu, doğruldu, “açın kızım avucunuzu” dedi. Saniye ve ablası avuçlarını açtılar, babalarına bakmaya başladılar. Babası sırayla, bir tane beş kuruşluk Saniyenin avucuna, bir tane de ablasının avucuna olmak üzere; bütün topladıklarını paylaştırdı. Üç tane Saniye'ye, dört tane de ablasına düşmüştü. Babaları ellerini çırparak, espri yaparcasına, “bozdurup bozdurup harcayın” dedi. Kızlar ağlayarak odalarına çıktılar. Uzun bir zaman,  kendi aramızda espri ifadesi oldu; babasının “bozdurup bozdurup harcayın” cümlesi. O zamanlar beş kuruş, en küçük para: hiçbir şey satın almıyor.
            Saniye ikinci dönem okula gelemedi, babası göndermemiş çünkü: abla kız, ikisinin okul masraflarını karşılayamıyormuş. Ablası daha üst sınıfta olduğu için ablası okulu bitirsin, mahsuller iyi olursa, gelecek yıl gönderebilirmiş. Ablasına sormuştu, neden gelmedi Saniye diye,  anlatmıştı bana ayaküstü, başımı okşayarak. Çok üzülmüştüm. Bütün neşem kaçmıştı. İkindi paydosundan sonra, eve gelmek istemiyordu ayaklarım; hep geri geri gidiyorlardı sanki.
            Yalnızlığımı, Saniyenin varlığıyla gidermiş olduğumu fark ettim yokluğunda. Koskoca dünya da yapayalnız kalmıştım tekrar. Sıkı arkadaşlıklar kuramıyor, çoğunlukla yalnız takılıyordum, pazara giderken yalnız, okula giderken yalnız! Hep yalnızdım. Hayat zorlaşıyordu ancak: direnmekten başka çarem de yoktu. Okumasam köy de şartlar kötü, fakirlik diz boyu. Karın tokluğuna herhangi bir yer de çalışmak bile, köydekinden çok çok iyi.  Doğru dürüst kalacak, evim deyip, başımı sokabileceğim yer yok. Zorunlu hedef belli: okumak, meslek sahibi olmak, ne mesleği seçmeliydim, tek bildiğim, köydeki çiftçilik; hiç bir meslek hakkında doğru dürüst bilgim yok, kimseye sormaya da akıl edemiyordum.
            İlkokuldayken, bir gün cami hoparlöründen; “evlerdeki büyükbaş hayvanlarınızı, köy meydanına getirin, aşı yapılacak” ilanı verildiğini duydum, koşturup gittim. Beyaz önlüklü dört kişi görmüştüm. Ben onları doktor olarak hafızama kazıdım, beyaz önlük: doktor demekti benim için. Ne olacaksın diye soranlara, “doktor olacağım” diyordum. Veteriner olduklarını çoook yıllar sonra anlamıştım. Bir de: yaz aylarında, tarlalarda keçi sürüsünü otlatan Hikmet abi; kitap hiç elinden düşmezdi, yürürken bile kitap okuduğunu görürdüm çoğu zaman. Sevmişti beni, ben de sevmiştim O'nu; okumak, O gibi olmak demekti benim için, ben onu sevdim ya! Herkes de beni sevsindi. Okuma isteğim böyle bir şeydi işte.
            Saniye'yi ertesi yılda gönderemedi babası, okula gitmek zor geliyordu. Kendimi heveslendirmek için: komşu köyden olan, aynı sınıfta olduğumuz kızı sevmeye zorladım kendimi. Arasında bir yaş farkı olan iki kız kardeş ve abileri birlikte kalıyorlardı evde. Abisi aynı sınıfın “B” şubesinde okuyor, büyük kızla ben  “A” şube de okuyorduk. Kısa boylu, esmer bir kızdı, hep bana gülümserdi. Alışmıştım ona, yalnızlığımı bir nebze de olsa, gideriyordu. Bazı akşamlar ders bahanesiyle giderdim evlerine, abisi Bir şey demezdi; ancak: benimkiler sizin derslerden ayrı der, başka bir odada çalışırdı. Derslerim de birinci dönem zayıf olsa da, ikinci dönem kurtarırdım, vasat bir öğrenciydim.
            Bir gün de yemek yerlerken, denk gelmiştim. Sofra başındaydılar, buyur ettiler. Utanarak sofraya yanaşmış, heyecandan ellerim titrediği için; yemek kaşıktan dökülüyordu, aç olarak sofradan kalkmıştım. Daha sonraları giderken yemek zamanına denk getirmemeye özen gösteriyordum.
             Üçüncü sınıfta yılsonunda matematik dersi zayıf geldi, bütünlemede de kurtaramadım, çalışmamıştım yeterince zaten: borçlu geçme yasası çıkmıştı, lise birinci sınıfta çalışır, matematik dersini geçersin nasılsa. Ortaokulu bitirmiş oldum böylece, tek dersten borçlu olarak.
            Kasabada lise yoktu,  köyden bir arkadaşım, ablasını yarın okula kayıt için babasıyla beraber şehire gideceklerini söylediğinde, ben de geleyim dedim, “ tamam, babama söylerim götürür” dedi. Hiç düşünmeden söylemiştim, param yok,  ablası nereye kayıt olacak bilmiyordum, sabah erkenden kahvenin önüne indim, insanlar kamyonun kasasına çıkıyorlar, arkadaşımı gördüm, hemen yanlarına vardım ”hadi bin, söyledim babama,  onlarda geliyorlar” dedi gülerek, çift olan lastiklerin üzerine basarak kendimizi kasanın içine attık. Arkadaşım sevinçliydi,  kulağının birisi az işitiyor diye babası ortaokula göndermedi, bana hep imrenirdi ve birbirimizi severdik, hiç kavga etmemiştik. Babası ve ablası da bindi, babası beni görünce yanımıza geldi, gülerek, yanaklarımı okşadı, yanağım avucunu doldurmuyordu, elleri çok büyük görünmüştü gözüme, ablası da gülüyordu, beni seviyorlar hissi çok hoşuma gitmişti.
            Köyden başka öğrenciler de vardı lisede,  arkadaş hepimize birer tane simit alıp geldi, babası da çayları söyledi, o simidin lezzetini hiçbir zaman bir daha yakalayamadım. Yarım saat kadar yürüdük, üzerinde okulun adını yazan kapıdan girdik, cadde üzerinde olan bahçesinde yüksek ve uzun çam ağaçları vardı, yürüdüğümüz yerler, beton yoldu, beton eskimiş, ufalanmış haldeydi, kumlu olan etraftan farkı yoktu. Büyük harflerle kayıt yazan binaya yöneldik, içeride iki masa ve görevliler var, erkek görevlinin bulunduğu masaya yöneldi, arkadaşın babası, bende arkasından gittim.  Masaya yaklaşırken kendisine doğru yöneldiğimizi anlayan tombul güleç yüzlü, orta boylu esmer adam “buyurun” dedi. “kayıt yaptırcaz” dedi arkadaşın babası, “üç kişi mi?” “ iki kişi” diye cevap verdi. “evraklarınızı verin” deyince, arkadaşın ablası, çantasından birkaç kâğıt çıkardı, masanın üstüne koydu, görevli alıp baktı onlara, “tamam, eksik yok, diğeri nerde? Dedi ve herkesin gözü bana döndü.  “hadi evrakları versene” dedi ablası, ben donup kalmıştım, kekeleyerek; bir şey getirmedim diyebildim, yerin dibine girmiştim, utanıyordum, kayıt olamayacağım korkusundan dünya başıma yıkılmıştı. Ağlamak geldi içimden, su koyuverme dedim kendime. Görevli bana bakarak “evladım çıkış falan hiç bir şeyin yok mu, ya fotoğraf?” dedi, yoook dedim, “pekâlâ, nüfus cüzdanın var mı?” emin değildim ama cevap vermeden önce yoklamak istedim, bazen ceketimin iç cebine koyardım. Elimi cebime sokunca elime değen şeyi hızla çıkardım, cebimin astarı da dışarı çıkmıştı, herkes gülümsedi halime, yaşasın kimlik vardı, var dedim sevinerek ve de bağırarak, “tamam duydum” dedi adam, şakacı biri diye düşündüm, halimi de karşıma geçip seyretmek geldi içimden. Güleyim mi? Ağlayayım mı? Birinden ötekine gelip gidiyordum, kalbim çok hızlı çarpıyor, fırlayıverirse çok komik olurdu herhalde, gülümsemeye çalışıyor, bir daha soru sormasın diye dilek diliyordum.
            Adam kayıtlar tamam dedi, benim elime ve arkadaşın ablasının eline küçük bir not kâğıdı verdi, kâğıda baktım, sınıf ve bir okul numarası olduğunu düşündüğüm rakam ve harf vardı. Dünyalar benim oldu, Yaşasın, kaydım oldu diye bağıracaktım neredeyse, “bak delikanlı dedi gülümseyerek şakacı adam,  senin kaydın şimdilik eksik, evrakların yok, ancak; yorulup buraya kadar gelmişsin, hevesli gördüm seni, amcan da yabancın olduğu belli, amcanı kızıyla birlikte senin de velin olarak yazdım, bir hafta içinde bana, ortaokulundan diploma olmasa bile çıkış getireceksin beni mutlaka bulacaksın, iki de resim getireceksin, gerisini burası halleder, dosyanı ortaokuldan isteriz anladın mı?” dedi, yarın gider getiririm dedim, heyecanla, uçacak gibiydim, bu sefer kahkahayla güldü, şakacı adam, diğerleri de şaşkın ama gülerek bana bakıyorlardı, nasıl bir pot kırdım acaba? Anlamaya çalışırken “yavrum, çok şakacısın da seni çok sevdim” dedi, neresi şaka söylediğimin diye düşünürken “ yarın cumartesi, kapalı olur okul” dediler. Anlamıştım şakamı.
            Okulların açılmasına on gün kala, kalacak yer olarak, köylü çocukların kaldığı yerlerin yakınlarında bir oda kiraladım. Bir avlunun etrafı birer oda olarak yapılmış, on kadar oda vardı, hepsi birbirinin aynıydı, ortalardaki boş olan birini seçtim, alt beton, yer yer betonlar ufalanmış, kumlar görünüyor, beş santim kadar yükseklikte ince bir beton harcıyla çevrilmiş, bir metrekare bile olmayan banyo amaçlı kullanılacak yer ve içinde gerekirse ateş yakılabilecek, yemek pişirilsin diye düşünülen banyo'dan geniş ocak vardı. Odanın bir aylık kirasını peşin verdim, kirası aybaşından başlayacaktı, eşyalarımı getirip koyabilecektim, eğer eşya getirmezsem, kiraya verebilirlermiş. Ev sahibini evi de avluya bitişik, aynı avlu girişinden girilen, ama avludan sonra kendi girişlerinin olduğu küçük bir avlusu vardı. Bir katlı, kiremit çatı kaplı, yüz metrekare civarında bir evdi. Karı koca o evde yaşıyor, çocukları arada bir gelip giderlerdi, evliydiler. Ev sahibi ortaokul okuduğum kasabalıymışlar.
   Okullar açılmadan iki gün önce gelip yerleştim. Ortaokul birinci sınıfa gideceğim zaman karyola diye telli bir ranza alıvermişti anam, yatak yorgan, kilim, hasır, tencere tabak kaşık gibi ihtiyaçlar da o zamandan kalmaydı, hasır biraz yıpranık, değiştirdim ama eskisini atmayıp en alta serdim, üstüne yenisini, ne de olsa altı betondu, kışın soğuk oluyor, ortaokuldan biliyordum. Her şeyimi yerli yerince yerleştirdim, titizlikle düzenliliği korumaya özen gösteriyorum. Kitaplarımı, defterlerimi köşeye üst üste yerleştirdim, içim içime sığmıyor, çok sevinçliydim, ama içimde her zaman kendini daima hissettiren o burukluk hiç kaybolmuyordu. Okuyacaktım, hayalim de doktor olmak var, beyaz önlükler hiç gözümün önünden gitmiyor, hele o; yaz aylarında köye geldiğinde çobanlık yapan, her zaman elinde okuduğunu gördüğüm, abi, ona hevesleniyordum. Bir yaz da bizim nohut tarlasının anızında otlatmıştı keçilerini, yüz kadar keçisi ve oğlağı vardı, babamdan izin istemiş babam da izin vermişti otlatması için, ot çoktu bizim tarlada, sohbet etmiştik, benim başımı okşayıp, ertesi gün bana da kitap getirivereceğini söylemişti ve getirmişti, herkül' dü, incecikti, yumurtadan yeni çıkmış kuş yavrusu kadar narindi benim için o kitap, ne kadar da özen göstermiştim, ezip bükmemiştim, hemen oracıkta bir solukta okumuştum da hiç kimse inanamamıştı, babam ve abi beni sınavdan geçirmişlerdi, “hadi anlat bakayım” demişti abi babama bakarak, ben de nefes almada bile zorlanarak bir çırpıda anlatıvermiştim, “vaaaay aslanım” dedi, eliyle başımı hızlı hızlı okşayarak, “helal sana yeğenim, eve istediğin zaman gel sana istediğin kadar kitap vereyim, büyüyünce parasını ödersin” demişti, babam da itiraz edince para için, “sen karışma amca, artık yeğen’ im bundan sonra. Hele okusun da büyüyünce parasını faiziyle alırım o'ndan, anlaştık mı? Kerata” demişti bana.
            Kardeşim ilkokulu bitirince, ortaokul için yanımda kalsın diye kaydını yaptırmıştım, bölge kuralı nedeniyle benim okuduğum okuldan başka bir okula kayıt yaptırmıştık. Bu durum hiç hoşuma gitmemişti, ertesi yıl mutlaka benim okuduğum okulun orta kısmına kaydını naklettirecektim. Kardeşim okulda başarısız, derslere çalışmıyor, sık sık da kavga ediyorduk. O'nun için ayrı oda kiralamıştım. Ertesi yıl kaydını naklettim, ancak; hiç istemiyordu, başarısı iyice düştü. Okul değişikliği de başarı durumunda etkili oldu.
            Lise üçüncü sınıftaydım, dönem sonu yaklaşmış, üniversite sınavlarına çalışıyordum, gecemi gündüze katıyor, uykumdan bile kısıyordum, imkânlarım çok kısıtlı, ders kitaplarımdan başka, kaynak olarak: arkadaşlardan dershane kitapları istiyor, testleri çözüyordum. Cehalet mi yoksa körlük mü? Dershaneden haberim yoktu. Mutlaka kazanmam gerekiyordu, benim için ölüm kalım meselesiydi, Annem “oğlum bak üniversiteye gidenlerin çoğu ölüyor, öldürüyorlar, gel gitme” diye yalvarmıştı. Gitmezsem zaten öleceğim, gidersem yarı yarıya şansım var” diye azarlamıştım. Kararlılığımı anlayınca bir daha hiç söz etmedi.
            Dersin ortasında, hizmetli girdi içeriye, öğretmene, “hocam Hasan’ı müdür yardımcısı çağırıyor, acilmiş” dedi. Taş kesildim oturduğum yerde, sınıf bana bakıyor, bayan öğretmenim de çok şaşırmış halde bana bakıyordu, üç senedir, böyle ders ortasında çağrılan bir öğrenci olmamıştı. Korku ve şaşkınlıkla kapıya doğru yürüdüm, Dünya hızlı dönmeye başladı, başımı döndürüyor, sendeleyerek, bazen de duvara elimi dokundurarak müdür yardımcısının kapısını çaldım. “geeeel” dedi, açıp girdim içeriye,  kafasını kaldırmadı, dikkatlice bir şeyler okuyor, not alıyordu. Masaya bir metre kala durdum, ellerimi önümde bağladım, buyurun hocam beni istemişsiniz dedim, kafasını kaldırıp yüzüme dikkatli bir şekilde bir süre baktıktan sonra, tereddütlü bir ses tonuyla “otur yavrum,  senin durumunla ilgili konuşmamız gereken çok önemli bir durum ortaya çıktı” dedi ve elindeki dosyayı kaldırarak, “senin bizde kaydın görünmüyor, tek çare birinci sınıftan başlaman lazım, çok üzgünüm yavrum” dedi ve dosyayı elinden bırakıverdi. Şaka gibiydi, yüzüne baktım, gerçekten çok üzgün görünüyordu, yok dedim, bir nisan da değil, bu kesinlikle şaka değil dedim kendime ve kafamı toplamaya çalıştım, nasıl olur hocam? Siz de biliyorsunuz, derslerimize de girdiniz, ben üç yıldır buradayım ve üniversite sınavlarına hazırlanıyorum, benim için ölüm kalım meselesi, yapamam dedim, biraz düşündü, belki de benim kararlılığım etkiledi, pelte gibi koltuğa yığılıp kalmıştım, terliyordum, kalbim fırlayacak yerinden, zor nefes alıyordum ki “belki de ikinci sınıftan başlatabiliriz, bir araştıralım” sesi beni kendime getirdi, uykudan uyanmış gibiydim. Hemen olamaz hocam dedim.
            Benim kayıt yaptırdığım yılda tek dersi olan öğrencilerle ilgili bir yasa çıkmıştı; hangi sınıfta olursa olsun, üst sınıfta borçlu olduğu dersten geçerse, alt sınıftan borçlu geldiği dersten de otomatik olarak geçmiş sayılıyordu.  Bu yasadan bahsettim ve ben lise birinci sınıfta matematik dersini geçtim, borçlu geldiğim ders de matematikti, hatta ortaokul üçüncü sınıf matematik dersini sınavına da girmiştim ama gerek görmediğim için sonucu öğrenmemiştim. Müdür yardımcısı, rahatlamış görünüyordu, “emin misin?” dedi ve ayağa fırladı, duvarı kaplayan rafın bir gözünden kalın bir kaç seçti acele ve heyecanlı bir şekilde, karıştırmaya başladı,  tekrar yerine oturup, nefesini tutarak okumaya başladı. O okurken, benim beynim uyuşuktu, ama korkum bir anda silinmişti, ben de nefes almadan kafasını kaldırmasını “tamam, halloldu gidebilirsin” sesini duymayı hayal ediyordum. Ne kadar süre robot gibi cansız oturdum bilmiyorum, “afferin sana, dikkatli çocukmuşsun, yönetmeliği okudum, dediklerin doğru, ancak bir sorun daha var. Senin burada kaydın görünmediği için, ortaokuldan dosyan da istenmemiş, yarın izinlisin, sabah ortaokuluna gideceksin, benim gönderdiğimi söyleyeceksin, müdür beyi göreceksin, durumu anlatacaksın, mezuniyetini ispatlayacak belge alıp geleceksin, anladın mı?” dedi.  Oturduğum koltukta doğruldum, canlandım, pencereden uçup hemen alıp gelmek geçti aklımdan. Gülerek sevecen bir suratla  “üniversiteyi kazanamazsan okuldan atarım seni” diyerek de espri yaptı. Ayağa kalktım, masasının yanından dolanıp kapıdan çıkarken de omuzumu iki defa hafifçe vurduğunu anımsıyorum.
            Sabah erkenden ilk arabayla gittim, vardığımda okul henüz açılmamıştı, bekledim. Müdür yardımcısı fen bilgisi öğretmenimiz her zamanki gibi mobiletine binerek geldi, sesini hatırladım, odasına birlikte girdik, beni karşısın da görünce önce afalladı, anlamsızca yüzüme baktı, sonra hatırladı, “niye diplomanı almaya gelmedin?” dedi. Durumu anlattım, çok şaşırdı. “Ben okumadığını düşünmüştüm, otur hele, kahvaltımı yapayım hemen halledelim, sen kahvaltı yaptın mı?” yaptım hocam dedim, bir çay da bana söyledi, yarım saat kadar süre geçti, kasadan bir dosya çıkardı,  içinden bütün ortaokul sınıflarında aldığım notların listesi olan bir kâğıt çıkardı, masanın üstüne koydu, bende görebiliyordum, üçüncü sınıf matematik dersinin karşısı boştu, rakam yazılmamıştı. Kalemi aldı eline, boş yere beş yazdı, rakam ve yazıyla, karşısını da imzaladı, kâğıdın altını da mühür basıp imzaladı bana uzattı. Alır almaz telaşla ayağa kalktım. Çok teşekkür ederim hocam, bunu hemen yetiştirmem gerek dedim, hızlıca kapıdan çıkarken, geriye döndüm, gülerek elimi uzattım tokalaşmak için ve çıktım.
            Öğle arası yaklaşıyordu, koşarak müdür yardımcısının odasına çıktım, yoktu, biraz bekledim, mendili ile ellerini kurulayarak koridorda göründü, beni fark edince güldü ve adımlarını biraz açarak yürüdü, odasına girmeden koridorda “ver” dedi, verdim. “Tamam. Artık gidebilirsin, dosyanı isteyeceğim, zaman kaybı olmasın diye, kendin al gel, seni tekrar çağıracağım” dedi. Odasından çıktım, koridorda koşturuyorum, ahşap olduğu için fazla ses çıkmalı ki; bir öğretmenin sınıf kapısını hafif aralayıp, kafasını uzattığını gördüm. “yavaş ol oğlum” diyordu, ben koşturmaya devam ettim, sınıfımın kapısına vardığım da zil çaldı


Halil GÖNÜL / Aydın

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.