Çay |
On iki-on üç yaşlarındaydım. Köy
yakınlarından geçen, komşu köye götürülen içme su isale hattı inşaatı devam
ediyordu. Köy kahvesinin önünde sohbet ederlerken duymuştum, arkadaşlardan su
işinde çalışanlar vardı; ancak yevmiyenin düşük olduğundan şikâyetçiydiler.
Kazma ve kürekle; kendilerine gösterilen mesafeyi, bir metre derinlikte ve 40
santimetre genişlikte hendek kazıyorlarmış. “adam arıyorlar” dedi birisi, hemen
onlara yaklaştım, “ ben de gelirim” dedim, elli yaşlarında bir adam; “yavrum
senin yaşın küçük, kazma ve kürek işi, bu sıcakta nasıl dayanırsın on-on bir
saat” dedi yüzüme bakarak.
“Olsun, dayanırım, ekin biçerken daha küçüktüm
dayanıyordum ama hadi geleyim” dedim boynumu burarak. Başka bir adam, oyun
oynarken kafasını geriye çevirdi ”tamam gel çocuk, sabah gün doğmadan
çıkıyoruz, Kavaklı da çalışıyoruz, yiyeceğini de almayı unutma” dedi. Adam
bizim köydeki dayıbaşısıymış şirketin.
Erkenden kalktım, akşamdan hazırladığım ekmek torbamı aldım, içinde iki haşlanmış patates, bir baş kuru soğan, dört tane de günlük arpa unundan yapılmış siyah renkli yufka ve naylon poşet içine konulmuş tuz vardı. Elde dokunmuş, renkli kilim desenli torbamın ipini sol omzuma geçirdim, alt köşesinde bağlı ipin ucundaki söğüt ağacı dalından yapılmış çatalını göğsümün üstündeki ipe taktım, sevinerek lastik ayakkabılarımı giydim koşturarak kahvenin önüne vardım. Toplanmışlar, daha gelecekler de varmış, dayıbaşı geldi “haydi, yolcu yolunda gerek, arkadan yetişirler” dedi yürüyerek. Saymadım ama yirmi kadar: büyüklü küçüklü insan yürüdük, içlerindeki en tıfıl bendim; onlara uyabilmek için koşturuyordum bazen. Köyü çıkınca dere boyu doğuya doğru yürüdük, bazıları ıslık çalıyor, türkü söylüyor, şakalaşanlar oluyordu.
Erkenden kalktım, akşamdan hazırladığım ekmek torbamı aldım, içinde iki haşlanmış patates, bir baş kuru soğan, dört tane de günlük arpa unundan yapılmış siyah renkli yufka ve naylon poşet içine konulmuş tuz vardı. Elde dokunmuş, renkli kilim desenli torbamın ipini sol omzuma geçirdim, alt köşesinde bağlı ipin ucundaki söğüt ağacı dalından yapılmış çatalını göğsümün üstündeki ipe taktım, sevinerek lastik ayakkabılarımı giydim koşturarak kahvenin önüne vardım. Toplanmışlar, daha gelecekler de varmış, dayıbaşı geldi “haydi, yolcu yolunda gerek, arkadan yetişirler” dedi yürüyerek. Saymadım ama yirmi kadar: büyüklü küçüklü insan yürüdük, içlerindeki en tıfıl bendim; onlara uyabilmek için koşturuyordum bazen. Köyü çıkınca dere boyu doğuya doğru yürüdük, bazıları ıslık çalıyor, türkü söylüyor, şakalaşanlar oluyordu.
Çalışacağımız
yere geldik, şirketin elemanı olduğunu söyledikleri elli yaşlarında, kılık
kıyafeti düzgün ve temiz, esmer, orta boylu, siyah gözlüklü, elinde tespih ve
saçlarının siyaha boyandığı; saç diplerinin beyazlarının görünmeye
başladığından anlaşılan, gür sesli
tombul adam oradaydı, “herkese günaydın, kolay gelsin” dedikten sonra, bizim
köyün dayıbaşısını yanına çağırdı, sağ kolunu yere paralel olacak şekilde
uzattı, işaret parmağı ile uzak yerleri göstererek, iş tarif etti, bizim
dayıbaşı kafasını salladı, geriye bize doğru döndü, şirketin adamı arabaya
binip gitti, başka bir yerde de çalışan ekipler varmış.
Dayıbaşı;
“yirmişer metre açılın” dediği zaman çok kişi yerindeydi zaten, ortalıkta
dolaşan düzen de olmayan tek ben vardım, dayıbaşı, herkesin sınırını
adımlayarak tek tek işaretledi, herkes kazma ve kürek aldı, çalışmaya
başladılar, ben yalnızca seyrediyordum, işaretleme işini bitiren dayıbaşı,
benim yanıma geldi, sağ elinin ayasını
enseme koydu, çok sert; tahta gibiydi, “ekmek torbanı şuraya as” dedi, çamın
dalını göstererek, eli ensemdeydi hala, birlikte yürüdük, sıranın en sonunda,
beni bırakarak, ileri geri gezindi, “gel çocuk” dedi, yumuşak bir ses tonuyla,
“sen buradan başlecek”, adımlayarak ilerledi, durdu ve bana dönerek “Aha, bura
gada gelcen” dedi, büyükçe bir taş
koydu, ayağıyla da dik olarak bir hat çizdi. Tekrar yanıma geldi, küreği aldı
eline, sapını önüme uzatarak ”bak, burda çentik va, aha burda da va, genişlik
bu gada olcak” dedi iki çentik noktasından tutarak, kazacağım alt sınırı
ayağıyla çizdi, genişlik için buradan ölçü alacaktım. “anladın mı? Çocuk” dedi
ve kafamı aşağı-yukarı salladım, gözlerimin içine bakarak, “affffferin çocuk,
hadi görem seni” dedi hızlıca yanımdan uzaklaştı.
Kazma,
kürek ve taştan oluşan müzik aletleriyle müzik yapan bir koro, bütün içtenliği
ile şarkı söylüyordu, koronun temposu hiç düşmüyor, git-gide de ahenk
yükseliyordu, insanların sesleri cılız kalıyordu. Ben de elimden geldiğince
hızlı çalışıyor, yapabileceğimi göstermek için çaba gösteriyorum, ilk yarım
saat da, ter boşanmaya başladı tüm vücudumdan, havuza düşmüş gibi ıslandım,
terleme devam ediyor, ellerim kabardı, bazıları patladı, çok acı hissediyorum,
ancak ne olursa olsun, yapacak, dayıbaşının yüzünü kara çıkarmayacaktım,
şirketin adamına benim için direnç göstermişti çalışmam için, etrafıma bakındım
herkes meşgul, eski bir gömlekti sırtımdaki, hemen alt tarafından boydan boya
yırttım, ikiye böldüm, ellerimi sardım,
çalışmaya devam ettim.
Öğleyin
yemek molası verdik, herkes, üçerli, beşerli bölünerek oturdular, torbalarını,
çıkınlarını açtılar, bazılarında süzme yoğurt, taze fasulye yemeği, tahin helva
vardı, herkes ortaya koydu, isteyen istediği yerden alıp iştahla yiyorlar,
şakalaşıyorlardı, dayıbaşı bana işaret ederek “ ge çocuk, bura ge” deyip, yanı
başını gösterdi, sol eliyle, bağdaş kurarak oturdum. Torbamda bulunanları
çıkarıp biraz utanarak ortaya koydum, dayıbaşı ekmeğimin üstüne haşlanmış tavuk
yumurtası ve iri bir çatallı domates koydu, soğanların ikisini yanyana koyup,
eliyle bir vuruşta ezdi, birini benden tarafa koydu, bende patatesimin birini ve
soğanı O'nun önüne koydum, herkes ağız
dolusu lokma alıyor, yanaklarının iki tarafı da yumurta büyüklüğünde şişiriyor,
şapur, şupur, sesler çıkıyordu. Öksürmeye başladım, “ sırtıma vurarak “halal,
halal” dedi dayıbaşı, ben yemekte yavaş kalıyorum, herkes silip süpürdü,
domatesim bile bitmedi daha, hızlandırdım,
karnını doyuranlar, biraz geri çekiliyor, uzanıyordu, ben herkesten geç
kalktım, sırt üstü uzandım, kendimi kıyasladım, cılızdım, kollarım zayıftı,
pazılarım küçüktü, küreği tam dolu kaldırmakta zorlanıyorum, ama ne olursa
olsun, burada ölsem de halledecektim, yoksa bir daha dayıbaşının yüzüne nasıl
bakardım, adam iki domates ve yumurtasından birini bana vermişti.
Benden
iki yaş kadar büyük ilkokuldan sınıf arkadaşım uyandırdı, “başlayoz, hadi kalk!”
dedi, irkilerek kalktım, tam da güzel bir rüya görüyordum: halamların evinin
karşısındaki evin birinde olan kız salınarak önüm de yürüyor, bazen dönüp bana
bakıyor, tatlı tatlı gülümsüyordu.
Ellerimi
yumamıyorum, birazda soğuyunca acıyı daha fazla hissetmeye başladım, “ısınınca
geçer” diye düşündüm önemsemedim. Var gücümle, dişlerimi sıkarak kazmayı
vuruyor, hiç bir şey düşünmek istemiyordum. Belirlenen işi bitirenler, yeni
ilaveler aldılar, dayıbaşı bunları yazdı, benim daha bitirmeye epeyce vardı, güneş
batmak üzereydi ben de “bitirdim” diye bağırdım. Dayıbaşı gelip, hendeğin
boyunda ileri-geri gidip geldi, yanımda durdu, elini omzuma koydu, “affffferin
çocuk sana, işte böle olcak deli kanlı dediğin, gördünüz mü laan, bi de yapamaz
deyodunuz, deyyusla sizi” dedi. Konuşurken ellerimi göz ucuyla bana çaktırmadan
incelediğini fark ettim “aç ellerini bakem” dedi babacan tavrıyla. Açarken çok
acıyorlardı ciğerim sökülüyordu; patlayanlar sargıya yapışmış, açarken
kopuyorlardı, hiç acımıyormuş gibi, hızlıca açtım. Ellerimi, tek tek eli üstüne
aldı, hafif içeri yumulu parmaklarımı yavaşça açtı “ne yapcen biliyon mu? Köye
vadığında dükkânda va, yalı melhem
alcan, ellerine bi güze bolca sürcen, yine temiz bi çapıtla sarcan anladın mı?”
dedi, başımı sevgiyle okşadı kalktı, sargıyı tekrar sardım ben de kalktım,
torbamı sırtıma takıp yürüyenlerin arkasından onlara yetiştim. Bazıları derede
akan suyla ellerini ayaklarını yıkamak için kaldılar, sonradan arkamızdan
yetiştiler.
Yürürken
daha dik, güçlü görünmek için adımlarımı açarak, hızlı yürüyorum, ben de
sohbetlere katılıp, bir şeyler söylüyorum, herkesin yaptığını ben de
yapabiliyorum, diğerleriyle aynıydım, kendimi zayıf görmüyorum artık, yaşım da
hiç önemli değildi. İşte bugün ıspat ettim, herkes gördü, dayıbaşı bağırarak
ilan etmemiş miydi delikanlılığımı. Köye girince doğruca bakkala koştum “bana
yağlı melhem ver” dedim, sesim gür çıktı. Bakkal amca, çok ders çalıştığımız
arkadaşımın babası yüzüme baktı gülerek, “işte sana melhem” dedi, pat diye
eliyle ses çıkararak, avucunun içindekini tezgâhın üstüne koydu, elime aldım,
“delikanlı olmuşsun len çocuk, hadi git şindi dinlen, parayı sonra getirisin,
işden gelibbasın yalım” dedi.
Eve
doğru hızlı adımlarla dimdik yürüyor, herkes beni görsün istiyordum. Halamların
evi ile komşunun evi arasında dar bir sokak var, arkadan gelen yağmur suları
hep oradan akar, el arabası ancak sığar, komşu teyze ahşap merdivenlerinin
alttan ikinci basamağında oturuyor, ben yanından geçerken “ahhh yavrım benim” dediğini duydum, kafamı
çevirdiğimde göz göze geldik, iki adım mesafe vardı aramızda, gözlerinde yaşlar
vardı, sesi boğuktu, “ kanala mı gittin yavrım?” dedi, “hıı” dedim yürüdüm.
Yirmi adet tahta basamağı çıktım, torbamı çıkarıp koydum, merhemi çıkardım,
avuçlarıma bolca sıktım, iyice dağıttım, biraz yumuşadığını hissettim, odaya geçtim, bir bez bulup tekrar sardım.
Elbisemi çıkardım, sağ elime naylon poşet geçirip, bileğim hizasından iple
boğdum, maşrapayla kafama su dökerek, yıkadım, kuruladım, gür simsiyah saçlarım
vardı, hafif yan yukarı yatırıyordum, ıslakken daha kolay yatıyor, inek yalamış gibi duruyordu. Yakası beyaz,
deniz mavisi renkli, kısa kollu tişörtü severdim, kafamdan geçirdim, eteğini
düzelttim, küçük el aynasında yüzüme baktım, yakışıklıydım, hemen kahvenin
önüne gittim. Taş duvarın üstüne oturdum, bir çay istedim, demli olsun dedim,
etraftan duyulabilecek şekilde. Sağ bacağımı sol bacağımın üstüne atıp oturdum.
Kimse fark etmesin diye dikkat ederek Saniye'nin evini gözlemeye devam ettim,
hayvanlara yem vermek için ahıra inebilirdi, bahçeden geliyor olabilirdi, bütün
ihtimalleri değerlendirirken, çay geldi, elime aldım, “eline noldu?” dedi
kahveci, “hiiiç” dedim, şekeri bıraktım, karıştırmaya başladım, Saniye göründü,
evlerine giden yolun başında, yolun ortalayınca beni rahatlıkla görebilir
dedim, görmesini istiyorum, benim kendisini gözlediğimi, beğendiğimi, hatta âşık olduğumu fark etsin
istiyorum, etrafıma baktım, fazla insan yok, duvarın yanında bir masada oyun
oynayan ve onları seyredenler var, kimse beni dikkate almaz bile, kafamı
çevirip, çaydan bir yudum aldım, karşıya bakmaya devam ettim, arkasından iki
tane oğlak, hoplayıp, sağa sola zıplayarak O'nu takip ediyor, bazen de önüne
geçiyorlar, evine yaklaşmak üzere, aramızda kuş uçuşu, iki yüz metre kadar mesafe
var,
“İşte
kafasını çevirdi” dedim, fısıldayarak, bardağı ağzıma kaldırdım, yudum almayı
yavaşlattım, kalbim güm güm atmaya başladı, çay bardağını tabağın üzerinde
tutmakta zorlanıyor, “gülüyor gülüyor, yaşasın, demek ki O da beni seviyor”
diye geçirdim içimden ve çayımı acele içip bitirdim, oyun masasına çay getirmiş
olan kahveciye, “sonra veririm” dedim yürürken, acele işim çıkmış gibi hızla
eve doğru koşturdum, evde kardeşim’ den başka kimse yok, O da oda da meşguldü. Karşıyı, evi ve bahçesini rahat görebileceğim
bir şekil de, ayaklarımı boşluğa sarkıtıp sundurmaya oturdum, duvara yaslandım,
Saniye bahçelerine girdi, beni gördüğü belli, önüne gelen oğlağa ot uzattı,
okşadı, bu sevgi sinyali, beni seviyor diye düşündüm, gerçekten gülüyor,
bahçelerinden evlerinin merdivenine kadar sek-sek yaparak yürüdü ve
merdivenlerden çıktı, annesinin “ geldin mi? Kızım” dediğini duyar gibi
hissettim. Karanlık oldu, evlerinde elektrik olanlar ışıklarını yakmaya
başladılar, çoğu evin penceresi de sarımtırak bir renk görünmeye başladı,
kısrağın sesi duyuldu, dar sokaktan halamlar da geliyorlar, odaya geçip, gaz
lambasını yaktım, yatağa uzandım,
kardeşim yorulmuş olmalı ki erkenden uyuya kalmış. Saniye'yi seyrederken
hayalim de uyuyakalmışım ben de.
Hayvanların
takırtısına uyandım, vakit çok erkendi, gün yeni aydınlanıyor, yataktan inip,
yüzümü yıkamak için, tahtalığa çıktım, ellerimin sarılı olduğunu unutmuşum,
vazgeçtim, geriye odaya girdim, giyindim, torbamı aldım, halamların odaya
girdim, Anam yufka pişiriyordu, mendilin
üzerinde on kadar hazır olanlardan dört tane aldım ”kanalda çalışıyom” dedim,
“aferin yavrım” dedi memnun olmuş bir tonda, sacın üstünde; yanmak üzere olan
yufkayı çevirdi.
“Gel,
yımırta al, sepette de domat, biber va, al bakem onnadan go torbana” dedi. Anam
kendileri için patates gömmüş, kızgın ocak külü içine, onlar pişmiş, ocağın sağ
köşesinde duruyorlardı, Anamın arkasından, elimi omuzuna koyarak geçtim, sağ
elimi uzattım, beş tane aldım, yirmi-otuz kadar varlardı, elimin sargılı olduğunu
fark etti.
Ocaktan
geriye çekilip, yan tarafına geçince bileğimden yakaladı, “noldu ellene de
sardın?” dedi, önemli değilmiş gibi davranarak,
“Hiç
bişey, patladıla da melhem sürdüm” dedim ve acelem varmış gibi “ben gidiyom
Hala” dedim, oda kapısından hızla çıkıp,
lastik ayakkabılarımı (var olan tek ayakkabım) ayağıma geçirdim, sekseleyerek,
ayakkabılarımı tam giydim, Anamdan başka herkes uyuyorlardı.
Kahvenin
önüne gelmiş olanlar var, çay içiyorlar, bende oturdum, “bi çay vesene” dedim
kahveciye, torbamdan ılıklığı hissedilen bir yufka çıkardım, ikiye katladım,
bir yumurtayı soyup ekmeğin üzerine parçalayıp dağıttım, dürüm yaptım, iki
elimle tutarak sıkmaya çalıştım, ilk sıkma girişimim de “of” çıkıverdi ağzımda,
yanımda oturan kişi anladı, aldı elimden dürümü sıkıverdi, acıyan gözlerle
bakarak bana verdi, “gayfaltı mı yapcen? Dedi, kafamı evet anlamında salladım,
hızlıca dürümü ve çayı bitirdim, herkes çay parasını çay tabağının içine koydu,
benim tabağımda para yok, yalnızca baktı,
tümünü topladı, tekrar yüzüme
baktı “iç çocuk” der gibiydi, “ bi dene
da iççen mi?” deyince; gülümseyerek evet
anlamında kafamı salladım, çalışanlar
çoğalmaya başladı, tam çayımı bitiriyordum “ hadi gidiyoz millet” diyen sesi
duyuldu dayıbaşının son yudumu ayakta içtim, kahvecinin yüzüne bakarak yürüdüm.
“
Bak çalışmaya gidiyorum, yevmiyemi alınca ödeyeceğim” geçiyordu aklımdan, sesli
hiç söylemedim.
“İnsanların
bazıları bana neden acıyorlar?” Sorusu
takıldı, “çorlu değildim, maşallah turp gibiydim, bak; herkesin yapamaz dediği
işleri yapıyordum, komşu teyze dün benim için üzülüp ağlamıştı,” bir türlü
cevabını bulamadım. “Bak, dün dayıbaşı da bana acıdı herhalde” düşüncesi biraz
rahatsız etti beni,
“Neden
acısın? Demedi mi? Kendisi, delikanlı diye o kadar kişinin içinde, yok olmaz
öle şey, acınacak halim yok benim,” diye kendimi savunarak yürümeye devam
ettim, düşüncelerimden kurtulduğumda geride olduğumu gördüm, hızlandım arada
bazen koşturdum, dayıbaşının sağ tarafında, O'na yakın yürümeye başladım, beni
fark eden dayıbaşı, sağ kolunu uzatarak,
“Gel
baken yanıma” dedi, elini sağ omzuma koydu, “ellen necep?” deyince hiç
duraksamadan “eyile, hiç bişeycikle yok, gece hiç acımadıla, emme ben yine de
sardım, mikrop kapmasın deye” dedim. Başımı okşadı, saçlarım karıştı, hiç
ellemeden yürümeye devam ettim, adımlarımı uzun atıp yanı başından kopmamak
istiyordum.
“Hele
sen bizim Saf Hasan'ın yemek meselesini biliyon mu? ”hayır, anlamında kafamı
sallayınca;
“Gideken
annadıveren öncek, istemin? yine kafamı salladım, hızlı yürümekten nefes
nefeseyim, konuşamıyorum.
“Bi
gün Hasan inek gütmeye gittiğinde, başka çobanna da gelmiş yanına, öğle
yemeğinde hep barabırlamış, barabır gurup, otumuşla sofraya, içlende muzip biri vamış, bakmış Hasan’ın tobası zengin, O'nun
gatıklanı yemeyi düşünmüş, Hasan'a”;
“
Hasan buban nassı öldü?” demiş,
“Bizim
Hasan uzzuun uzzun annatıvemeye başlamış, muzip de Hasan'ın önündeki gatıkları,
dumadan yeyomuş, anlatması bitmiş, bi bakmış önüne hiçbi gatık galmamış,
boynunu bumuş, kimseye bi şey diyememiş,
guru ekmeği dürünmüş soğanla yemiş, gel zaman git zaman, muzip takip ediyomuş
Hasan'ı, bi gün gene denk getimiş, öğlen zamanı beş gişi gadalamış, çamın
dibinde sofra gurmuşla, biraz ilerlende olan Hasan'ı da buyur etmişle, Hasan da
icabet etmiş, gene ne vasa ortaya dökülmüş, Hasan da bu kere de datlı gatıkla
vamış, emmek arasında sarılı halva da vamış. Muzip gene aynı soruyu somuş.”
“Hasan
buban nassı öldü? Geçen kere tam annamadım da, çok üzüldüm bubana.”
“Hasan
garibim, gene başlamış, ince ince annatmaya, annatıken de üzülüp, ağleyomuş,
senin annecen olan gene olmuş, Hasan'ın halvala filan gitmiiiiş, öbürküle
hepiciği de garınlanı doyurmuşla, muzip, bakmış hasan ağlamaya devam ediyo,”
“Hasanın
yanına gelip, Hasana sarmeşmiş, alama bak, buban çok eyi biriydi, ben de çok
sevedim kendini, O şimdi Cennet' den hep seni seyir edibbadır, ağladığını
görese çok üzülü, yerin den kalka geli bide,
sona geri de gidemez Allah gorusun, neccen o zaman ölü bubanna?”
“Hasan
alamayı kesmiş, gözleni silmiş, elini sofraya atıverince, bi de bakmış ki,
sofra boşalmış, herkes toplanmış gidiyo,
kendilenkinden bi dene kumpir goyvemişle, kumpiri ezmiş, emmenin içine
dağıtmış, goca baş bi de soğan gırıp dizmiş üstüne, duz da ekelemiş, halva halt
esin yanında, dürmüş datlı datlı yemiş.”
“Alışdı
bi kere namıssız ya! Gene plan gurmuş,
bu sefer çoklamış, sofrayı gurup, Hasanı gene buyur etmişle, Hasan saf maf emme
terbiyeli çocukdur, ben biliyom. Sofra Buyuruna icabet etmemek yakışıksız olu,
oturmuşla hep birlikde sofraya, gene ne vasa dökülmüş ortaya, Muzip, gene;
“Hasan
ben eşşek kafalıyım biliyon mu? Annaddıklanı tam annayamamışım, düşündüm
düşündüm de bi da soram tam anlayam deye garar vedim, haggeten buban nassı
ölüvedi?”
“Hasan
hiç gafasını bile galdırmadan, hem hızlı hızlı yeyomuş;”
“
Yattı, hemen öldü.”
“
Deye cuvap vemiş, hepiciği biden gülüşmüşle, datlı gatıklandan bi dene bile
yeyememişle.” demesiyle birlikte herkes aynı anda gülmeye başladı, bende kafamı
kaldırıp dayıbaşının yüzüne baktım gülmeye başladım.
Bu
hikâyeyi anlatırken arada bir omuzuma vurmuştu, sıcak, babacan buldum
dayıbaşıyı güven duydum, çalışırken zor durumda kalırsam yardım eder, kollar
beni diye düşünüp, iyice rahatladım. Yolculuk ne de çabuk bitmiş? Gelmişiz,
torbalarımızı asıp, hemen sıralandık yine, bende arada bir yere geçtim, artık
şansıma ne gelirse kazardım. Adımlamalar, işaretler, şirket adamıyla konuşma
bitti, koro başladı çalmaya, ilk anlarda ellerimle kazma sapını kavramakta
zorlandım, acısını dizlerimde, kasığımda hissediyorum, dizüstü çöküverecekmiş
hissederek kendimi zorladım, “rezil olma” diyordum kendime, “kolun kopsa bile
çalışacaksın işi bitireceksin” diye kızdım kendime, yarım saat sonra avuç
işlerim terleyip yumuşadı, ter daha da fazla acıtıyordu.
Yirmi
gün çalıştım, yevmiyemi benden birkaç yaş büyük çocuklardan daha fazla yazmış
dayıbaşı, bütün paramı işi bırakmamdan iki gün sonraki akşam kahvenin
bahçesinde herkesin duyabileceği şekilde bağırarak;
“Delikanlııı
ge bakem, otu şöle gaşıma, birlikde çay içem, gayfeciii, bize okkalısından
davşan ganı iki adam çayı getirive bakem.” dedi
Bütün gözler bize çevrildi, oyun oynayan sırtı
dönük insanlar bile dönüp baktı, ben yakının da oturuyordum, kalkıp karşısına
geçtim, oturanlar benim için yana çekildiler karşısında yer açtılar, yakındaki
boş ahşap sandalyeyi, tek sağ elimle üst tahtasından kavradım, yere sürtmeyecek
şekilde, kaldırıp tam karşısına yavaşça koydum, geçip oturdum, kendimden emin
dimdik oturuyor, sırtımı sandalyeye tam yasladım, “dik dur, dik otur”
kelimeleri geçti aklımdan.
Dayıbaşı
yine yüksek sesle konuşarak; “Delikanlı ilk gün ürkmüşdüm emme yüzümü gara
çıkamadın, şirket adamına gavga eddimdi, çalışamaz yaşı güccük, ganun ceza
verir, cezala bek böyük dediydi, emme öle bişey olmadı Allah korudu seni, işde
yirmi günnük paran, buda bahşişin iki yömiye, şirket adamından zorla aldım,
çocuk okuyo, okula gitcek dedim, evvel olmaaaz, başkaları da iste ayıp olu
falan dese de, inadım inat, adım kel murat dedim, bu gadacık hatırımız yok mu? Siz
gosgoca şirketsiniz, bu kadacıkdan mı yıklceniz? Ayıp yaptığın dedim, tepesine
bindim, yan yattı çamıra baddı, imza
atcen emme, iki yömiye fazla yazcam
dedi, gabil ettim, çaktım imzayı, alıvedim herifoğlundan, halal hoş olsun senin
gibi deliganlıya”
Uzun
beyaz bir zarf verdi elime, aldım, zarfı bacak arama indirip içinden beş
liralık aldım sağ pantolon cebime, zarfı katlayıp, arka cebime koydum.
“Hele
bişey da sölecem sana, okumadan gelmecen buraya, derslerine hendek kazıyomuş
gibi calışcan hiç dürmecen hatta uyumacen bile, sayıı ne olcan bakem?”
“Toktur”
deyiverdim.
“Afferin
delikanlı, işte şöleee, ben de her zaman sana geliverim o zaman”
“Seve
seve Halit Amca” dedim, bir sıcaklık, yakınlık hissettiğim için amca dedim,
ayağa kalktım, bana Müsaade et Halit amca dedim, kahvenin içine girip ocakta
kahve yapan kahvecinin yanına yöneldim, Halit Amca’nın olduğu masanın çay
paralarını ve önceki borçlarım dâhil ödedim, “afferin sana delikanlı” dedi,
sırtıma vurdu döndüğümde, çıkıp eve yöneldim, bir gözüm de Saniye'yi arıyordu.
Abisi ve babası da kahvedeydi, dayıbaşı konuşurken özellikle gözlerimle
aramıştım onları, bütün köy duyar zaten, eve gidenlerin çoğu anlatırdı evde
sohbet ederken.
Eve
çıkıp sundurmaya oturdum, gelecek ile ilgili hayaller kurmaya başladım. Saniye
de ortaokulda okuyor, okul zamanı bazen karşılaşıyorduk, konuşuyorduk da, ama
açılmaya utanıyordum, “ya beni redderse, bir daha nasıl bakardım? Yüzüne, yerin
dibine girer, aşağılanmış hissederdim kendimi. Köyde rezil olmak da var; olmaz,
teklif edemem diye düşündüm hep; bekleyecektim, onunla konuşmak, yakın olmak,
görmek hoşuma gidiyor; içim de tuhaf bir sıcaklık hissediyordum.
Satır
başlarındaki harfleri, yan yana dizildiğinde; ismi ortaya çıkan, şiir bile
yazdım. Şiir de: bizim sevgimiz, evlilik birlikteliğimiz; bütün köye örnek
olacak, bize herkes özenecekti. Şiirin bulunduğu sayfaya, beşik ve mezar çizip;
beşikten, mezara; yeşillikler içinde bir yol vardı.
Okullar
açıldı, Saniye ve ablası, benim ev sahibim olan yaşlı nine ile birlikte,
birinci katta kalıyorlar. Kat: iki oda, banyo ve mutfak; odanın birini nine,
diğerini de onlar kullanıyor; mutfak, tuvalet ve banyo, ortak kullanılırdı.
Ben,
zemin katta, onların kata çıkan merdivenin yanında, penceresi bahçeye bakan;
hemen hemen bahçe zeminine sıfır yükseklikte olan bir odada kalıyorum. Ne zaman
ayakkabı tıkırtısı duysam, dışarıda işim varmış gibi çıkıyor, Saniye'yi
görüyordum. Ayakkabı seslerini, diğerlerinkinden çok rahat ayırt edebiliyordum,
kulaklarım ihtisaslıydı o konuda. Saniye beni gördüğü zaman güler, bazen ders
bitti mi? bazen de: gel de ders çalışalım derdi. Ablası beni severdi, bazen
saçlarımı okşardı.
İlk
pazar günüydü. Saniye'nin babası, pazardan ev ihtiyaçlarını alıvermek için
gelmiş, pazarda alışverişten sonra da, eve birlikte gelmişler. Ben alışverişimi
kendim yapardım, pazardan geldiğimde; baba ve kızlar merdiven basamaklarına
oturmuşlar, alışverişin muhasebesini bir kâğıda yazıyorlardı. Hemen eşyalarımı
odama bırakıverdim, merdivenin üstteki basamağına oturdum onları seyretmeye
başladım. Kızlar, başka ihtiyaçlar belirtip biraz daha para istedi; babaları
yok dedi. İkisi de ısrar etmeye başladı, almadıkları takdirde: öğretmenlerinin
döveceğini söyledilerse de, fayda etmedi. Israra dayanamayan adam, baktı
ki; lafla anlatamıyor, önce Pantolon
ceplerinin, sonra kalan bütün ceplerinin astarlarını dışarı çıkarıverdi
sinirle. Birkaç tane tık, tık sesi duyuldu, eğilip topladı hepsini tek tek;
hepsi de sarı, beş kuruş. Sol avucuna koydu, doğruldu, “açın kızım avucunuzu”
dedi. Saniye ve ablası avuçlarını açtılar, babalarına bakmaya başladılar.
Babası sırayla, bir tane beş kuruşluk Saniyenin avucuna, bir tane de ablasının
avucuna olmak üzere; bütün topladıklarını paylaştırdı. Üç tane Saniye'ye, dört
tane de ablasına düşmüştü. Babaları ellerini çırparak, espri yaparcasına,
“bozdurup bozdurup harcayın” dedi. Kızlar ağlayarak odalarına çıktılar. Uzun
bir zaman, kendi aramızda espri ifadesi
oldu; babasının “bozdurup bozdurup harcayın” cümlesi. O zamanlar beş kuruş, en
küçük para: hiçbir şey satın almıyor.
Saniye
ikinci dönem okula gelemedi, babası göndermemiş çünkü: abla kız, ikisinin okul
masraflarını karşılayamıyormuş. Ablası daha üst sınıfta olduğu için ablası
okulu bitirsin, mahsuller iyi olursa, gelecek yıl gönderebilirmiş. Ablasına
sormuştu, neden gelmedi Saniye diye,
anlatmıştı bana ayaküstü, başımı okşayarak. Çok üzülmüştüm. Bütün neşem
kaçmıştı. İkindi paydosundan sonra, eve gelmek istemiyordu ayaklarım; hep geri
geri gidiyorlardı sanki.
Yalnızlığımı,
Saniyenin varlığıyla gidermiş olduğumu fark ettim yokluğunda. Koskoca dünya da
yapayalnız kalmıştım tekrar. Sıkı arkadaşlıklar kuramıyor, çoğunlukla yalnız
takılıyordum, pazara giderken yalnız, okula giderken yalnız! Hep yalnızdım.
Hayat zorlaşıyordu ancak: direnmekten başka çarem de yoktu. Okumasam köy de
şartlar kötü, fakirlik diz boyu. Karın tokluğuna herhangi bir yer de çalışmak
bile, köydekinden çok çok iyi. Doğru
dürüst kalacak, evim deyip, başımı sokabileceğim yer yok. Zorunlu hedef belli:
okumak, meslek sahibi olmak, ne mesleği seçmeliydim, tek bildiğim, köydeki
çiftçilik; hiç bir meslek hakkında doğru dürüst bilgim yok, kimseye sormaya da
akıl edemiyordum.
İlkokuldayken,
bir gün cami hoparlöründen; “evlerdeki büyükbaş hayvanlarınızı, köy meydanına
getirin, aşı yapılacak” ilanı verildiğini duydum, koşturup gittim. Beyaz önlüklü
dört kişi görmüştüm. Ben onları doktor olarak hafızama kazıdım, beyaz önlük:
doktor demekti benim için. Ne olacaksın diye soranlara, “doktor olacağım”
diyordum. Veteriner olduklarını çoook yıllar sonra anlamıştım. Bir de: yaz
aylarında, tarlalarda keçi sürüsünü otlatan Hikmet abi; kitap hiç elinden
düşmezdi, yürürken bile kitap okuduğunu görürdüm çoğu zaman. Sevmişti beni, ben
de sevmiştim O'nu; okumak, O gibi olmak demekti benim için, ben onu sevdim ya!
Herkes de beni sevsindi. Okuma isteğim böyle bir şeydi işte.
Saniye'yi
ertesi yılda gönderemedi babası, okula gitmek zor geliyordu. Kendimi
heveslendirmek için: komşu köyden olan, aynı sınıfta olduğumuz kızı sevmeye
zorladım kendimi. Arasında bir yaş farkı olan iki kız kardeş ve abileri
birlikte kalıyorlardı evde. Abisi aynı sınıfın “B” şubesinde okuyor, büyük
kızla ben “A” şube de okuyorduk. Kısa
boylu, esmer bir kızdı, hep bana gülümserdi. Alışmıştım ona, yalnızlığımı bir
nebze de olsa, gideriyordu. Bazı akşamlar ders bahanesiyle giderdim evlerine,
abisi Bir şey demezdi; ancak: benimkiler sizin derslerden ayrı der, başka bir
odada çalışırdı. Derslerim de birinci dönem zayıf olsa da, ikinci dönem
kurtarırdım, vasat bir öğrenciydim.
Bir
gün de yemek yerlerken, denk gelmiştim. Sofra başındaydılar, buyur ettiler.
Utanarak sofraya yanaşmış, heyecandan ellerim titrediği için; yemek kaşıktan
dökülüyordu, aç olarak sofradan kalkmıştım. Daha sonraları giderken yemek
zamanına denk getirmemeye özen gösteriyordum.
Üçüncü sınıfta yılsonunda matematik dersi
zayıf geldi, bütünlemede de kurtaramadım, çalışmamıştım yeterince zaten: borçlu
geçme yasası çıkmıştı, lise birinci sınıfta çalışır, matematik dersini geçersin
nasılsa. Ortaokulu bitirmiş oldum böylece, tek dersten borçlu olarak.
Kasabada
lise yoktu, köyden bir arkadaşım,
ablasını yarın okula kayıt için babasıyla beraber şehire gideceklerini
söylediğinde, ben de geleyim dedim, “ tamam, babama söylerim götürür” dedi. Hiç
düşünmeden söylemiştim, param yok,
ablası nereye kayıt olacak bilmiyordum, sabah erkenden kahvenin önüne
indim, insanlar kamyonun kasasına çıkıyorlar, arkadaşımı gördüm, hemen
yanlarına vardım ”hadi bin, söyledim babama,
onlarda geliyorlar” dedi gülerek, çift olan lastiklerin üzerine basarak
kendimizi kasanın içine attık. Arkadaşım sevinçliydi, kulağının birisi az işitiyor diye babası ortaokula
göndermedi, bana hep imrenirdi ve birbirimizi severdik, hiç kavga etmemiştik.
Babası ve ablası da bindi, babası beni görünce yanımıza geldi, gülerek, yanaklarımı
okşadı, yanağım avucunu doldurmuyordu, elleri çok büyük görünmüştü gözüme,
ablası da gülüyordu, beni seviyorlar hissi çok hoşuma gitmişti.
Köyden
başka öğrenciler de vardı lisede,
arkadaş hepimize birer tane simit alıp geldi, babası da çayları söyledi,
o simidin lezzetini hiçbir zaman bir daha yakalayamadım. Yarım saat kadar
yürüdük, üzerinde okulun adını yazan kapıdan girdik, cadde üzerinde olan
bahçesinde yüksek ve uzun çam ağaçları vardı, yürüdüğümüz yerler, beton yoldu,
beton eskimiş, ufalanmış haldeydi, kumlu olan etraftan farkı yoktu. Büyük
harflerle kayıt yazan binaya yöneldik, içeride iki masa ve görevliler var,
erkek görevlinin bulunduğu masaya yöneldi, arkadaşın babası, bende arkasından
gittim. Masaya yaklaşırken kendisine
doğru yöneldiğimizi anlayan tombul güleç yüzlü, orta boylu esmer adam “buyurun”
dedi. “kayıt yaptırcaz” dedi arkadaşın babası, “üç kişi mi?” “ iki kişi” diye
cevap verdi. “evraklarınızı verin” deyince, arkadaşın ablası, çantasından
birkaç kâğıt çıkardı, masanın üstüne koydu, görevli alıp baktı onlara, “tamam,
eksik yok, diğeri nerde? Dedi ve herkesin gözü bana döndü. “hadi evrakları versene” dedi ablası, ben
donup kalmıştım, kekeleyerek; bir şey getirmedim diyebildim, yerin dibine
girmiştim, utanıyordum, kayıt olamayacağım korkusundan dünya başıma yıkılmıştı.
Ağlamak geldi içimden, su koyuverme dedim kendime. Görevli bana bakarak
“evladım çıkış falan hiç bir şeyin yok mu, ya fotoğraf?” dedi, yoook dedim, “pekâlâ,
nüfus cüzdanın var mı?” emin değildim ama cevap vermeden önce yoklamak istedim,
bazen ceketimin iç cebine koyardım. Elimi cebime sokunca elime değen şeyi hızla
çıkardım, cebimin astarı da dışarı çıkmıştı, herkes gülümsedi halime, yaşasın
kimlik vardı, var dedim sevinerek ve de bağırarak, “tamam duydum” dedi adam,
şakacı biri diye düşündüm, halimi de karşıma geçip seyretmek geldi içimden. Güleyim
mi? Ağlayayım mı? Birinden ötekine gelip gidiyordum, kalbim çok hızlı çarpıyor,
fırlayıverirse çok komik olurdu herhalde, gülümsemeye çalışıyor, bir daha soru
sormasın diye dilek diliyordum.
Adam
kayıtlar tamam dedi, benim elime ve arkadaşın ablasının eline küçük bir not kâğıdı
verdi, kâğıda baktım, sınıf ve bir okul numarası olduğunu düşündüğüm rakam ve
harf vardı. Dünyalar benim oldu, Yaşasın, kaydım oldu diye bağıracaktım
neredeyse, “bak delikanlı dedi gülümseyerek şakacı adam, senin kaydın şimdilik eksik, evrakların yok,
ancak; yorulup buraya kadar gelmişsin, hevesli gördüm seni, amcan da yabancın
olduğu belli, amcanı kızıyla birlikte senin de velin olarak yazdım, bir hafta
içinde bana, ortaokulundan diploma olmasa bile çıkış getireceksin beni mutlaka
bulacaksın, iki de resim getireceksin, gerisini burası halleder, dosyanı ortaokuldan
isteriz anladın mı?” dedi, yarın gider getiririm dedim, heyecanla, uçacak
gibiydim, bu sefer kahkahayla güldü, şakacı adam, diğerleri de şaşkın ama
gülerek bana bakıyorlardı, nasıl bir pot kırdım acaba? Anlamaya çalışırken
“yavrum, çok şakacısın da seni çok sevdim” dedi, neresi şaka söylediğimin diye düşünürken
“ yarın cumartesi, kapalı olur okul” dediler. Anlamıştım şakamı.
Okulların
açılmasına on gün kala, kalacak yer olarak, köylü çocukların kaldığı yerlerin
yakınlarında bir oda kiraladım. Bir avlunun etrafı birer oda olarak yapılmış,
on kadar oda vardı, hepsi birbirinin aynıydı, ortalardaki boş olan birini
seçtim, alt beton, yer yer betonlar ufalanmış, kumlar görünüyor, beş santim
kadar yükseklikte ince bir beton harcıyla çevrilmiş, bir metrekare bile olmayan
banyo amaçlı kullanılacak yer ve içinde gerekirse ateş yakılabilecek, yemek
pişirilsin diye düşünülen banyo'dan geniş ocak vardı. Odanın bir aylık kirasını
peşin verdim, kirası aybaşından başlayacaktı, eşyalarımı getirip
koyabilecektim, eğer eşya getirmezsem, kiraya verebilirlermiş. Ev sahibini evi
de avluya bitişik, aynı avlu girişinden girilen, ama avludan sonra kendi
girişlerinin olduğu küçük bir avlusu vardı. Bir katlı, kiremit çatı kaplı, yüz
metrekare civarında bir evdi. Karı koca o evde yaşıyor, çocukları arada bir
gelip giderlerdi, evliydiler. Ev sahibi ortaokul okuduğum kasabalıymışlar.
Okullar açılmadan iki gün önce gelip yerleştim.
Ortaokul birinci sınıfa gideceğim zaman karyola diye telli bir ranza
alıvermişti anam, yatak yorgan, kilim, hasır, tencere tabak kaşık gibi ihtiyaçlar
da o zamandan kalmaydı, hasır biraz yıpranık, değiştirdim ama eskisini atmayıp
en alta serdim, üstüne yenisini, ne de olsa altı betondu, kışın soğuk oluyor,
ortaokuldan biliyordum. Her şeyimi yerli yerince yerleştirdim, titizlikle
düzenliliği korumaya özen gösteriyorum. Kitaplarımı, defterlerimi köşeye üst
üste yerleştirdim, içim içime sığmıyor, çok sevinçliydim, ama içimde her zaman
kendini daima hissettiren o burukluk hiç kaybolmuyordu. Okuyacaktım, hayalim de
doktor olmak var, beyaz önlükler hiç gözümün önünden gitmiyor, hele o; yaz
aylarında köye geldiğinde çobanlık yapan, her zaman elinde okuduğunu gördüğüm,
abi, ona hevesleniyordum. Bir yaz da bizim nohut tarlasının anızında otlatmıştı
keçilerini, yüz kadar keçisi ve oğlağı vardı, babamdan izin istemiş babam da
izin vermişti otlatması için, ot çoktu bizim tarlada, sohbet etmiştik, benim
başımı okşayıp, ertesi gün bana da kitap getirivereceğini söylemişti ve
getirmişti, herkül' dü, incecikti, yumurtadan yeni çıkmış kuş yavrusu kadar
narindi benim için o kitap, ne kadar da özen göstermiştim, ezip bükmemiştim,
hemen oracıkta bir solukta okumuştum da hiç kimse inanamamıştı, babam ve abi
beni sınavdan geçirmişlerdi, “hadi anlat bakayım” demişti abi babama bakarak,
ben de nefes almada bile zorlanarak bir çırpıda anlatıvermiştim, “vaaaay
aslanım” dedi, eliyle başımı hızlı hızlı okşayarak, “helal sana yeğenim, eve
istediğin zaman gel sana istediğin kadar kitap vereyim, büyüyünce parasını
ödersin” demişti, babam da itiraz edince para için, “sen karışma amca, artık yeğen’
im bundan sonra. Hele okusun da büyüyünce parasını faiziyle alırım o'ndan,
anlaştık mı? Kerata” demişti bana.
Kardeşim
ilkokulu bitirince, ortaokul için yanımda kalsın diye kaydını yaptırmıştım,
bölge kuralı nedeniyle benim okuduğum okuldan başka bir okula kayıt
yaptırmıştık. Bu durum hiç hoşuma gitmemişti, ertesi yıl mutlaka benim okuduğum
okulun orta kısmına kaydını naklettirecektim. Kardeşim okulda başarısız,
derslere çalışmıyor, sık sık da kavga ediyorduk. O'nun için ayrı oda
kiralamıştım. Ertesi yıl kaydını naklettim, ancak; hiç istemiyordu, başarısı
iyice düştü. Okul değişikliği de başarı durumunda etkili oldu.
Lise
üçüncü sınıftaydım, dönem sonu yaklaşmış, üniversite sınavlarına çalışıyordum,
gecemi gündüze katıyor, uykumdan bile kısıyordum, imkânlarım çok kısıtlı, ders
kitaplarımdan başka, kaynak olarak: arkadaşlardan dershane kitapları istiyor,
testleri çözüyordum. Cehalet mi yoksa körlük mü? Dershaneden haberim yoktu. Mutlaka
kazanmam gerekiyordu, benim için ölüm kalım meselesiydi, Annem “oğlum bak
üniversiteye gidenlerin çoğu ölüyor, öldürüyorlar, gel gitme” diye yalvarmıştı.
Gitmezsem zaten öleceğim, gidersem yarı yarıya şansım var” diye azarlamıştım.
Kararlılığımı anlayınca bir daha hiç söz etmedi.
Dersin
ortasında, hizmetli girdi içeriye, öğretmene, “hocam Hasan’ı müdür yardımcısı
çağırıyor, acilmiş” dedi. Taş kesildim oturduğum yerde, sınıf bana bakıyor,
bayan öğretmenim de çok şaşırmış halde bana bakıyordu, üç senedir, böyle ders
ortasında çağrılan bir öğrenci olmamıştı. Korku ve şaşkınlıkla kapıya doğru yürüdüm,
Dünya hızlı dönmeye başladı, başımı döndürüyor, sendeleyerek, bazen de duvara
elimi dokundurarak müdür yardımcısının kapısını çaldım. “geeeel” dedi, açıp
girdim içeriye, kafasını kaldırmadı, dikkatlice
bir şeyler okuyor, not alıyordu. Masaya bir metre kala durdum, ellerimi önümde
bağladım, buyurun hocam beni istemişsiniz dedim, kafasını kaldırıp yüzüme
dikkatli bir şekilde bir süre baktıktan sonra, tereddütlü bir ses tonuyla “otur
yavrum, senin durumunla ilgili
konuşmamız gereken çok önemli bir durum ortaya çıktı” dedi ve elindeki dosyayı
kaldırarak, “senin bizde kaydın görünmüyor, tek çare birinci sınıftan başlaman
lazım, çok üzgünüm yavrum” dedi ve dosyayı elinden bırakıverdi. Şaka gibiydi,
yüzüne baktım, gerçekten çok üzgün görünüyordu, yok dedim, bir nisan da değil,
bu kesinlikle şaka değil dedim kendime ve kafamı toplamaya çalıştım, nasıl olur
hocam? Siz de biliyorsunuz, derslerimize de girdiniz, ben üç yıldır buradayım
ve üniversite sınavlarına hazırlanıyorum, benim için ölüm kalım meselesi,
yapamam dedim, biraz düşündü, belki de benim kararlılığım etkiledi, pelte gibi
koltuğa yığılıp kalmıştım, terliyordum, kalbim fırlayacak yerinden, zor nefes
alıyordum ki “belki de ikinci sınıftan başlatabiliriz, bir araştıralım” sesi
beni kendime getirdi, uykudan uyanmış gibiydim. Hemen olamaz hocam dedim.
Benim
kayıt yaptırdığım yılda tek dersi olan öğrencilerle ilgili bir yasa çıkmıştı;
hangi sınıfta olursa olsun, üst sınıfta borçlu olduğu dersten geçerse, alt
sınıftan borçlu geldiği dersten de otomatik olarak geçmiş sayılıyordu. Bu yasadan bahsettim ve ben lise birinci
sınıfta matematik dersini geçtim, borçlu geldiğim ders de matematikti, hatta ortaokul
üçüncü sınıf matematik dersini sınavına da girmiştim ama gerek görmediğim için
sonucu öğrenmemiştim. Müdür yardımcısı, rahatlamış görünüyordu, “emin misin?”
dedi ve ayağa fırladı, duvarı kaplayan rafın bir gözünden kalın bir kaç seçti
acele ve heyecanlı bir şekilde, karıştırmaya başladı, tekrar yerine oturup, nefesini tutarak
okumaya başladı. O okurken, benim beynim uyuşuktu, ama korkum bir anda
silinmişti, ben de nefes almadan kafasını kaldırmasını “tamam, halloldu
gidebilirsin” sesini duymayı hayal ediyordum. Ne kadar süre robot gibi cansız
oturdum bilmiyorum, “afferin sana, dikkatli çocukmuşsun, yönetmeliği okudum,
dediklerin doğru, ancak bir sorun daha var. Senin burada kaydın görünmediği
için, ortaokuldan dosyan da istenmemiş, yarın izinlisin, sabah ortaokuluna
gideceksin, benim gönderdiğimi söyleyeceksin, müdür beyi göreceksin, durumu anlatacaksın,
mezuniyetini ispatlayacak belge alıp geleceksin, anladın mı?” dedi. Oturduğum koltukta doğruldum, canlandım,
pencereden uçup hemen alıp gelmek geçti aklımdan. Gülerek sevecen bir
suratla “üniversiteyi kazanamazsan
okuldan atarım seni” diyerek de espri yaptı. Ayağa kalktım, masasının yanından
dolanıp kapıdan çıkarken de omuzumu iki defa hafifçe vurduğunu anımsıyorum.
Sabah
erkenden ilk arabayla gittim, vardığımda okul henüz açılmamıştı, bekledim.
Müdür yardımcısı fen bilgisi öğretmenimiz her zamanki gibi mobiletine binerek
geldi, sesini hatırladım, odasına birlikte girdik, beni karşısın da görünce
önce afalladı, anlamsızca yüzüme baktı, sonra hatırladı, “niye diplomanı almaya
gelmedin?” dedi. Durumu anlattım, çok şaşırdı. “Ben okumadığını düşünmüştüm,
otur hele, kahvaltımı yapayım hemen halledelim, sen kahvaltı yaptın mı?” yaptım
hocam dedim, bir çay da bana söyledi, yarım saat kadar süre geçti, kasadan bir
dosya çıkardı, içinden bütün ortaokul
sınıflarında aldığım notların listesi olan bir kâğıt çıkardı, masanın üstüne
koydu, bende görebiliyordum, üçüncü sınıf matematik dersinin karşısı boştu,
rakam yazılmamıştı. Kalemi aldı eline, boş yere beş yazdı, rakam ve yazıyla,
karşısını da imzaladı, kâğıdın altını da mühür basıp imzaladı bana uzattı. Alır
almaz telaşla ayağa kalktım. Çok teşekkür ederim hocam, bunu hemen yetiştirmem
gerek dedim, hızlıca kapıdan çıkarken, geriye döndüm, gülerek elimi uzattım
tokalaşmak için ve çıktım.
Öğle
arası yaklaşıyordu, koşarak müdür yardımcısının odasına çıktım, yoktu, biraz
bekledim, mendili ile ellerini kurulayarak koridorda göründü, beni fark edince
güldü ve adımlarını biraz açarak yürüdü, odasına girmeden koridorda “ver” dedi,
verdim. “Tamam. Artık gidebilirsin, dosyanı isteyeceğim, zaman kaybı olmasın
diye, kendin al gel, seni tekrar çağıracağım” dedi. Odasından çıktım, koridorda
koşturuyorum, ahşap olduğu için fazla ses çıkmalı ki; bir öğretmenin sınıf
kapısını hafif aralayıp, kafasını uzattığını gördüm. “yavaş ol oğlum” diyordu,
ben koşturmaya devam ettim, sınıfımın kapısına vardığım da zil çaldıHalil GÖNÜL / Aydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.