Cumartesi, Şubat 04, 2017

Kaşık-6

İki kaşığı yan yana olmayacak kocanın, iki kaşığından birini mutlaka kıracaksın! 
Sultanın ailesi
Aile
BÖLÜM-6
15 Eylül 1988-Akşam

KAŞIK-6

       Evde hava birden değişiverdi yaşananlardan sonra. Basit bir olaydı ama Veysel ve anası için önemli bir davranıştı Fatma’nın düşündüğü ve yaptıkları. 
                    Bu davranışı, onlara göre “Anca bir kanca bir” demekti. Birliktelik demekti. Anasıyla birlikte geçen o kadar yalnız yıl öğretmişti Veysel’e bunu. 
                 Babasız geçen uzun yıllar, yalnız ve zorluklar içinde geçmiş; her işini kendisi yapmak zorunda kalmıştı. Yardım istese kimse bulamıyordu etrafında anasından başka. Anası da neyi var neyi yoksa döküveriyordu ortaya ama yetmiyordu derdini hafifletmeye. Çok bakmışlardı birbirlerinin gözlerine çaresizce öyle zamanlarda.
             Anasının yeri başkaydı Veysel’in yanında. Veysel’in bir haftalık evliliğini sıfırlamasının nedeni de buydu. Bugünden sonra Fatma’sına başka bir gözle bakacaktı, Fatma’daki değişikliği gördüğünü düşünüyor ve bundan sonrasında daha iyi olacaklarını umut ediyordu.
            Veysel’in anası da hayatından memnun görünüyor, gelinini süzüyordu her an; ona fark ettirmeden. Hayranlığı artmıştı. Anasından koruyamazsın kızını diye içinden geçirip, her şeyi onun vicdanına bırakmanın en iyisi olduğuna karar vermişti. Gençlikte bazı hafif hatalar yapılırdı mutlaka, hemen cezalandırmanın doğru bir şey olmadığını kendi yaşamından öğrenmişti. Artık kızı gibi görüyordu gelinini. Önlerinde uzun bir yol vardı nasılsa birlikte yürüyecekleri. Çakılı da olacaktı, çukuru da yolun; gidildikçe görünecekti. Bir çakıldan yılgınlık getirdin mi yürünmez olurdu kendisine göre; bırakıp kendilerine, kendi yollarındaki çakılları, çukurları kendileri tamir etsinler diye düşündü.
            Akşamın hazırlığı neredeyse bitmişti mutfakta. Fatma’nın sevinci başkaydı bugün. İlk defa her şeyi severek ve isteyerek yaptığını hissediyordu. Kaynanasını farklı görme isteği uyanmıştı içinde; arada bir başını çevirip bakıyordu ona, bazen de göz göze geliveriyorlardı. İşte o zaman yakalandığını düşünüp suçluluk duygusuna kapılıyordu birden. Kötü bir düşüncem yoktu aslında diye içinden geçirip kendini rahatlatmaya çalışıyor ve kendi kendine sözler veriyordu anasıyla ilgili. Bugün defalarca düşünmüştü kendi anasını ve onun dediklerini. Aklı sıra akıllar, öğütler veriyordu kendisine ama ilerisini gerisini düşünmeden yapıyordu bütün yaptıklarını. Ne yapsın canım, o da öyle öğrenmiş yaşadıklarından ve benim kötü olmamı istemiyor aslına bakarsan diye içinden geçirip anasını da affediyordu. Ama yapacağı bir şey çok açıktı kendine göre: anasının dediklerini düşünecekti enine boyuna ve ondan sonra yapacaktı ne yaparsa. Gerektiğinde kocasıyla, kaynanasıyla değerlendirecekti düşündüklerini.
            “Haydi kızım, yeter artık bunlar, nasıl olsa biz bizeyiz; yabancımız değil gelecek olanlar, anan ve baban, yani senin öz be öz ailen. Biz hep beraber bir aile sayılırız. Sen de çok yoruldun!” dedi kaynanası Fatma’nın omuzuna dokunarak.  Sonra da ellerine beline koyup yavaş yavaş doğruldu eğildiği yerden. Birlikte kısır ve başka ikramlar hazırlamışlardı. Pekmez ve köyden gelen erik çöreklerinden bolca şerbet hazırlanmış ikrama hazır olarak koyulmuştu bankonun üzerine. Her ihtimale karşı da Veysel başka hazır içecekler getirmişti birer, ikişer şişe. Sonra da gitmişti “Ben sonra gelirim” diyerek.
            “Ana sen otur artık, epeyce yoruldun. Ben gerisini halleder, ortalığı da temizler gelirim yanına. Gelirken kahve yapacağım, yorgunluk alır; sen de istersin değil mi?” “Ettiğin lafa bak, içmez miyim hiç; sen yaparsın da? Senin elinden olduktan sonra ne olsa yer içerim kızım ben” diyerek gülümsedi ve yürüyüp gitti oturma odasına.
            Kuruldu pencere kenarındaki ranzaya, ayaklarını altına alarak; dışarıyı seyretmeye başladı oturduğu yerden. Düşünüyordu oğlu ve gelinini, onların geleceğini. Torunlar hayal ediyordu top top, nur topu gibi. Demek ki konuşup hallettiler kafalarındakini diye geçirdi içinden; başını salladı iki yana gülümseyerek. Bu hanım dünürün ağzı da çuval değil ki büzüvereyim her açtığında, onu da öyle kabul edeceğiz artık ne yapalım. Bildiğini okusun, varsın kendince. Benim gelinim akıllandıktan sonra vız gelir onun dedikleri. Hele bir geçsin biraz zaman. Birden atılmıyor alışkanlıklar, bir kere yerleşmeye görsün insanın aklına meretler. Sanki çok akıl varda bizlerde, bir de yanlışlarla uğraşılacak. Geçen zamanın muhasebesini yapıyordu için için, arada bir de kapıya bakıyordu gelen var mı diye. Her şeye rağmen umutluydu, başka da bir çaresi yoktu zaten. Ne de olsa el kızıydı aldığı gelin. Aile olmak için geçmesi gerekiyordu zamanın ve çora çocuğa karışıp olgunlaşması gerekiyordu… Çocuk denildi mi akan sular duruyordu ana olan kadın için. Başına bir şey geldi mi yer gök yıkılıveriyor tepesine; işte o zaman anlıyor kadın Hanya’yı Konya’yı. Hepimiz geçmedik mi aynı yollardan? Diye düşünüp gülümserken içten içe; Fatma göründü kapıda gülen kara gözleriyle.
            “Anacım kahvelerimiz de geldi, Veysel’e de gelince yapıveririm” diyerek kaynanasının yanındaki sehpayı tam önlerine çekerek koydu tepsiyi üzerine. Kendisi de kaynanasının karşısına geçip oturdu ranzaya. Kaynanası “Allah ne muradın varsa versin kızım, ellerine sağlık” diyerek fincanını alıp pencerenin kenarındaki boşluğa koydu ve dışarıyı seyretmeye devam etti…
            Kahvesinden bir yudum alıp gülümsedi Fatma’ya bakarak “Ee nerelere gittiniz bakalım birlikte? “Yiyip içtiğiniz sizin olsun da gördüklerini bari anlatıver” derler değil mi? Benim ki de laf mı, meraklı Melahat gibi?” gençsiniz, elbet gezip tozacaksınız fırsat buldukça. Hem bak ne diyeceğim kızım sana; bu kocan olacak adamı arada bir çıkar dışarıya, gözü gönlü açılır. Bütün derdi iş güçtür onun. Kolay kolay başka bir şey düşünmez. Çalıştığı gibi yiyip eğlenmesini de bilmeli insan, zaman ayırmalı kendine arada bir. Hani ne derler, doping mi derler ya da öyle bir şey işte; anlayıver sen. 
             Gün yüzü görmedi doğru dürüst bu günlere kadar. Babacığını kaybetti küçük yaşında, o gün bu gündür tırmalanıp durur dişiyle tırnağıyla. Köyde yoksulluktan okutamadım, yalnızdık elimizden tutanımız da olmadı. Ben didinip durdum tek başıma o palazlanıncaya kadar; o iş senin bu iş benim hep el işi yevmiyelerde geçti ömrüm ama Allah'a şükürler olsun geldik bu günlere. Palazlandıktan sonra o da başladı benim gibi el işlerine. Baktık yetemiyoruz, bir iki gün çalış beş altı gün boş kal; ver elini şehir dedik göçüp geldik buralara. İlk zamanlarda alışmak zor oldu bizim için ama başka çaremiz yoktu tutunmaktan başka. Veysel’im bu işi buldu ve o gün bu gündür devam eder. Usta başısı pek sever, birkaç kez gelip halimizi hatırımızı sordu adam. Hanımı da pek tatlı dilli biri. Neyse başını ağrıtmayayım fazla; benim anlatacaklarım bitmez.”
            “Yok, yok anlat ana anlat, hoşuma gidiyor senin anlattıkların. Bizim evde eskilerden hiç konuşulduğunu duymadım ben. Anam kendi havasında babam da kendi havasındadır her zaman. Hiç anam ve babamın yan yana oturup dertleştiklerini ve sohbet ettiklerini de görmedim. Onlar öyle işte. Babam öyle kabullenmiş anamı, anam da her zaman kendi bildiğini okur bilirsin.  Köydeki ev ve araziniz yok muydu peki?”
            “Vardı kızım, hâlâ da duruyorlar. Beş kuruş etmezler ki, belki tutunamayız şehirde diye her ihtimali düşünerek bıraktık yerlerinde öylece; tekrar geriye dönmek zorunda kalırız diye. Ev bakımsızlıktan harabeye dönmüştür belki, araziler de birkaç parça kıraç yerler. Su yok, ancak tanrının insafına kalmış yağmur da. Yağarsa zamanında bir iki tutam bir şey oluyor ama kimin karnı doyar onunla. Bakarken bile tükeniveriyor neredeyse. Belki ileride çıkıp gidip dolaşır geliriz hep beraber. Geldik geleli birkaç defa gittik bizde, düğünde veya cenazede. Özledim aslına bakarsan, gözlerimde tütüyor her bir yeri; ne de olsa çocukluğum, genç kızlığım ve iyi kötü birçok anılarımı yaşadım orada. Unutamıyor insan.”
            “Epeyce olmuşsunuz buraya geleli, Veysel anlatmıştı nişanlıyken. Okuyamamanın acısını yaşamış her zaman. Elinde kitap gördü mü birisinin, içi sızlarmış her zaman. Derken açıktan okumaya başlamış, gece okullarına gitmiş işten sonra. Çok azimli Veysel, bazen kıskanıp imreniyorum ona. Ben kendimde aynı cesareti ve gücü bulamıyorum bir türlü. O geceleri kitap okurken, utanıyorum bazen ondan ve kendimden. Yakıştıramadığım da oluyor kendimi ona; çok üzülüyorum öyle anlarda, sonradan kendime kızıyor gömülüp uyuyorum. Başka bir şey gelmiyor elimden. Bazen o kadar güzel anlatıyor ki okuduğu kitaplardan, hayranlığım artıyor bir kat daha. Liseyi bitirecek bu yıl ya da gelecek yıl. ‘Sonra da ver elini üniversite’ diyor. Ekstern miymiş neymiş, işte orada okuyacakmış üniversiteyi. ‘Çünkü çalışmak zorundayım’ dedi, beni de götürecek misin diye sorduğumda? Götürmeyecek galiba, sen ne dersin ana; götürür mü? Götürmezse eğer, ben nasıl bırakacağım onu oralara? Sonra ben nasıl ederim yalnız başıma buralarda? Bazen aklıma geliyor da üzülüyorum, ağladığım da oluyor uyuyor gibi görünürken. Bir seferinde fark etti Veysel de yalan söyledim, geçiştirdim onu. Diyemedim beni küçük mü görüyorsun da götürmeyeceksin oralara diye?”
            “Şu kızın düşündüğüne bak hele, iş mi seninki de a kızım benim, saf kızım! O dediğin okuma öyle değil benim yavrum, tatlı kızım. Açıktan okuyorsun, hiçbir yere gitmeden. Evinde okuyup yazıyorsun, işine gücüne gidip geliyorsun; ancak imtihandan imtihana gidiyorsun beş-on gün ya da her ne kadarsa. Veysel’in bir yere gideceği falan yok, a kızım benim. Boşuna üzmüşsün kendini. Önceleri ben de bilmiyordum ama kendisine sorunca anlatıverdi her sorduğumda. Ben de anlamamıştım önce senin gibi. Öğrenince rahatladım sonra.”
            Gelin kaynana dertleşmesi, kaynatması epeyce devam etti. Fatma’nın kanı kaynamıştı kaynanasına. Daha da sevmişti bu sohbetlerinden sonra. Fırsat kollayacaktı sohbet etmek için. Kaynanası da farklı düşünmüyordu aslında. Ne kadar çok konuşurlarsa, o kadar daha iyi anlayacaklardı birbirlerini ve çoğu sorunlar kendiliğinden ortadan kalkacaktı böylece. Ne demiş eskiler “İnsanlar konuşa konuşa, hayvanlar koklaşa koklaşa anlaşırlar.” 
            Güneş batmak üzereydi. Fatma kalktı yerinden, kahve boşlarını aldı ve mutfağa doğru yürümeye başladı.  Fallarına da bakmışlardı gelin-kaynana. Falları iyiydi, istikballeri parlak görünüyordu.  Anlatırken gülüştükleri geldi birden aklına ve tekrar gülümseyerek yürümeye devam etti. İyi ki konuştum okul meselesini, aklımı yiyecektim neredeyse. Akılsız Fatma seni, niye sormadın ki Veysel’e sanki, yiyecek miydi seni? Diye azarladı kendini içinden. Söz olsun ulan Fatma, bundan sonra takarsan kafana saç tokasından başka; kırarım kafanı emin ol, yaparım bilirsin. Başını iki yana salladı gülümseyerek, fincan ve tabakları lavaboda yıkadı hemencecik ve kurulayıp diğerlerinin yanına koydu. Koşturarak gitti kaynanasının yanına. Tam oturacaktı ki, dış kapının zili çaldı. Belli ki yalnız değildi Veysel. Yoksa çalmazdı zili, anahtarıyla açar girerdi. Koşturarak gitti dış kapıya. Kapıyı açınca Veysel ve Yusuf’u gördü karşısında. “Buyurun, buyurun” deyip, kapının yanına çekildi. “İyi akşamlar Fatma bacı, bu adam bırakmadı beni; tutup zorla getirdi beni” dedi Yusuf gülümseyerek girdi içeriye ve arkasından Veysel ve Fatma birlikte yetiştiler ona.
            “Siz geçin içeriye, biz anamla kahve içtik; size de yapıvereyim birer kahve olur mu?” dedi aceleyle yürüdü mutfağa. “İyi akşamlar Sultan teyze, ver öpeyim elini. Nasılsın görmeyeli?” oturdu Yusuf Sultan’ın yanı başına. Havadan sudan, hâl hatır sordular karşılıklı. Fatma da kahveleri çabuk getirdi. Yanlarına gelen Veysel güler yüzüyle Yusuf’a bakarak: “Ana, bizim bu delikanlı büyümüş de evlenecekmiş gayri; haberin olsun. Şöyle suyunu çıkaracak birisi lazım, eli maşalı olacak senin anlayacağın. Buna gıkını bile çıkartmayacak…” Fatma’nın bakışına takıldı gözü bir an. Çok sert bakıyordu kendine, Fatma: Ellerini beline koyup dikleşti “Seni öyle yapıyorlar değil mi Veysel Efendi?” dedi ciddi ciddi. Afallayan Veysel: “Şaka yapıyoruz şunun şurasında Fatma Ya! Sen de ciddiye alıyorsun her şeyi.” Gülmeye başladı Veysel. “Valla ben razıyım, maşaya da kahveye de. Artık tamam dedim, benden buraya kadar. Anama da çıtlattım geçenlerde. Varmış birkaç kişi. Görüşeceğiz bakalım. Nasip derler bu işlere. Ne yazılmışsa o, kaderin önüne geçilmez; öyle değil mi Sultan Teyze?” dedi utangaç tavrıyla Yusuf… 
            “Sizin akşama kutlama varmış, telaşınız vardır sizin; ben kahvemi içtim Ellerine sağlık bacım, huzur kahveniz olsun inşallah. İzninizle ben kaçayım, evde de yemeğe beklemesinler. Hoşça kalın. Bize de buyurun gelin bir gün” diyerek ayağa kalkıp kapıya doğru adımlarını attı. Kapıdan çıkarken de Veysel’e takılmadan edemedi. Önce arkasına baktı Fatma duyacak mı diye, uzakta olduğunu görünce “Oğlum senin halin hakikaten külmüş be, sana kolay gelsin” diyerek gülümsedi ve omuzuna vurdu sağ eliyle. Dış kapıya kadar yolcu etti Veysel arkadaşını.
            Fatma yapılan hazırlıkları taşımaya başladı, salona. Çok büyük değildi salon ama yeterdi onlara. Gönlünden büyük bir salon geçiyordu elbette. “Şöyle, oluverecek koskocaman bir salon; içinde gıcır gıcır mobilyalar, oturamayacaksın üzerlerine incinirler diye. Nerde bizde o şans! Avucunu yala Fatma, işine işine” dedi kendini azarlayarak. Veysel de geldi yardıma ve bitirdiler taşımayı.
            Salonda her şey hazırdı Veysel ve Fatma’ya göre. Fatma başını çevirip kaynanasına baktı gülümseyerek. “Nasıl oldu Sultan ana?”  Dedi. ” Oldu kızım oldu, pek güzel oldu” dedi duygulu, kadife yumuşaklığında sesiyle.  “İşte zil de çaldı, bizimkilerdir” dedi Fatma, koşturarak dış kapıya gitti.  Doğruydu gelenler anası ve babasıydı. “Hoş geldiniz” dedi öptü ikisinin de ellerini.
            Veysel kapıda karşıladı Kayın pederini ve kaynanasını. “Hoş geldiniz” diyerek o da öptü ellerinden. “Buyurun, buyurun” diyerek işaret etti eliyle ve salonun köşesindeki ikili koltuğu gösterdi onlara. Elindeki saksıyı yanındaki sehpanın üstüne koydu. Evinde kendisinin yetiştirdiği bir çiçekti. “Kızım pek severdi bunu” dedi Veysel’e bakarak.  “Sağ ol” dedi Veysel, memnun olmuş haliyle.
            Fatma pastayı getirdi Mutfaktan ve salonun ortasına konulmuş, süslenik masanın üzerine koydu. Mumları Veysel’le birlikte yerleştirdiler. İki mum koymuşlardı birer birer. Fatma kibrit almak için mutfağa giderken, cebinden çıkardığı iki mum daha ilave etti pastaya. Dönüşte mumları yakmak için eğilen Fatma, bir an tereddüt etti. Sesli olarak saydı mumları, “Bir, iki, üç ve dört” doğru, yanlış görmüyormuşum. Bunlar ne Veysel?” dedi doğrulup Veysel’e bakarak. “Çocuklar” dedi Veysel gülerek… “Ben, sen ve biri kız diğeri oğlan iki çocuk” Güldü Fatma da. “Allah seni nasıl isterse öyle yapsın iyi mi? Al yak şu mumları.”
            Mumlar yakıldı ve ikisi birlikte üflediler yanan mumlara. Fatma dilimledi pastayı ve tabaklara koydu. “Servisi de sen yap kocacığım” dedi kinayeli kinayeli. Tabakları dağıttı herkese.  Fatma kaset koydu teybe ve bastı çal tuşuna. Hafif seste bir fon müziği çalmaya başladı. Kocasının yanına gelerek elini uzattı. Veysel elini tutarak Fatma’nın, salonun ortasındaki boşluğa doğru ilerlediler. Başladılar dans etmeye.
            Dünürler birbirine bakıp, sonra da dans edenleri süzüyorlardı. “Ah güzel kızım benim, yaktı başını” dedi kocası Hüsnü’ye bakarak Hüsniye.”  “Hanım kapat şu şom ağzını, hiç olmazsa bu akşam; olmaz mı?”  Sultan duyduklarını duymazlıktan gelmiş, dans edenleri seyrediyormuş gibi görünüyordu.
            İlk çalan parçanın arkasından ikinci parça da bitince Dünürlerin tam karşısında olan ikili koltuğa oturdular. Önlerindeki sehpalara tabaklarını koyup oturdular. Boşalmış olan içecek bardaklarını doldurdu tekrar Fatma.
            “Veysel hayırdır? Neyin kutlamasıymış bu?” dedi gergin bir suratla Hüsniye, Veysel’e dik dik bakarak. Arkasından geleceklerin olduğu belli gibiydi suratından. “Dedim ya ana, evlilik kutlaması.”  Dedi Veysel sakin sakin.
            “Ben anladım, neyin kutlaması olduğunu, yutacak değilim. İşten kovuluşunun kutlaması bu” dedi bilgiç bir edayla. Hızlıca nefes alıp verdikten sonra “İşe gitmiyormuşsun artık, göz boyuyorsun değil mi?” diyerek pastasından büyük bir parçayı attı ağzına Hüsniye; arkasından da bolca şerbet yudumlayıp ayağa kalktı birden. Hüsnü karısını elinden kavrayıp çekse de oturtamıyordu yerine. Ok yaydan çıkmıştı. 
           “Kapat dedim şom ağzını kadın ve otur şimdi yerine” diye kızgın bir ses tonuyla söyleyince, çaresiz oturdu Hüsniye yerine. “Bir daha açarsan o ağzını buradan gidinceye kadar, yırtıveririm alim Allah; elimden bir kaza çıkar. Aklın varsa kıpırdanmazsın bile” dedi Hüsnü, her tarafı titriyordu zangır zangır, sinirden. Olan olmuştu bir kere. Herkes buz kesildi olduğu yerde. Kimse kıpırdamadı bir süre. Nefes almayı bile durdurmuşlardı. Fatma babasını ilk defa görüyordu böyle, anasını susturmayı başarmıştı. Helal olsun babam benim diyerek boynuna sarılmak geldi içinden ama yapamayacağı besbelliydi. Gülmek geldi içinden tekrar. Duyguları karışmıştı. Kriz miydi neydi?
            Fatma: “Sakin ol baba” dedi yanına gidip elinden tutarak. Sonra anasının eline dokunup oturdu yerine. “Doğru… işe gitmeyeceğim birkaç…” Cümlesini tamamlayamadan Fatma girdi araya hemen. “Tamam Hayatım, tamam; gerek yok açıklamaya. Açıklamayı gerektiren bir şey de yok, yorulma boşuna” dedi Veysel’in titreyen, buz gibi ellerinden tutarak iki eliyle.  Kasette çalan müziğe gitti kulağı Fatma’nın. “Benimle dans eder misiniz, yakışıklı delikanlı?” dedi ayağa kalkıp Veysel’e iki elini uzatarak. İstemeye istemeye ayağa kalktı Veysel, Fatma’yı kırmamak için. Çalan parça bitmeden oturmak istedi Veysel. Tam da yerlerine otururken başka bir parça çalmaya başladı.
            Fatma tekrar ayağa kalkıp babasına doğru birkaç adım atıp elinden tutarak kaldırdı ve ellerini boynuna attı, yavaş yavaş salonun ortasına doğru çekti babasını. Hüsniye buzdan heykel olmuş oturuyordu yerinde karşısındaki duvara bakarak. Suratında hiçbir ifade yoktu. Hüsnü arada göz ucuyla bakıyordu ona. Üzülmüştü üzülmesine ama mecbur hissetmişti kendisini. Daha fazla tatsızlık çıkarmasının önüne geçmeyi düşündüğü için öyle davranmıştı. “Sağ ol kızım, Allah sizi bir yastıkta kocatsın, her daim huzurunuz ve sağlığınız yerinde olsun; gerisi boş!” dedi yerine geçerken. Yerine oturmadan, bardakta kalan şerbeti bir yudumda içip bardağı bıraktı yerine. Sultan dünür, bize müsaade; kusura da kalmayın. Biz gidelim artık” dedi. “Olur mu hiç dünür, biz aileyiz; aile içinde kusur olmaz, sen de bilirsin. Gönlünü hoş tut sen bizden yana. Biz Hüsniye dünürümle de konuşur görüşürüz, kırılmak olmaz. Olsun varsın, yanlış anlamış o da. Canı yanmıştır, can yangısıyla demiştir öyle.” Ben oturun isterim. Daha iki kelam söz bile edemedik” dedi Sultan. “Daha sonra dünür, biz gidelim şimdi, en iyisi bu” dedi kendini zorlayarak Hüsniye.
            Hep birlikte yolcu ettiler, Hüsnü ve Hüsniye’yi.  Olan olmuştu işte; korkulan başa gelmişti. Hiç kimse de engel olamamıştı; bu şekilde olacağını kestirememişti kimse de. Hiç olmazsa böyle bir akşamda olmaz tatsızlık diye düşünmüşlerdi. Kırık dökük girdiler çeriye ve kapattılar kapıyı.
            Sultan duvarda asılı saate bakıp: “Çocuklar, benim vakit gelmiş; odama geçiyorum, siz keyfinize bakın” diyerek odasına doğru yöneldi. Bir şey diyemediler Veysel ve Fatma, yalnızca baktılar arkasından, giderken. Çok yorulmuş gibi yürüyordu; yavaş, yavaş emin adımlarla…
              
                                                                                                            04-02-2017
                                                                           Halil GÖNÜL



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.