Pazartesi, Şubat 06, 2017

Sevip, Sevilmekle Tatlanır Hayat

sevip, sevilmekle tatlanır hayat.
sevgi
Merhaba sevgili misafirlerim,

           Geçenlerde aldığım bir ölüm haberi, beni çok fazla etkiledi ve derinden sarstı.   "Dilek"  şiirimi de, o duygularla kaleme almıştım.
     Yaklaşık bir haftadır hâlâ etkisi altındayım ve duygularımı, düşüncelerimi tekrar, tekrar analiz ettim; bugünü, dünü, yarını; kısacası, tüm yaşamımı.
              Akan zaman içinde farkına varamıyoruz çok şeyin, en azından ben varamadım diyeyim. Bir döngüdür devam edip gidiyor yaşam boyunca; dün- bugün - yarın üçgeninde. Aslına bakılırsa “Bermuda şeytan Üçgeni” gibi bizim tüm yaşamımızı yutup gidiyor bu üçgen.
                ” Şans” diye adlandırdığımız bir kavram karşıma çıktı; her zaman düşünürken. Bizler, insanların büyük bir çoğunluğu böyle adlandırıyoruz onu; ve bize kendiliğinden iyilik ya da kötülükler getirip kucağımıza bırakıyor; istesek de istemesek de kabulleniyoruz; çaresizce ve suskunlukla. Bazen asi davranıp kızıyoruz veya seviniyoruz; kucağımıza bıraktığına göre.
                Toplumsal değer yargılarımıza bakıldığında da görülüyor ki: kabulleniş var başa gelenler için. Neden? Niçin? Nasıl? Vb. Sorular sormuyoruz. Sorgulamıyoruz yani. Şükürcülük de denilen bir kavramı getiriyor gündeme.  “Elle gelen düğün, bayram.” “Başa gelen çekilir.” Gibi birçok söz vardır toplumsal hafızamızda: Sorgulamadan kabullenişin zeminini hazırlayan.
                Şans kavramına dönmek istiyorum, konuyu fazla dallandırıp budaklandırmadan. Çok uzun yıllar öncesinde okuduğum bir yerde -Nerede okuduğumu hatırlayamıyorum- “Şans: Önündekini değerlendirmeye hazır olmaktır.” Anlamında bir söz, yıllardır hafızamdadır. Bir türlü atamadım o kelimeleri hafızamdan. Akan zaman içinde de her zaman kulağımda çınladı durdular.
                Ne demek peki “Hazır olmak?”: Gelişmişlik-fiziki- ve yetişmişlik-kültürel-olarak yeterince olgun, olgunlaşmış olmak. Daha başka bir ifadeyle; fırsat denilen imkanları fark edecek öngörü ve bilgi birikimi olmalı. Eğer bilgi birikimi, ilgi ve tecrübe gibi yaşam deneyimlerimiz yoksa; yol yordam gösterecek, yardım alabileceğimiz birileri de yoksa eğer, fırsatlar ardı sıra gözlerimizin içine baka baka; hatta dalga geçerek güle oynaya geçip gidiyorlar. Biz günler, aylar, hatta yıllar sonra fark ettiğimizde; “Keşke şunu şöyle yapsaydım da ayağıma gelmiş fırsatı, şansı kaçırmasaydım” der hayıflanırız.
                İşte o hayıflanmaya başladığımız zaman ancak geçmiş olan bir fırsatı değerlendirebilecek birikime sahip olmuşuz demektir; fakat akan zaman geriye döndürülemeyeceğine göre artık kaçmış demektir. “Şanssızlık işte(!)” “Boş veeer, canım sağ olsun; bir dahaki sefere inşallah(!)” gibi sözlerle, züğürt tesellisi veririz kendi kendimize.  
                Hepimiz zamanla sevmiş, sevilmişizdir veya öyle hissetmişizdir. Hatta evlenmişizdir de. Şans bu ya! Akan zaman işleri tersine çevirmiş ne sevdiğimizi ne de sevildiğimizi anlamışızdır. Sevememiş, sevilememiş duruma gelmişizdir bir süre sonra.  “Alın yazısı, şans işte, kader, talihsizlik(!)” gibi bir sürü kelime ve cümle sıralayabiliriz; yaşadıklarımızı ve yaşamımızı anlatan.
                Hiç birisi de doğru değildir aslında ifadelerin. Olay-zaman-yer üçlüsü aynı arada birbirlerinden koparılmadan birlikte değerlendirildiğinde daha farklı sonuçlar çıkıyor ortaya. Ancak bizler, insan olarak: hoşumuza gitmeyecek veya gitmeyen şeyleri pek görmek ya da duymak istemiyoruz; üçlü ayağın birini veya ikisini koparıp atıyoruz, tekiyle yetinip bir sonuç çıkarmaya çalışıyoruz. Çıkardığımız sonuç da: “Şanssızlık, kader, alın yazısı” gibi züğürt tesellisi ifadeler oluyor. Ne yaramızı sarıyor, ne de geleceğe yönelik doğru bir ders alıyoruz. Ve akan zaman içinde benzer hataları tekrarlayıp duruyoruz “Bermuda şeytan üçgeninde.”
                Şimdi geliyorum beni etkileyen habere: kırkına merdiven dayamış, iyi bir işi olan, evli, bir çocuklu, evi, arabası ve yeterli birikimi olan bir adam yaşamına son veriyor. Olay iki yıl kadar önce olmuş. Ben o zamanlarda ıssız bir bölgede çalışıyordum. Ne televizyon ne de başka bir iletişim aracı yok; mahrumiyet bir bölge.  Üç beş ayda bir gelebiliyorum eve.  Kimse bana haber vermemiş durumu. Yıllar sonra basit bir sohbet esnasında laf arasında o kişiyi sorduğumda “Öldü” denildi bana. Önce inanamadım. Tekrar tekrar sordum; farklı cevap gelmiyordu karşımdan. Çok yakından tanıyorum kişiyi ve İnsan olarak değer verip takdir ettiğim bir kişilikti. Alçak gönüllü, çocukla çocuk olan, elinden geldiğince kimseyi kırmamaya çalışan – kendisinin kırılma pahasına- bir adamdı. İçine kapanıktı. Yaşam şartları çocukluğundan beri tepesine binmiş, ayakları üstünde durabilmeyi becermişti o yıllara kadar.
                Akan zaman içinde bazı şeyler ters gitmeye başladı hayatında. Beklentilerini bulamadı yaşamından, günü ve geleceği bulutlanmaya başladı. Geçici de olsa kısmi çarelerle idare etti bir süre. Ta ki bıçak kemiğe dayanıncaya kadar. Kendisini değersiz hissettirecek kötü bugünler ve yarınlar yaşamaya başlayana kadar. Bir türlü çırpınıp çıkamadı demek ki düştüğü girdaptan. Sonunda kararını verdi ve anlamsızlaşan bugün ve yarınlarını geride bırakıp göçüp gitti kendi dünyasına. Yok olmayı seçti.
                İnsanoğlu ne kadar güçlü olursa olsun, dayanamayacağı bir nokta var demek ki! O dayanılmaz noktaya yaklaşıldığında dengeler alt üst oluyor ve günden güne kötüye doğru hızla yol alıyor. Bu tür şeyleri yaşamamanın tek yolu var bence: “Sevgi, sevgi, sevgi.”
                ” Sevgi” tek taraflı bir durum değildir. Sevginin olduğu yerde mutlak sevilme de vardır. Yoksa zaten sevgi denilen kavram da yok olur bir süre sonra. “İnsanı öldüren sevgisizliktir.”  Tekrar ediyorum: “İnsanı öldüren sevgisizliktir.” Sevgisiz ortamda yaşamak, insanı siler kendi içinden. Çıkmazlara sokar. Çevresi farkında olmadan bazı şeyler yapıyor belki ama kendine göre doğru diyerek; okları karşısına fırlattığının farkına varamadan olanlar olup bitiyor zaman zaman. Adına da kader, şans, talih, alın yazısı gibi ifadeler koyuyoruz.  Katlanmanın yolunu bulmuş oluyoruz böylece. Çok aciziz ki; olanlar olmadan başımızı kaldırıp bakamıyoruz gönül gözümüzle, insan yanımızla değerlendiremiyoruz. “Vur abalıya, nasılsa sesi çıkmıyor” gibi düşünerek güya güçlülüğümüzün sarhoşluğunu yaşıyoruz. Bir taraftan gücünün sarhoşluğunu yaşarken diğer taraftan karşısındaki adım adım yok oluşa doğru hızla yol almış oluyor.
                “Sevmek zor zanaat azizim, zor! Becerebilmek her babayiğidin harcı olmuyor. Erkeği kadını yok sevginin. Ya da böceği çiçeği yok. Tüm canlılar hasret sevgiye. Sevgi yaşanılır kılıyor yaşamı ve dünyayı. Sevginin olmadığı her yer cehennemdir canlıya. Hisseder ateşin sıcaklığını yüreğinde. Yanar, yanar; kor olur. Bir de bakmışsın, kül olmuş uçuyor; toz toprak arasında. Savrulmanın mevsimi yok, sevginin olmadığı yer her zaman kara kıştır. Hiçbir şey ısıtamaz gönülleri, sevgiden başka.
                Geleyim sadete değil mi? Evet, bir ana 40 yıl gözünün içine bakarak yok, yoksul haliyle; yalnız yapıldak; karda, kışta koşturup ekmek parası kazandı; bakıp büyüttü oğlunu. “Yaşı babasına benzemesin” derlerdi çocukluğunda. Bir dilek ve temenni; istersek dua diyelim adına.
                Oğlu da anasının yanından ayrılmadı, sırt sırtaydılar belli bir yere kadar. Anası tahtını yaptı ama bahtını yapamadı. Elinin avucunun içinden kayıp gitti oğlu gözler baka baka. Adını her ne koyarsak koyalım sonucun; acıları hafifletmiyor. Anılar kalıyor geriye. Yaşam için anılara sarılıp öpüp kokluyoruz artık, bedenin yerine. Kabullenilecek çaresiz. Yokluğuyla yaşanması öğrenilecek yarınlarda.
                “Adın kadir olacağına, kaderin kader olsun” mu derler, bu tür durumlarda? Allah gani, gani rahmet eylesin. Toprağı bol olsun. Anacığının, ailesinin, yakınlarının başı sağ olsun.
                Haberi aldıktan sonra koşturup gittim evine anasının. Akşam olmak üzereydi. Dört veya beş yıla yakındır görüşemiyorduk. Beni karşısında görünce sevindi kadıncağız. Ben onu teselli edeceğim yerde, o beni teselli etmeye çalıştı. Fazla kalamadım yanında; daha fazla yarasını deşmeyeyim diye. Bir acı kahvesini içip ayrıldım yanından. Başa gelmeyince bilinmiyor hiçbir şeyin acısı. Karşıdan görmekle yaşanmıyor; yaşayanın acısı, çok hafif kalıyor yaşayanınkinin yanında.
                Burada kesmek istiyorum izninizle. Hoşça ve sevgiyle kalın.
06-02-2017
Halil GÖNÜL
AYDIN