sevgi |
Geçenlerde
aldığım bir ölüm haberi, beni çok fazla etkiledi ve derinden sarstı. "Dilek" şiirimi de, o duygularla kaleme almıştım.
Yaklaşık bir haftadır hâlâ etkisi altındayım ve duygularımı, düşüncelerimi
tekrar, tekrar analiz ettim; bugünü, dünü, yarını; kısacası, tüm yaşamımı.
Akan zaman içinde farkına varamıyoruz çok şeyin, en azından ben varamadım diyeyim. Bir döngüdür
devam edip gidiyor yaşam boyunca; dün- bugün - yarın üçgeninde. Aslına bakılırsa
“Bermuda şeytan Üçgeni” gibi bizim tüm yaşamımızı yutup gidiyor bu üçgen.
”
Şans”
diye adlandırdığımız bir kavram karşıma çıktı; her zaman düşünürken. Bizler, insanların
büyük bir çoğunluğu böyle adlandırıyoruz onu; ve bize kendiliğinden iyilik ya
da kötülükler getirip kucağımıza bırakıyor; istesek de istemesek de
kabulleniyoruz; çaresizce ve suskunlukla. Bazen asi davranıp kızıyoruz veya
seviniyoruz; kucağımıza bıraktığına göre.
Toplumsal
değer yargılarımıza bakıldığında da görülüyor ki: kabulleniş var başa gelenler
için. Neden? Niçin? Nasıl? Vb. Sorular sormuyoruz. Sorgulamıyoruz yani. Şükürcülük
de denilen bir kavramı getiriyor gündeme. “Elle gelen düğün, bayram.” “Başa gelen
çekilir.” Gibi birçok söz vardır toplumsal hafızamızda: Sorgulamadan kabullenişin
zeminini hazırlayan.
Şans
kavramına dönmek istiyorum, konuyu fazla dallandırıp budaklandırmadan. Çok uzun
yıllar öncesinde okuduğum bir yerde -Nerede okuduğumu hatırlayamıyorum- “Şans: Önündekini değerlendirmeye hazır olmaktır.” Anlamında bir söz, yıllardır
hafızamdadır. Bir türlü atamadım o kelimeleri hafızamdan. Akan zaman
içinde de her zaman kulağımda çınladı durdular.
Ne
demek peki “Hazır olmak?”: Gelişmişlik-fiziki- ve yetişmişlik-kültürel-olarak
yeterince olgun, olgunlaşmış olmak. Daha başka bir ifadeyle; fırsat denilen
imkanları fark edecek öngörü ve bilgi birikimi olmalı. Eğer bilgi birikimi,
ilgi ve tecrübe gibi yaşam deneyimlerimiz yoksa; yol yordam gösterecek, yardım
alabileceğimiz birileri de yoksa eğer, fırsatlar ardı sıra gözlerimizin içine
baka baka; hatta dalga geçerek güle oynaya geçip gidiyorlar. Biz günler, aylar,
hatta yıllar sonra fark ettiğimizde; “Keşke şunu şöyle yapsaydım da ayağıma
gelmiş fırsatı, şansı kaçırmasaydım” der hayıflanırız.
İşte
o hayıflanmaya başladığımız zaman ancak geçmiş olan bir fırsatı
değerlendirebilecek birikime sahip olmuşuz demektir; fakat akan zaman
geriye döndürülemeyeceğine göre artık kaçmış demektir. “Şanssızlık işte(!)” “Boş
veeer, canım sağ olsun; bir dahaki sefere inşallah(!)” gibi sözlerle, züğürt
tesellisi veririz kendi kendimize.
Hepimiz
zamanla
sevmiş, sevilmişizdir veya öyle hissetmişizdir. Hatta evlenmişizdir de. Şans bu
ya! Akan zaman işleri tersine çevirmiş ne sevdiğimizi ne de sevildiğimizi
anlamışızdır. Sevememiş, sevilememiş duruma gelmişizdir bir süre sonra. “Alın yazısı, şans işte, kader, talihsizlik(!)”
gibi bir sürü kelime ve cümle sıralayabiliriz; yaşadıklarımızı ve yaşamımızı
anlatan.
Hiç
birisi de doğru değildir aslında ifadelerin. Olay-zaman-yer üçlüsü
aynı arada birbirlerinden koparılmadan birlikte değerlendirildiğinde daha
farklı sonuçlar çıkıyor ortaya. Ancak bizler, insan olarak: hoşumuza gitmeyecek
veya gitmeyen şeyleri pek görmek ya da duymak istemiyoruz; üçlü ayağın birini
veya ikisini koparıp atıyoruz, tekiyle yetinip bir sonuç çıkarmaya çalışıyoruz. Çıkardığımız
sonuç da: “Şanssızlık, kader, alın yazısı” gibi züğürt tesellisi ifadeler
oluyor. Ne yaramızı sarıyor, ne de geleceğe yönelik doğru bir ders alıyoruz. Ve akan
zaman içinde benzer hataları tekrarlayıp duruyoruz “Bermuda şeytan üçgeninde.”
Şimdi
geliyorum beni etkileyen habere: kırkına merdiven dayamış, iyi bir işi olan,
evli, bir çocuklu, evi, arabası ve yeterli birikimi olan bir adam yaşamına son
veriyor. Olay iki yıl kadar önce olmuş. Ben o zamanlarda ıssız bir bölgede
çalışıyordum. Ne televizyon ne de başka bir iletişim aracı yok; mahrumiyet bir
bölge. Üç beş ayda bir gelebiliyorum
eve. Kimse bana haber vermemiş durumu. Yıllar
sonra basit bir sohbet esnasında laf arasında o kişiyi sorduğumda “Öldü”
denildi bana. Önce inanamadım. Tekrar tekrar sordum; farklı cevap gelmiyordu
karşımdan. Çok yakından tanıyorum kişiyi ve İnsan olarak değer verip takdir
ettiğim bir kişilikti. Alçak gönüllü, çocukla çocuk olan, elinden geldiğince
kimseyi kırmamaya çalışan – kendisinin kırılma pahasına- bir adamdı. İçine kapanıktı.
Yaşam şartları çocukluğundan beri tepesine binmiş, ayakları üstünde durabilmeyi
becermişti o yıllara kadar.
Akan zaman
içinde bazı şeyler ters gitmeye başladı hayatında. Beklentilerini bulamadı yaşamından,
günü ve geleceği bulutlanmaya başladı. Geçici de olsa kısmi çarelerle idare
etti bir süre. Ta ki bıçak kemiğe dayanıncaya kadar. Kendisini değersiz
hissettirecek kötü bugünler ve yarınlar yaşamaya başlayana kadar. Bir türlü
çırpınıp çıkamadı demek ki düştüğü girdaptan. Sonunda kararını verdi ve
anlamsızlaşan bugün ve yarınlarını geride bırakıp göçüp gitti kendi dünyasına. Yok
olmayı seçti.
İnsanoğlu
ne kadar güçlü olursa olsun, dayanamayacağı bir nokta var demek ki! O dayanılmaz
noktaya yaklaşıldığında dengeler alt üst oluyor ve günden güne kötüye doğru
hızla yol alıyor. Bu tür şeyleri yaşamamanın tek yolu var bence: “Sevgi, sevgi,
sevgi.”
” Sevgi”
tek taraflı bir durum değildir. Sevginin olduğu yerde mutlak sevilme de
vardır. Yoksa zaten sevgi denilen kavram da yok olur bir süre sonra. “İnsanı
öldüren sevgisizliktir.” Tekrar
ediyorum: “İnsanı öldüren sevgisizliktir.” Sevgisiz ortamda yaşamak, insanı
siler kendi içinden. Çıkmazlara sokar. Çevresi farkında olmadan bazı şeyler
yapıyor belki ama kendine göre doğru diyerek; okları karşısına fırlattığının
farkına varamadan olanlar olup bitiyor zaman zaman. Adına da kader, şans,
talih, alın yazısı gibi ifadeler koyuyoruz. Katlanmanın yolunu bulmuş oluyoruz böylece. Çok
aciziz ki; olanlar olmadan başımızı kaldırıp bakamıyoruz gönül gözümüzle, insan
yanımızla değerlendiremiyoruz. “Vur abalıya, nasılsa sesi çıkmıyor” gibi
düşünerek güya güçlülüğümüzün sarhoşluğunu yaşıyoruz. Bir taraftan gücünün
sarhoşluğunu yaşarken diğer taraftan karşısındaki adım adım yok oluşa doğru
hızla yol almış oluyor.
“Sevmek
zor zanaat azizim, zor! Becerebilmek her babayiğidin harcı olmuyor. Erkeği kadını
yok sevginin.
Ya da böceği çiçeği yok. Tüm canlılar hasret sevgiye. Sevgi yaşanılır kılıyor
yaşamı ve dünyayı. Sevginin olmadığı her yer cehennemdir canlıya. Hisseder ateşin
sıcaklığını yüreğinde. Yanar, yanar; kor olur. Bir de bakmışsın, kül olmuş uçuyor; toz toprak arasında. Savrulmanın mevsimi yok, sevginin olmadığı yer her zaman
kara kıştır. Hiçbir şey ısıtamaz gönülleri, sevgiden başka.
Geleyim
sadete değil mi? Evet, bir ana 40 yıl gözünün içine bakarak yok, yoksul haliyle; yalnız yapıldak; karda, kışta koşturup ekmek parası kazandı; bakıp büyüttü
oğlunu. “Yaşı babasına benzemesin” derlerdi çocukluğunda. Bir dilek ve temenni;
istersek dua diyelim adına.
Oğlu
da anasının yanından ayrılmadı, sırt sırtaydılar belli bir yere kadar. Anası
tahtını yaptı ama bahtını yapamadı. Elinin avucunun içinden kayıp gitti oğlu
gözler baka baka. Adını her ne koyarsak koyalım sonucun; acıları hafifletmiyor.
Anılar kalıyor geriye. Yaşam için anılara sarılıp öpüp kokluyoruz artık,
bedenin yerine. Kabullenilecek çaresiz. Yokluğuyla yaşanması öğrenilecek
yarınlarda.
“Adın
kadir olacağına, kaderin kader olsun” mu derler, bu tür durumlarda? Allah gani, gani rahmet eylesin. Toprağı bol olsun. Anacığının, ailesinin, yakınlarının
başı sağ olsun.
Haberi
aldıktan sonra koşturup gittim evine anasının. Akşam olmak üzereydi. Dört veya
beş yıla yakındır görüşemiyorduk. Beni karşısında görünce sevindi kadıncağız. Ben
onu teselli edeceğim yerde, o beni teselli etmeye çalıştı. Fazla kalamadım
yanında; daha fazla yarasını deşmeyeyim diye. Bir acı kahvesini içip ayrıldım
yanından. Başa gelmeyince bilinmiyor hiçbir şeyin acısı. Karşıdan görmekle
yaşanmıyor; yaşayanın acısı, çok hafif kalıyor yaşayanınkinin yanında.
Burada
kesmek istiyorum izninizle. Hoşça ve sevgiyle kalın.
06-02-2017
Halil GÖNÜL
AYDIN