"Kaşık" |
KAŞIK
“İki kaşığı yan yana olmayacak kocanın, iki
kaşığından birini mutlaka kıracaksın!” cümleleri kulağında çınlaya
çınlaya gidiyordu yolda, otobüs durağı karşı taraftaydı 100 metre kadar
ilerisinde. Sersem gibi hissediyordu kendini.
Dün bir bu gün ikiydi daha şunun şurasında, kaç günlük evliydi ki? Bir hafta ancak olmuştu topu topu. Neden bir şey söylemedim karıma, kızıp bağırmadım sanki? Aptal yerine koyacaklar beni ana kız! Sersem, aptal... Aklına geleni sıralıyordu durmadan.
Karşıdan karşıya geçerken araba altına alıyordu neredeyse. İrkildi bir anda klakson sesleriyle. Can havliyle koşturmaya kalktı o anda birden. Karşı kaldırıma adımını attığında yatıştırmaya çalışıyordu içindeki paniği. Aklından çıkaramıyordu bir türlü karısından, hem de çok sevdiği bir haftalık karısının söylediklerini. Biraz zekâsında sorun mu var acaba? Diye geçirmişti sık sık ama fazla üstünde durmamıştı. Neyse önemsemeyeceğim diye kendi kendini empoze etti, durağa varıp köşede dikildi herkes gibi.
Dün bir bu gün ikiydi daha şunun şurasında, kaç günlük evliydi ki? Bir hafta ancak olmuştu topu topu. Neden bir şey söylemedim karıma, kızıp bağırmadım sanki? Aptal yerine koyacaklar beni ana kız! Sersem, aptal... Aklına geleni sıralıyordu durmadan.
Karşıdan karşıya geçerken araba altına alıyordu neredeyse. İrkildi bir anda klakson sesleriyle. Can havliyle koşturmaya kalktı o anda birden. Karşı kaldırıma adımını attığında yatıştırmaya çalışıyordu içindeki paniği. Aklından çıkaramıyordu bir türlü karısından, hem de çok sevdiği bir haftalık karısının söylediklerini. Biraz zekâsında sorun mu var acaba? Diye geçirmişti sık sık ama fazla üstünde durmamıştı. Neyse önemsemeyeceğim diye kendi kendini empoze etti, durağa varıp köşede dikildi herkes gibi.
Sabahın köründe ekmek kavgası için
herkes yollarda, duraklardaydı kendisi gibi. Sanki başkaları kendisinden çok mu
iyiydi. İşte her şey ortada. Şu adamın, bıyıklı olanın, biraz kelli fellice
olanın karısı akıllı mıdır acaba? Adamın suratından düşen bin parça. Akıllı
karısı olsa öyle mi olur suratı. Dişleri sayılır herifin be. Bak bak gelen uzun
sırığa bak nasıl da yerinde keyfi. Mutlaka karısı uğurlamıştır kapıya kadar.
Çantasını da eline vermiştir. Bir de öpücük yanağına, haydi kolay gelsin
kocacığım! Demiş midir? Belli değil mi adamın yürüyüşünden. Birkaç kişi
çarparak koşturdu gelen otobüse doğru. Dalgınlığından uyandı çarpmalarla,
otobüsün numarasına baktı birden. Üç numara, benimki dedi acele ederek. İlk
basamağa basmıştı sağ ayağıyla ki otobüs hareket etti. Zor atabilmişti sağ
elini otobüsün korkuluğuna, neredeyse niyazi olacaktım, acelen ne be herif?
Diye kızdı içinden şoföre.
İçerisi tıka basa doluydu. İnsanlar
sıkış tepişti. Zorladı kendini bir basamak daha çıkmak için. Şoför öğrenmişti
işin sırrını, bir fren, hoop insanlar hareketleniyor ileri geri ve yerleşiyor
kendi kendilerine. Karpuz, kavun mübarekler, her frende daha da sıkışıyorlar,
aralarında milim boşluk kalmamacasına. Nefret etmeye başladığını hissediyordu
bir süredir bu yolculuklardan. İki bazen dört saat alıyordu git gel. Ya ne
yapacaktı başka bir iş mi vardı yapacak. Üstüne üstelik bir de evlendik.
Kızgınlığı artmaya başladı içinde. İsyan etmek istemiyordu. İsyan da neyin nesi?
Kime isyan? Hem isyan bizim gibilerin işi değil ki. Karnı tok, sırtı peklerin
işi isyan. Anasına, babasına, karısına, kaynanasına, Allah'a bile isyan etse
kimse bir şey yapamaz. Baldırı çıplak oldun mu ben gibi, kaşık düşmanı karının
bile oyuncağı olursun. Hadi gel de sıkıysa isyan et, laf söyle karıya. Ağzını
açsaydın ya, dediğinde. Anam şöyle dedi, anam böyle dedi. İyi bir şey söylese
canım yanmaz hani. Söylediğini kulağı durmuyor bile. Ne sanıyor bunlar beni.
Sesim çıkmıyor diye paspas mı olacağım ayaklarına. Karım diye bir şey demedim.
Daha ilk günlerden kırmayayım kalbini, garip ne de olsa. Bu günlere kadar el
işinde çalıştı o da ben gibi. Hele bekle biraz daha. Baktın olmadı
bildiriverirsin haddini. O da gider sızlanır mı, ağlar mı kendisi bilir artık.
Ya akıllanır oturur kıçının üstünde ağız tadıyla ya da ben bilirim yapacağımı.
Hadi be oğlum hadi be, cılkımız çıktı iyice, yakında turşu oluruz zaten bu
arabada. Kolundaki saate bakmaya çalıştı, kafasını rahatlatmak için. Sinirleri
kabarıvermişti birden. Hiç
kabarmayan sinirlerini bir haftalık evliliği başlatmıştı kabartmaya, hadi
hayırlısı; sonumuz iyi olur inşallah. Aklından hiç geçirmediği şeyler geçi
geçiveriyordu durmadan. Şu adam da geçi geçiverse önündeki arabaları ne iyi
olur. Hemencecik varırdı içine. Ne de olsa otobüsten rahattı iş yeri. Sıkış
tepiş, osuruk kokusu zehirleyecek neredeyse. Meret kaptan havalandırmıyor da,
ee burnu alışkın herifin. Sen gibi zağar mı o. yıllardır aynı koku. Yazın ter,
deodorant, kışın osuruk katlan babam katlan. Herifin işi de kolay değil be. Akşama
kadar aynı, nasıl da katlanıyor bu herif. Helal valla. Şükredeyim ben halime.
Kışın az soğuk moğuk olsa da atölye, buradan iyidir gene. Arada bir dışarı da
çıkıyoruz, daha ne! Biraz rahat hissetmeye başladı kendini şoförle
kıyaslayınca.
Az kaldı inmeye diye düşünüp
ilerlemeye çalışıyordu güç bela da olsa. Her durakta dolup boşalıyordu meret
araba. Her durak öncekinden felaket oluyordu. Beş dakikası vardı daha işbaşı
yapmasına. Şu otomatik de nereden çıktı başımıza. Ne iyiydi daha önce, beş on
dakika önemli değildi. Şimdi bir dakika bile önemli. Cırt ettirmedin mi kartı,
işin bitti demektir. Karının dırdırını çek, erken kalk sabahları yetişmek için
zamanında işe. Vay anam vay, çekilir gibi değil aslında bu hayat. Anan baban
zengin olacak koç gibi, bak o zaman sen benim fiyakama. Atladın mı arabaya ver
elini Almanya, ver elini Eyfel mi nedir işte oraya. Uçak da var tabii ya. Koskoca
şirket, uçak olmaz mı? Adamlar uçakla gidiyor tabii ki. Neyse neyse beni
ilgilendirmez elin işi gücü. İşime sıkı sarılayım ben. Kalkarım yarım saat
değil bir saat bile önceden kalkarım. Ölecek miyim sanki.
Durakta durdu otobüs. Kendini zor
atabilmişti arka kapıya. İki kişi sıkışmışlardı aynı anda çıkışa “Acelen ne?”
dedi yanındaki adama dönerek. Adam yüzüne baktı kızgın kızgın, bir şey
söylemeden itti kendisini kapıya doğru. Ohh be dedi içinden ayaklarını yere
basınca. Diğer adam hiç arkasına bakmadan gidiyordu koşa koşa. Adama bakmaktan
vazgeçip kendi yoluna döndürdü yönünü yürümeye başladı hızlı adımlarla. Saatine
baktı tekrar, zamanı vardı biraz daha. Koşturmasına gerek kalmadığını düşünüp
aheste aheste yürümeye başladı bozuk kaldırımda. Sefer tasını sıkı sıkı tutmuştu arabada.
Elini gevşetti biraz, uyuşmuştu parmakları. Gene aynısını koymuştur, ne
koyacaktı baklava börek mi. Elinden gelen o kadar. “Vermemiş mabut, neylesin Mahmut”
misali bizimkisi. Gene düşünceler gelip gelip gitmeye başladı kafasının içinde.
Engel olmak istiyordu hepsine, düşünmek istemiyordu hiç bir şey. Arada bir
başını salladığını fark ediyordu dalgınlıktan ama olmuyor işte olmuyor işte.
“Nasıl söylersin Fatma’m bana bunu?” dediğini duydu kulaklarıyla. Pek de işitirsin
sen sanki işittin de ne oldu, söyledin mi bir şey? Söylemedin. Neden? Korktun
mu yoksa karından? Hey koca Allah'ım bana sabır ver. Kırmayayım şu garibin
gönlünü, ben kırılsam da dayanırım o garibim Fatma’m dayanamaz. Kalbi
kırılmasın nolur…
Atölye |
Geniş sürgülü kapının sesiyle
kendine geldi bir anda. Şangır şungur, şangır şungur öterdi her zaman ama bu
gün daha da gür çıkmıştı kapının sesi. O da mı kızgındı ne? Her gün kaç kişi
geçiyor o kapıdan? Binlerce. Sen gel de dayan. Kapı ne yapsın. Senin bir karın
var, ya onun binlerce. Biriyle başın dertte, onun kaç kişiyle Allah bilir.
Adımını attı kapıdan içeriye besmeleyle. Sağla mı yoksa solla mı girdiğini
hatırlayamadı. Düşündü içeriye doğru ikinci adımını atarken gene hatırlayamadı,
döndü geriye tam kapı rayının üstüne geldi. Askerde öğrenmişti topuk üstünde
dönmeyi. Tam rayın üstünde durdu, döndü topuğunun üstünde ve sağ adımını attı
içeriye doğru. İşte yapmıştı işin doğrusunu. Ya helada aynı hataya düşmüş
olsaydı. Günahı ne kadar ağır olacaktı Allah bilir. Her zaman da dikkat ederdi hâlbuki.
İlk defa olmuştu bu gün. Allah günah yazmaz inşallah diye düşünüp başını
sallayarak adımlarını hızlandırdı bir anda.
Kartını cırtlatmış işine başlamıştı.
İçi rahat değildi bu gün. Yanlış adımla girdiğinden miydi acaba? Düzelttim ya
sonradan, hem de iki adım bile atmadan diye savundu kendini içten içe. Olsun,
bir defadan bir şey olmaz. Tanrı da bilir beni nasıl olsa. Kötü biri
değilimdir. Bilmez mi benim koskocaman tanrım. Bu seferlik bağışla beni güzel Allah'ım.
Ben senin kulun kölenim, Senden sonra da karımın kulu kölesi olacağım
anlaşılan. Gene içinden içinden kızgınlığının artmaya başlamış olduğunu
hissedince önündeki işe daha fazla dikkat etmeye başladı. Kafasında işten başka
düşünce olmayacaktı kendine göre. Baş ustası dememiş miydi öyle. Kaza maza
olurdu Allah korusun. Adamın o kadar tecrübesi var bu işte varıp da yalan mı
söyleyecek bu kadar kişiye. Tabii ki tutulmalı sözü. Kimin için uğraşıyor adam.
Bu kadar kafa patlatması bizim için elbette. Kaza yapsak bizim canımız yanacak.
Olan bize olacak gene. Baktı olmadı yerine adam alacak yetiştirecek. Seni mi
bekleyecek kocaman fabrika. Tıkır tıkır işleyecek elbet. Ah demeseydi keşke
öyle. Ne rahat çalışırdım şimdi. Herkes bana imrenirdi eskiden. Hiç kaza
yapmamıştım. Mallarda da bozuk olmuyordu. Örnek işçi oldum bu güne kadar.
Bundan sonra da olacağım inşallah. Bir süre de olsa aklından çıkarmamayı
düşündü ustasının kendi güvenliği için söylediklerini. Harfiyen uymaya gayret
ediyordu. Hepsi de kulağında çınlardı her zaman söylediklerinin.
Öğle yemeği için tenha bir masa
aradı bahçede. Bu gün nedense yalnız oturmak istiyordu canı. Buldu da kimsenin olmadığı
boş masayı. Tam da istediği gibiydi, arayan bulurdu ancak onun olduğu yeri.
Açtı sefer tasını, yan tarafa koydu kapaklarını. İki patates haşlaması, bir
küçük domates, küçük de bir soğan çıktı birinden. Diğerini açtı acelesi varmış
gibi. Azıcık yoğurt görünüyordu dibinde. Hayal kırıklığı yaşadı bir an. Soğana takıldı kafası. Bu kadın düşünmüyor mu
soğanın kokacağını? Somunu böldü
ikiye. Yarımdan fazlaydı eline aldığı
parça. Ortasını açtı iki yana ve koydu sefer tasının kapağının üstüne. Patatesleri
soydu dikkatle. Ekmeğin arasına koydu iki tane soyulmuş patatesi ve kapattı
ekmeği üstlerine. Ayağa kalkıp var gücüyle abandı ekmeğin üstüne iki elini
birbirinin üstüne koyarak. Patatesler ezilmişti, açıp tekrar dağıttı.
Dağıttıktan sonra kapattı tekrar ekmeğin kapağını ve tekrar sıkıştırdı iki
elinin arasında. Besmele çekti ağzına yaklaştırırken ekmeği. Isırdı kocaman bir
parça kopardı ekmekten. Birkaç küçük parça patates düşmüştü yere. Düşenlere
baktı gayriihtiyari. Kirlenmiş olduklarına karar verip eğilip almaktan
vazgeçti. Bir kocaman yıl emek veriyor insanlar onun birini yetiştirmek için.
Dikkat etmeliydi telef etmemeye. Günah ne de olsa nimet sonuçta. Bir daha
ısırırken koparmak için asılmayacaktı, dişleriyle keserek koparacaktı ekmeği. O
zaman dökülmezdi hiç bir şey. Gurur duydu kendisiyle. Hemen de çözerdi her
şeyi. Akıllıydı. Çözemeyeceği mesele yoktu kendine göre. Bilim adamı falan
olmalıymış ama ahh, imkân, imkânı yoktu. Ah bir imkânım olsaydı, büyük büyük
okullara giderdim ben. İşte o zaman görürdün sen beni. Sana kalır mıydım Fatma’m.
Okumuş, boyalı dudaklı, ince belli, hanım hanımcık birini alırdım. Koluma girer,
gezerdik caddenin kaldırımlarında akşamları. Yemeğimizi lüks lokantalarda yer,
sinemaya gider. Çıkınca da el ele yürüye yürüye eve gelirdik. Sen de okusaydın
gene seni alırdım emme. Darılmadın değil mi Fatma’m bana? Suçlanmıştı birden Fatma’sını
hakir gördüğü için. Saftır benim karım. Anası olmasa altındır o, altın gibi
yüreciği vardır. Boşa mı aldım, o sıcacık saf yüreği için.
Karşısında bir hayalet vardı sanki
birden irkildi. Kıpırdandı olduğu yerde. “Ne mırıldanıyorsun oğlum kendi
kendine. Erdin mi yoğsam evlenince?” dedi tezgâh arkadaşıydı gördüğü hayalet.
Gözlerini kırpıştırdı arkadaşı Yusuf’a bakarken. Uzunca boyuyla dikiliyordu
ayakta. “Otur Yusuf otur” dedi şaşkınlığını atarak üstünden. Yusuf oturdu
karşısına. Ona bakıyordu dikkatle.
Gözlerini kaçırıyordu durmadan. Dimdik bakamıyordu arkadaşının yüzüne.
Herkes biliyordur durumumu diye geçirdi içinden. Baksana adam bile dalga
geçmeye başlamıştı kendisiyle.
Yusuf da yemek ücretinin kesilmesini
istememişti, kendisi gibiydi. Evden anası koyuveriyordu sefer tasına her gün. Ne
de tatlı oluyordu anasının yemekleri. Çokça da birlikte yerdik Yusuf’la. Şu
halime bak, görse iki küçük patates bir soğan olduğunu mahalleye rezil ederdi
beni. Ne de akıllık ettim yalnız oturmakla. Bundan sonra hep böyle yapayım bari
diye geçti aklından ama üzüldüğünü hissediyordu kendinin.
Bir çare düşünmeliydi bu yemek
içine. Bir öğündü zaten topu topu. Kaç kuruş kesecekler. Kessinler onu da ne
yapayım canım. Sıcak bir aş girer hiç olmazsa karnıma. Kefenin cebi mi oluyor
sanki. Karının eline kalırsam ayvayı yedim demektir. Anası daha da fiş fişler
onu. İyiden boku yedim demektir o zaman.
En iyisi mi git kaydını yaptır bu gün şu yemek işine. Akıllı ol oğlum akıllı.
Onlar ana kız tilkiyse sen de kuyruğu olacaksın tilkinin. Görsün o zaman onlar
göreceklerini. Daha rahat bakmaya başlamıştı Yusuf’un yüzüne. Dikkat etmişti
gözlerinin içine bile bakabiliyordu artık. Yusuf’a bir şey söylemeyecekti bu
konuda. Nasılsa öğrenecekti yarın veya yarından sonra. Arayıp bulamayacaktı
bahçede. İçeriye gelip soracaktı bana. Ya da ustaya soracaktı gelip
gelmediğimi. Tamamdı bu iş. Aynen yapacaktı düşündüğünü. Hızlandırdı
ısırmalarını. Domatesi iki ısırışta bitirivermişti bile. Yoğurda hiç bakmadı.
Toparladı her şeyi, kapattı kapaklarını ve çantasına koydu her şeyini. Karnı
doymuştu bu günde, yarına Allah kerimdi artık. Yusuf şaşırdı bu kadar acele
etmesine Veysel’in. Kendisi daha ekmeğin yarısına gelmemişti. Eşyalarını aldı
Veysel masanın üstünden hemen ayağa kalktı “Afiyet olsun Yusuf” dedi acelesi
varmış gibi gitti hiç arkasına bakmadan. Yusuf bakakaldı arkasından giderken.
Ne de hızlı gidiyor dedi kendi kendine. Bir iş var bunda, gidip bakayım şuna.
Başına bir iş miş gelmesin garibin. Ayağa kalktı birden ve hızla devam etti
arkadaşının arkasından. Veysel personele giriyordu Yusuf’un kapıya yaklaştığında.
Tam karşısındaydı kapının. O da girdi içeriye. Tanıyordu oradakilerden bir
kaçını. Aynı mahalledendiler. Veysel’in kayıt yaptırışını duydu, seslenmeden
bekledi biraz kapının arkasında. Aniden karar verip kendini fark ettirmeden
çıkıp gitti. Veysel böyle bir şeyi neden yapardı. Bu güne kadar yapmamıştı da
bu gün niye yaptı akıl erdirememişti. Kuruş, kuruştu onlar gibisi için. Üstelik
evlenmişti de. Boğaz artmıştı. Hem anasına hem karısına, yarın bir de çocuk
oldu mu zordu Veysel’in işi böyle giderse. Atölyeye doğru yöneldi. Hiçbir şey
söylemeyecekti Veysel’e.
Yusuf’la Veysel yıllardır bu iplik
ve dokuma atölyesinde çalışıyorlardı. Mahalleden de sıkı arkadaştılar. Her
zaman kollamışlardı birbirlerini. Yusuf severdi Veysel’i ve onunda kendisini
sevdiğini bilirdi. İşe alınmasına Veysel sebep olmuştu. O gün bu gündür gidip
geliyordu işte. Fazla da bir şikâyeti yoktu hayatından. Şükrediyordu haline.
Yusuf tezgâhının başında çalışırken
uzaktan uzaktan izlemeye almıştı arkadaşı Veysel’i. Veysel’in bu durumu fark
ettiği yoktu. Dalgındı bu gün Veysel. Kaza yapmaz inşallah diye düşünüyordu.
Birden ses geldi o yandan. Kalabalık toplanıverdi bir anda Veysel’in olduğu
yere ve göremez oldu arkadaşını. İşinin başından ayrılamıyordu. Gözü
arkadaşındaydı hep de. Kalabalık yavaş yavaş açılmaya başladı, nihayet
arkadaşını görebiliyordu Yusuf ama bir tuhaflık vardı, önde giden oydu,
arkasından da ustabaşı gidiyordu. Tezgâhı durdurulmuştu Veysel’in. İçine
doğmuştu sanki kaza yapan oydu. Günaha mı girmişti yoksa arkadaşının kaza yapacağını
düşünmekle, bir işaret miydi kendisi için. Tam karşısında duvar dibinde
gidiyordu Veysel elini tutarak. Kendisine baktığını fark etti Veysel’in, el
sallamaya başladı birden. Geçmiş olsun demek istemişti aslında ama anlamıştır
diye düşünerek önüne döndü Veysel kaybolunca görüntüden.
Veysel
bir eli sarılı döndü içeriye ancak tezgâhı açılmamıştı. Eşyalarını topladı. Yusuf’a
doğru yöneldi. Yusuf yanına gelince fark etti arkadaşını. Hemen sarıldı “Geçmiş
olsun” dedi. Nasıl oldu diye soracaktı ki sonradan vazgeçti. Olmuştu işte,
nasılı masılı mı vardı? “Ben bir hafta gelmeyeceğim Yusuf” dedi boynunu
bükerek. Çok üzgündü. İçi cızladı Yusuf’un gördükleri karşısında. Çok üzgün
görünüyordu arkadaşı. Hiç böyle üzüldüğünü görmemişti onun. Bazen önemli bir
şey olduğunda bile şakaya alırdı. Dalga geçiverirdi hemen. Olay unutuluverirdi
birden. Neyse az kalmıştı mesainin bitmesine. Eve uğrar sorardı aklına takılan
her şeyi. Şimdi sırası değildi burada. Ayakta dikmeyeyim boş yere diye düşündü.
“Sana kolay gelsin ben gidiyorum” dedi Veysel Yusuf’a. Arkasına bakmadan çıkıp gitti.Halil GÖNÜL
Kaleminize sağlık :))
YanıtlaSilMerhaba sevgili +Daha Mutlu Yaşam.
SilTeşekkür ederim. :))