Ak-kız |
AKKIZ'IN ÇIĞLIĞI
Güzel bir hafta sonu olacağını
umduğum ilk güne uyandık. Her zamanki gibi kahvaltımızı yaptık ve iş bölümü de
çıktı ortaya. Ben babamla köye yakın olan pıtraklıdaki tarlayı nadas etmeye
gideceğiz, anam ve Recep de köyde kalıp bulgurluk kaynatacaklar. Kahvaltıdan
sonra keçimizi -ak kız- köyün çobanı evimizin altındaki yoldan geçerken onun
götürdüğü sürünün içine bıraktım. Ak kız uysal bir keçidir ve biz onu çok
severiz.
Yavru zamanından beri iç içe büyüdük. Hastalandı, üşümesin diye yatağımın yanına onun için yapılan barınakta yattı. Minicik, yumuşacık apappak bir yavruydu o zamanlar. Parmaklarımı anasının memesi sanıp emiyordu uzatıverdiğimde. Hastalığı iyileşince gene anasının yanına bırakıyorduk ahır kapısının yanındaki kendi ağıllarına. O zamanlar iki taneydi keçimiz ve ikisi de beyazdı. Kırma diyorduk biz onlara. Aslında ankara keçisiymişler sonradan öğrenmiştim. Bizim için önemli olan sütünün bol olmasıydı siyah keçilere göre. Köyde hemen hemen her evde vardır keçi ve inek. Ak kızın ekiz yavruları var ikisi de birbirinden şirin aynı kendisi gibi bembeyaz. Giderken geriye dönüp baktı defalarca ve meleye meleye gitti. Evin yakınındayken yavruları da cevap veriyordu melemesine. Yavruların biri erkek diğeri dişi. İsim koyduk onlara da; ilk doğduklarında önce erkek olan geldi dünyaya ve arkasından dişi olan. Anası yaladı onları üzerlerini temizledi. Anam bir beze sarıp sarmalayıp odaya ocağın başına götürdü. Hemen odanın içinde köşeye bir barınak yaptılar babamla birlikte. Birer ikişer metre uzunluğunda altı yedi tane kavak dalını birbirine çatıp üstüne de çul, şilte ya da minder ne buldularsa örttüler, bir de kapı bıraktılar içine girilebilecek kadar. Ocağın başı sıcak olacaktı onlar için. Altlarında kalın kalın minderler vardı içinde yün olan. Ak kız gelinceye kadar orada kalıyorlardı, kapılarının önüne engel koyuyordu anam çıkmasınlar diye. Ha biz ha keçi yavruları, farkımız yoktu sanki.
Yavru zamanından beri iç içe büyüdük. Hastalandı, üşümesin diye yatağımın yanına onun için yapılan barınakta yattı. Minicik, yumuşacık apappak bir yavruydu o zamanlar. Parmaklarımı anasının memesi sanıp emiyordu uzatıverdiğimde. Hastalığı iyileşince gene anasının yanına bırakıyorduk ahır kapısının yanındaki kendi ağıllarına. O zamanlar iki taneydi keçimiz ve ikisi de beyazdı. Kırma diyorduk biz onlara. Aslında ankara keçisiymişler sonradan öğrenmiştim. Bizim için önemli olan sütünün bol olmasıydı siyah keçilere göre. Köyde hemen hemen her evde vardır keçi ve inek. Ak kızın ekiz yavruları var ikisi de birbirinden şirin aynı kendisi gibi bembeyaz. Giderken geriye dönüp baktı defalarca ve meleye meleye gitti. Evin yakınındayken yavruları da cevap veriyordu melemesine. Yavruların biri erkek diğeri dişi. İsim koyduk onlara da; ilk doğduklarında önce erkek olan geldi dünyaya ve arkasından dişi olan. Anası yaladı onları üzerlerini temizledi. Anam bir beze sarıp sarmalayıp odaya ocağın başına götürdü. Hemen odanın içinde köşeye bir barınak yaptılar babamla birlikte. Birer ikişer metre uzunluğunda altı yedi tane kavak dalını birbirine çatıp üstüne de çul, şilte ya da minder ne buldularsa örttüler, bir de kapı bıraktılar içine girilebilecek kadar. Ocağın başı sıcak olacaktı onlar için. Altlarında kalın kalın minderler vardı içinde yün olan. Ak kız gelinceye kadar orada kalıyorlardı, kapılarının önüne engel koyuyordu anam çıkmasınlar diye. Ha biz ha keçi yavruları, farkımız yoktu sanki.
Birkaç gün geçti aradan bir akşamüstü herkes evdeyken adı
kondu her ikisinin de. Erkek olana gül yüz, gülen yüz anlamındaydı. Sani
sürekli gülüyormuş gibiydi dudakları hep yanlara çekik dururdu. Diğer dişi
olana papatya koymuştu anam. Papatya gibi açıldı birden bembeyaz tüyleriyle. Ak
kız akşam karanlığına doğru gelirdi genellikle ve geldiği zaman ta yolda
sürüden ayrılıp bizim evin yoluna saptığında başlardı melemeye. Yavruları da
başlardı sesini duydukları zaman. Odanın kapısı kapalı olduğunda bile
melerlerdi. Biz duymazdık ak kızı onlar duyardı. Belki de hissediyorlardı
analarının geldiğini ve oldukları yerde tepinmeye hoplamaya başlarlardı. Hemen
birini bir koltuğuma diğerini öbür koltuğumun altına alıp indirirdim aşağıya
emsinler anasını diye. Bazen de anam indirirdi onları. Anaları koklardı her ikisini
de memesini emerlerken. Öylece dikilirdi ayakta karınları doyuncaya kadar.
Sütünden biz yiyemezdik ilk zamanlarda. Yalnız ilk doğdukları gün anam sağmıştı
bir çanak kadar ve pişirmiş yedirmişti bize. Göz demişti o sağdığı ilk süt
için. Çok tatlıydı.
Babam ve ben Tülü’ ye saban ve
boyunduruğu sardık, heybeyi de içindekilerle beraber semere koydu. Heybenin
içinde yiyecek ve su vardı, tarlada lazım olacakların hepsi heybenin gözlerine
koyardık her zaman. Gülnaz gülfidan ve öküzler düştüler yola önümüzden. Babam
beni Tülü’ ye bindirdi kendisi de övendireyi aldı baston gibi kullanıyordu
yürümeye başladı arkalarından. Ben de Tülü’yle arkalarından devam ettim.
Tarlaya vardığımızda her şeyi indirdik çamın dibine ve babam öküzlerin boynuna
boyunduruğu bağladı ve sabanı da boyunduruğun bağlama yerine bağladı.
Övendireyle dürtmeye başladı yürümesi için onları. Övendirenin ince ucunda çivi
vardı ağaca gömülü halde ve ucu bir iki santim dışarı çıkıyordu. Çift sürerken
çivili ucuyla hareket etmesi istenilen öküzün kıçının kaba yeri hafifçe
dürtülüyordu. Üç metre kadar uzun genellikle dut veya ona benzet düzgün bir dal
ya da fışkından yapılır övendire. Kalın alt ucuna da sıran geçirilir sabana
yapışmış toprağı sıyırmak için.
Bir saat kadar sürdü babam çifti.
Ara verip dinlendik çamın dibine oturarak. Benim Gülnaz ve gülfidan yayılmaya
devam ediyorlardı kendi başlarına. Çamın dibine geldiğimde köstebek yuvasının
üstündeki şişkinliğe oturdum yumuşak ve kabarık olduğu için. Güneş olduğu zaman
sıcak olurdu bu şişkinlikler. Oturduğumu gören babam gel yanıma diye eliyle
işaret edince kalkıp yanına heybenin üstüne oturdum. “onların üstüne oturanın
çocuğu olmaz derler eskiler” dedi babam köstebek yuvasının üstündeki toprak
yığınını göstererek. İçim ürperdi o anda. Aklıma pek yatmamıştı ama itiraz da
edemedim. Ne olur ne olmaz! Babam terlemişti biraz, arada bir alnını siliyordu
elleriyle. “Bu öküzler çok zorlu, uymuyorlar birbirine. Bu yıl da idare edelim
bunlarla gelecek yıl çandır alacağım bir çift” dedi kendi kendine konuşuyordu.
Yüzüne baktım gözleri ufka bakıyordu. “Çandır ne baba?” dedim. Yüzünü bana
çevirdi, kırmadır oğlum aynı katır gibi. Dayanıklı ve güçlüdürler. Sabanı
çekmekte hiç zorlanmazlar, ne kadar derine daldırırsan daldır...” dedi
gözlerimin derinliklerine bakıyordu. Belli ki benim kendisi gibi zorlanmamı
istemiyordu. Çiftçi olmamı istemiyordu zaten. “Biz karın tokluğuna köleyiz
oğlum oku” derdi arada bir. Pek anlayabildiğim cümleler değildi onlar. Anamın babasının dedikleri aklıma gelirdi
öyle konuşmaya başladığı zaman. Bahçe de örü dibinde gölgede otururken
sormuştum bir defasında dedemle yalnızdık ikimiz. “Dede sen neden gitmedin ovaya da kaldın
buralarda?” demiştim ve cevap olarak, yayıldığı durumdan biraz toparlanarak
derin bir nefes aldıktan sonra “Oğlum şuraya baksan ne yapacaksın ovanın
sıcağında ateş gibi yanıyordur şimdi oralar. Bu buz gibi havayı, suyu terk edip
de nereye gideceksin?” demişti bana. Çok memnundu hayatından. Hâlbuki imkânları
vardı ovadan tarla ve ev almaya. Üç yüz kadarlık keçi sürüsü vardı. Babam
sürekli tavında bulduğunda beni okuyup kendimi kurtarmam için öğütler verirdi.
Birebir yaşıyorduk her şeyi. Büyük küçük çok fazla fark etmiyordu çok önemli
kararlar dışında. Görünen köy kılavuz istemiyordu zaten, herkes büyük küçük
üstüne düşeni yapıyordu ve yapmak zorundaydı. Aksi halde bir şeyler mutlaka
aksıyordu. Tıpkı doğanın dengesi gibi.
Doğadaki ormanlar çok kesilirse yağmur yağmazmış, kuraklaşırmış her yer. Öğretmenimiz demişti. Demek ki doğadaki çamlarda biz çocuklar gibiydi, işlerini yapmazsa zarar vermiş oluyorlardı doğaya. Çamlar yağmur çekermiş. Tabii ya demiştim öğretmen anlatırken. Ormanlık yerlerde bazen bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor ilerisindeki boş tarlaya bir damla bile düşmüyordu. Ama neden çam olan yerleri devlet alıyordu elimizden. Babam devlet alır diye tarlaların çamlara yakın yerlerinde çıkan küçük çam fidanlarını kazıyordu bazen, temizleme diyorlardı bu işe. Evin önüne okulda dağıtılan çam fidanını alıp getirip evin önündeki hayvan gübrelerini attığımız tersliğin kenarına dikmiştim de anam bir kaç gün sonra gördüğünde çamı, beni azarlayıp “evi mi aldıracaksın devlete sen?” diye kızmış sökmüştü birden asılarak. Yaptığım hatanın o kadar büyük sonucu olabileceğini hiç düşünmemiştim o çam fidanını dikerken oraya. O zaman neden öğretmenler dağıtmıştı okulda onları? Bir türlü aklım ermiyordu bu devletin işlerine. Ormancılar dolaşırdı durmadan tarlalarda, dağlarda. Azrail gibiydiler köylüler için, tara, nacak hatta eşeklerini alıp götürürlerdi. Devletin ormancılarıydı. Çoğu köyde kalır, ihtiyaç duyduklarında haberleşirlerdi başka yerlerdekilerle kalabalıklaşıverirlerdi bazen köyde. Eşekleri ya da malzemeleri ormancılar tarafından alınmış köylüler ne yapacaklarını şaşırırdı, çoğu da çaresizlikten ağlardı hüngür hüngür. Bazıları para bulup buluşturup alırdı geriye, alamayanlarınkini devlet satarmış götürdükleri yerde.
Doğadaki ormanlar çok kesilirse yağmur yağmazmış, kuraklaşırmış her yer. Öğretmenimiz demişti. Demek ki doğadaki çamlarda biz çocuklar gibiydi, işlerini yapmazsa zarar vermiş oluyorlardı doğaya. Çamlar yağmur çekermiş. Tabii ya demiştim öğretmen anlatırken. Ormanlık yerlerde bazen bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor ilerisindeki boş tarlaya bir damla bile düşmüyordu. Ama neden çam olan yerleri devlet alıyordu elimizden. Babam devlet alır diye tarlaların çamlara yakın yerlerinde çıkan küçük çam fidanlarını kazıyordu bazen, temizleme diyorlardı bu işe. Evin önüne okulda dağıtılan çam fidanını alıp getirip evin önündeki hayvan gübrelerini attığımız tersliğin kenarına dikmiştim de anam bir kaç gün sonra gördüğünde çamı, beni azarlayıp “evi mi aldıracaksın devlete sen?” diye kızmış sökmüştü birden asılarak. Yaptığım hatanın o kadar büyük sonucu olabileceğini hiç düşünmemiştim o çam fidanını dikerken oraya. O zaman neden öğretmenler dağıtmıştı okulda onları? Bir türlü aklım ermiyordu bu devletin işlerine. Ormancılar dolaşırdı durmadan tarlalarda, dağlarda. Azrail gibiydiler köylüler için, tara, nacak hatta eşeklerini alıp götürürlerdi. Devletin ormancılarıydı. Çoğu köyde kalır, ihtiyaç duyduklarında haberleşirlerdi başka yerlerdekilerle kalabalıklaşıverirlerdi bazen köyde. Eşekleri ya da malzemeleri ormancılar tarafından alınmış köylüler ne yapacaklarını şaşırırdı, çoğu da çaresizlikten ağlardı hüngür hüngür. Bazıları para bulup buluşturup alırdı geriye, alamayanlarınkini devlet satarmış götürdükleri yerde.
Güneş tepemizden diğer tarafa
devrildiğinde yarısına yakını sürülmüştü tarlanın. Ben çamların içinde
dolaşıyordum tarlanın yakınlarında. Bir anda babamın bağırdığını duydum ve
koşturarak çamlıktan çıkıp babama baktım. Babam yerde yatıyordu kıvrılmış
halde. Koşturarak yanına geldim. Öküzler koşturuyordu tarladan dışarıya doğru.
Boyunduruk birinin boynunda yerde sürünüyor diğeri onun önünde koşturarak
ilerliyordu. Bıraktım onlara bakmayı, babama baktım diz çökerek yanına. Babamın
gözleri dolu doluydu, canı çok yanıyordu bir şeyden. Ne olmuştu acaba? Anlamaya
çalıştım bir süre. Ellerini yan tarafındaki karın boşluğuna bastırıyor
kıvranıyordu. Üstündeki krem montu da yırtıktı. Bir an sabah gelirken yırtık
var mıydı? Diye düşündüm. Hayır yoktu. Yardım etmek istiyordum ama ne
yapacağımı bilemez halde çırpınıyordum yanında. Terliydi, alnından tomurcuk
tomurcuk ter fışkırıyordu, onları siliveriyordum ellerimle gözlerine gitmesin
diye. Bir süre kaldı öyle kıvranmaya devam etti. Eliyle omuzuma yapışarak
oturmaya çalıştı. Kolundan tutarak yardım etmeye çalıştım gücüm yettiğince. Çok
ağırdı, kıpırdatamıyordum kendisi gayret etmeyince. Oturabildi sonunda.
Karın boşluğunu tamamen açıverdim.
Elleriyle kaldırdı iyice giysilerini yukarıya göğsüne kadar. Karın boşluğundan
sol memesine kadar kıpkırmızı bir iz vardı. Bazı yerleri morarmış genişçe, bazı
yerleriyse yırtılmış kanıyordu. Neyse kanama azdı, yüreğimize su serpildi
biraz.
Tembel öküzü diğer çalışkana uyması
için fazla mudullamış yani fazla dürtmüş övendireyle. Bir süre sonra canı
acımış hallerine ve ara vermek istemiş dinlenmeleri için. Önlerine geçip
boyunduruktan çözmüş önce yaramaz tembel olanı. Sen misin onu çözen, bir anda boynuz
atmış babama ve havaya savurmuş hiç geriye bakmadan başlamış koşturmaya.
Şükürler olsun ki boynuzları kördü. Eğer sivri olsaymış kesin karnını yarar, şu
anda bağırsakları dışarıda olurdu babamın. Başım dönmeye başladı anlattığında
durumu. Vücudum olduğu gibi titremeye başladı neredeyse ayakta duramıyorum.
Kucaklayarak kaldırmaya çalıştım babamı ayağa. Koltuklarından denedim olmuyordu
“Dur oğlum, övendireyi ver sen bana” dedi acı içinde suratını buruşturarak.
Hemen koşturdum ileride çizide kalan sabanın yanındaki övendireyi almak için ve
koşturarak döndüm yanına eline verdim. İki eliyle sımsıkı kavradı övendirenin
alttan yarım metreyi geçik yerinden ve ayaklarının yanına koydu sıranlı
tabanını övendirenin “ha bismillah” dedi öne doğru yüklendi kalkmak için. Acısı
yüzünden okunuyordu, yaş doluydu gözpınarları. Terde kaçmış olmalıydı gözlerine
ki kıpkırmızıydılar. Ayağa kalkabildi nihayet ve çamın dibine doğru bana
yaslanarak yürüdü. Bir ağırlığı olmuyordu bana aslında yalnızca boynuma dolanan
uzun kolunun ağırlığını hissediyordum. Çamın dibine varınca “toparlanıp
gidelim” dedi eşeğe bakarak. Eşek bir kaç adım yakınımızdaydı. Alıp getirdim
babamın yanına. O da melül melül bakıyordu bir babama bir de bana. Anlamış
mıydı ne? Hayvanlar çok hisli oluyorlar anlıyorlar çok şeyi. Beni burnuyla itti
Tülü, koluma yanağını sürttü iki defa aşağı yukarı. Beni mi teselli etmeye
çalışıyor diye geçti aklımdan o anda. Ben de onun başını, kulaklarının arasını
okşadım elimle. Babam “tut oğlum” dedi eşeği. Ancak tutmama gerek yoktu kendisi
dimdik hiç kıpırdamadan duruyordu yanaştırdığımız yerde. Heybeye doldurdum
bütün eşyaları ve babam semerin üzerine koydu heybeyi. Çamın dipten kesilmiş
olan kalın çatalın üstüne çıktı, tam da eşeğin boyundaydı yüksekliği. Sağ
ayağını yavaş ve dikkatlice uzattı semere doğru ve bindi semerinin üzerine Tülü’
nün. Yuları verdim eline. “Sen inek ve buzağıyı sür gel ben giderim” dedi bana
gülümsemeye çalışarak. Gülümsemesi içime su serpti, kötü değildi demek ki.
Koşturmaca ormanın yanına doğru gidip Gülnaz ve gülfidanı buldum. Koşturarak
sürdüm onları babama doğru. Tülü tıpkı beni düşürdüğünde tekrar bindiriliverdiğimde
yürüdüğü gibi yürüyordu sürülü tarlada yavaş yavaş, hiç sarsmadan.
Köye geldiğimizde kahvenin önünden
geçerken herkes bize bakıyordu. Dal öğlen neden geriye döndüğümüzü merak
ediyorlardı besbelli. Soranlar oldu. “Öküz süstü” dedi babam acı dolu sesiyle
onlara bakmadan. Başka da bir şey söylemesi selamlaşmanın dışında. Köyün
neresinden gelinirse gelinsin herkesin yolu kahvenin önünden geçerdi. Kahvenin önünü elli metre geçişteydi bizim
eve sapan yukarı doğru az eğimli yol. Döndük, karşımızda anam dikiliyordu,
gözleri yerinden fırlamışçasına bakıyordu yola doğru. Elleri belindeydi. Gelen
öküzleri ahıra bağlamıştı belli ki ortalıkta görünmüyordu. Boyunduruk örünün
dibinde görünüyordu. Anam da çok tedirgindi yanına yaklaştığımda. Anlamıştı o
durumu. “Gene dikkat etmedin yaptı yapacağını değil mi?” dedi babama. Suratı ve
gözündeki duygularını kestiremedim, kızgınlık mı yoksa acıma mı vardı. İkisideydi
belki de. Babamın eşekten inmesine yardım etti, koluna girerek yukarı çıkardı
merdiven basamaklarından. “Sen eşeği yerine bağla” dedi bana çıkarken anam.
Eşeğin yanaklarını okşadım. Gözlerinin içinde yuvarlak bir resim gördüm.
Resimdeki bendim. İri göz mercekleri küçük bir ayna gibiydi. Açık seçik
görebiliyordum kendimi. Bakarken gözlerine kırpmıyordu hiç gözlerini. Daha önce
hiç dikkat etmemiştim acaba eşekler de gözlerini kırpar mıydı bizler gibi?
Yularından çekip götürdüm ahırdaki yerine bağladım Tulu’yu. Yukarı odaya çıktım
hemen koşturarak. Babamı yatırmıştı anam yatağa. Üzeri de örtülüydü. Recep
görünmüyordu ortalıkta gene, oyundadır diye düşünüp sormadım anama. “Karnınız
aç mı?” diye sordu anam yan tarafta çadırlarında yatan oğlakları gözden
geçirirken. “Bize mi sordun?” dedi babam bana bakarak. Anam hiç arkasına
dönmeden “He size sordum başka kimse de var benim göremediğim” dedi. “Aç” dedi
babam boğuk bir sesle. “Hemen kuruvereyim sofrayı ben evin üstüne çıkacağım
tavuklar gelmiştir bulgurun başına” dedi acele ederek yer sofrası
hazırlayıverdi. Babamın yanına atılmıştı sofra mendili. Sofra bezi “mendil” di
bizim lisanımızda. Mendilin başına oturdum, babam da üzerindeki yorganı yan
tarafına atıp yanaştı mendile. Biraz kaldırıp altına girdi mendilin ve bir anda
eğriliverince akarsa mendilin üstüne aksın kaşıktan diye “off” dediğini duydum.
Sonrakinde daha dikkatli oldu. Yemeği bitirdikten sonra babam tekrar yatağına
girdi, ben de mendili toplayıp her zamanki yerine bıraktım. Tabağı ve tahta
kaşıkları bulaşıklığa bıraktıktan sonra merak edip evin üstüne çıktım. Toprak
örtü olduğu için dümdüzdü. Anam buğdayı kaynatmış büyük kazan dolusu ve çıkarıp
çul üstüne sermişti kurusunlar diye. Badem ya da ceviz içiyle pek lezzetli olur
haşlanmış kırmızı buğday. Çok değişik bir lezzeti vardır, benim çok hoşuma
gider. Bir avuç sıcak haşlanmış buğday -biz bulgur deriz- atıp ağzıma
arkasından da bir çiğ badem içi ya da cevizin dörtte birini atıp birlikte
çiğnerdim. Karnım şişerdi çocukken. Bir seferinde Receple birlikte çok
kaçırmışız bulgur ve taze cevizi. Bir sepet ceviz almıştık sırf bulgurla yemek
için. Doyduk dediğimizden sonra yarım saat geçmedi, bir sancı bastırdı bizi.
Her ikimiz de nefes bile alamıyorduk sancıdan. Davul gibiydi karnımız. Anam
kızmıştı bana, kötü örnek olduğum için Recep’e. Ben çok yiyince o da çok
yemişti bana uyarak. Yenilmez mi canım yılda bir defa oluyor bu meret. Başka
zaman yapıldığında bu kadar tatlı olmuyor ki! Anam hemen çaresini bulmuştu
sancının. Birimizi sağ yanına diğerimizi sol yanına yatırdı boylu boyumuzca ve
kendisi de ortamıza oturarak yuvarlamıştı kollarının uzanabildiği kadar bir
ileriye bir geriye. Kolları yorulduğunda bir iki nefeslik ara veriyor tekrar
başlıyordu yuvarlamaya. “amalsız yungularım -toprak damı sıkıştırmak için
silindir yontulmuş taş- benim” diyordu arada bir biz “of” dedikçe. Yarım saati
geçik yuvarladı bizi rahatlamıştık bir kaç defa gaz çıkardıktan sonra.
Kıçlarımıza elinin içiyle vurarak “tamam kalkın yungular” demişti. Tekrar bir
avuç almaya kalktığımda bileğimden yakalayıp “hazmedince” demişti ve ne cevize
ne de bulgura dokundurdu üç dört saat.
Bulgurdan yedim bir kaç avuç. Anama
baktığımda anam dertli gibi görünüyordu oturduğu yerde. Suratı asık kafasının
içinde bir şeyler vardı keyfini kaçıran diye düşünüp “hayrola ana” dedim ona
doğru eğilerek. “Hiç, hiç bir şey yok ama Recep kayıp sabahtan beri hiç
gelmedi” dedi. Recep bulgur ve badem yemeden duramazdı buralarda olsa mutlaka
gelirdi. Bu sefer üç kilo kabuklu badem alınmıştı başkalarından sırf bu bulgurla
yenilsin bu gün diye. “haydi, bak gel oğlum kahve önlerine falan, içim rahat
değil” dedi biraz bulgurdan yedikten sonra. Ellerime birer avuç bulgur alıp bir
avuç da badem içi koyduktan sonra cebime, koşturarak ayrıldım anamın yanından.
Birkaç yer dolaştım koşturmaca. Gördüğüm çocuklar da görmemişti bu gün hiç. Yer
yarıldı içine düşmüştü sanki. Çaresiz döndüm anamın yanına iki saat kadar
dolaştıktan sonra. Ben de merak etmeye başlamıştım. Gene bir şey yaptı bu diye
geçiriyordum aklımdan ama ne olabileceği hakkında bir fikir yürütemiyordum.
Nereye giderdi bu çocuk? Altı yaşına
girmişti daha. Yer bilmez yurt bilmezdi. Yalnız nereye gidebilirdi uzağa? Bahçe
desen bu kadar kalınmazdı orada. Uyuyup kaldıysa bir yerlerde belki de dönerdi
artık ikindi vakti olmuştu çünkü. Bir
sürü şey düşünmeye başlamıştım. Anam da öyleydi. Muştuyu dikiverdi birden
bulamadığımı söyleyince. İyice kederlenmişti bu duruma. “Meraklanma, gelir
birazdan karanlık basmadan, bekleyelim o zamana kadar” dedi beni yanına çağırıp
kısa saçlı başımı okşayarak. Elleri sıcacıktı aynı yüreği gibi. Küt küt
atıyordu yüreği duymuştum başımı okşadığında başımı eğmiştim yüreğine doğru.
Beni üzülmesin diye teselli etmişti anlamıştım bu durumu. Recep’i çok sevdiğimi
biliyordu çünkü.
İkindi geçti, güneş batacak
neredeyse. Hala bizim oğlan yok ortalıkta. Anam evimizin bitişiğindeki teyzeme
seslendi “Abla, abla” diye. Merdiven başına çıkan Teyzeme “şu bulgura arada bir
göz atıver kimse yok, ben gidiyorum” diyerek emanet etti ona. Tavuklar gelmiş
olursa baktığında kovuverecekti yemesinler diye. Mahallede çok tavuk vardı ve
bizim damın üstü arkadan geçen yolla aynı hizadaydı. Düzayaktı yani. “Gel oğlum
inelim aşağıya” dedi telaşlıydı sesi. İndik babamın yanına çömelip baktı
babama, uyuyordu uyandırdı onu. “Recep yok ortalıkta ben Hasan’la aramaya
gideceğim sen yat, keçi gelesiye geliriz” dedi benim kolumdan tutarak aceleyle
indik merdivenlerden.
Koşturur gibi gidiyorduk yolda.
Okulun bahçesine bakacaktık önce. Bahçenin her tarafını dolaştık, okul
binalarının eskisi ve yenisinin etrafını dolaştık kimse yoktu. Bekteş’e bahçeye
gittik sonra uyuyup kalmış mı? Diye. Orada da yoktu. Anam iyice telaşlanmaya
başlamıştı. “Karanlık bastıracak nerede kaldı bu?” diye mırıldanıyordu kendi
kendine nefes nefese yürürken. Ben ona koşturarak yetişiyordum arkasından.
Kahvenin önünden geçiyorduk dönüşte. “Ne oldu çocuklar telaşlısınız, gelin bir
şey mi var?” dedi bir ses arkamızdan. “Yok, amca bir şey yok, Recep yok da?”
dedi anam arkasına bakmadan koşar adım yürürken. Yirmi metre kadar gitmiştik ki
tekrar aynı ses “Sabah deli Hüsem’le birlikte giderlerken gördüm mezarlık
yolunda...” deyince zınk diye çakılıp kaldı anam olduğu yerde ve arkasını dönüp
koşturmaca geldi yanına “Ne zaman gördün Hüsnü abi” dedi ona hızlı hızlı konuşarak.
“Sabah erkenden kuzuları götürmüştüm mezarlığın oralara gütmeye, kuşluk vakti
abin Hüsem sığırlarını gütmeye götürürken senin Recep de yanındaydı birlikte
gittiler alan tarafına gitmişlerdir herhalde.” dedi Hüsnü amca. Adam
nezaketinden deli Hüsem dememişti de abin demişti anama. Doğruydu abisiydi ve
benim de amcam olurdu. Biraz dengesi bozuk, kimseye karışmadığı, kendisine bir
şey sorulduğunda cevaplayan bir kişilik yapısı vardı. Kaba bir görüntüsü var. Hiç
kahveye çıkmaz, büyük kızının düğününde bile odadan çıkmamıştı hiç dışarıya.
Aslında arada sırada tarlalardaki hırsızlığından başka bir zararı yoktu
kimseye. Askerden dönüşünde: Ankara’dan binmiş kara trene ve yanlışlıkla Uşak’ta
inmiş gece karanlığında. Hâlbuki köye yakın yerden geçiyordu kara tren. Yakın dediysem
de iki saatlik yaya yürüyüş mesafesindeydi ineceği yer. Garibim köyden dışarıya
nadir çıkmış nereden bilsin uşağı. Yağlamış tabanları başlamış yürümeye. Yürüdükçe
uzamış yollar. Bir hafta on günde geldiği söylenirdi yayan ta Uşaktan köye. O yüzden
lakabını deli koymuşlar. O zamandan beri de deli Hüsem aşağı deli Hüsem yukarı.
Ölene kadar adı öyle kalır artık. Lakap takılır diye çok özen gösteririm o
kendimi bildi bileli. Daha ne lakaplar var bir bilseniz. Sanki insanların işi
gücü yok da lakap arıyor insanlara.
Köy |
Hemen fırladı anam
çömeldiği yerden ve mezarlık yoluna doğru hızla ilerledik. O taraflara
çalışmaya gidenler dönüyordu, karşılaşıyorduk dönenlerle ve soruyordu anam
onlara “Recep’i gördünüz mü?” diye. İlk gördüklerimiz görmediklerini
söylediler. Alan mevkiinin yoluna düştüğümüzde bağırıyorduk anamla ben avazımız
çıktığı kadar. Belki ayrılmıştır dolaşırken de uyuyup kalmıştır ormanlıklarda
diye. Neredeyse her çamın altına bakarak ilerliyorduk orman içinden. Yoldan
gitmenin anlamı yoktu bu durumda. Gelenlere sorduk. Birkaç kişi “Amcasıyla birlikte
hayvan güdüyorlar alanda” dediklerinde derin bir oh çekti anam, olduğu yere
çömelip dinlendik biraz. Sonra yola çıktık ve yürümeye başladık tekrar hızlı
hızlı. Terlemiş nefes nefese kalmıştık her ikimiz de. Karşımızda gelenler vardı gene. Öküzler
inekler göründü birden. Ancak dikkatli baktığımızda amcamın hayvanlarına benzemiyordu.
Sahibini geçerken, bizim telaşımızdan anlamış olmalı ki “Recep gil geliyor
arkada” dedi. Yüreğimiz ferahlayıverdi o anda, dizbağlarımız çözüldü otura
kaldık bir süre. Daha sonra yoldan kalkıp kenardaki taşların üzerine oturduk
yolun devamını görebileceğiniz yerde.
Bir süre meraklı gözlerle yola baktıktan
sonra göründüler. Deli Hüsem’ in sağ elinde kalın ve uzun bir ağaç var
bastonmuş gibi kullanıyor onu. Her adım atışında onu da adım atar gibi ileriye
atıyordu. Recep de yanında yürüyordu. Gölge gibiydi yanında ufak tefek görünüyordu
olduğumuz yerden. Ben kızıp küfürler ediyordum, döveceğimi söylüyordum anama.
“Hele bir kavuşalım da” diyerek geçiştirdi beni. Yanımıza gelmeleri yıllar gibi
aldı sanki şunun şurasında beş yüz metre kadar düz yoldu. Geçmek bilmedi zaman.
Yanımıza geldiklerinde amcam baktı
şöyle bir “ne işiniz var sizin burada?” der gibi. Çok sakindi hiç bir şey
yokmuşçasına. O düşünmüyordu bizim tedirginliğimizi. Öylesine götürmüştü
çocuğu, hiç düşünmemişti bu çocuk el kadar, merak ederler falan diye.
Kafamızdan bin bir tür karmaşık şeyler geçerken ben el attım Recep’e yanıma
çektim kolundan asılarak. Kızgınlığımla ve anamın üzüntüsüne de çok üzüldüğüm
için kulağından tuttum tam tokat atacaktım ki güm diye bir şey düştü kafama.
Birden ortalık kararıverdi... Kendime geldiğimde mezarlığın yanından geçiyorduk
ve ben anamın sağ koltuk altında yürüyordum. Başımın acıyan yerine dokundum
elime kan bulaşmıştı. Kanama durmuş, elime bulaşan kan pıhtı halindeydi.
Ben Recep’e vurmayayım diye engel
olmak istemiş deli Hüsem amcam. Biz amca derdik anamın kardeşi olmasına rağmen
çünkü babam ve deli Hüsem amcamın babaları kardeşti. Amcalığı oradandı. Aslında
kötü bir niyeti yoktu belki ama ölçüsü kaçmıştı elinin. Elindeki o kalın ağaçla
vurmuştu bana. Ve orada bayılmışım, bir süre ayıltmaya çalışmışlar beni, sonra
da yürüyebileceğime kanaat getirip anam koltuklamış beni yürütmüş mezarlığa
kadar ama ben hiç bir şey hatırlamıyordum ve kendimde değildim. Anlamaya
çalıştık neden gittiğini Recep’in.
Bizim Recep aklı sıra gezmeye gitmiş
mezarlık tarafına. Köyün yakınında ve yeşilliktir, kalın çam ağaçlarıyla
kaplıdır mezar araları. Mezarlığın biraz ilerisinde hüsnü amcanın kuzularını
görmüş, onları sevmeye gitmiş. Sonra da dönerken yılan görmüş. Korkusundan
geriye geçememiş ve kendince bahane uydurup alanı gezip geleyim diye düşünerek
ilerlemiş yolda. Hüsem amcası gelivermiş arkasından onunla birlikte gitmişler.
Dön geriye dediyse de kandırmış onu tarlamıza bakmaya gideceğim haberi var
anamın diye. O da inanmış buna ve yanında götürmüş. Gördüğü yılanı tarif
ettiğinde anladık ki yılan değil yeşilkertenkele görmüş tam yolun ortasında ve
hala orada duruyordur diye korkusundan devam etmiş ileriye doğru koşturarak
uzaklaşmış kertenkeleden. Eve geldiğimizde başım ağrıyordu. Babam bir şey
söylemedik kavga eder diye. “İleride söyleriz” dedi anam ikimize de sıkı sıkı
tembihledi. Babamın yanına çıkar çıkmaz ben çok açım dedi ağlamaya başladı. “Haydi,
geç otur” dedi anam kulağından tutarak mendil sereceği yere götürdü Recep’i.
Yemek getiriverdi, bir de soğan kırdı kuru fasulyenin yanına” bizimki hapur
hupur yiyordu yemeği. Tahta kaşık mekik dokuyordu ağzıyla çanak arasında. Babam
sordu “Neredeydin sen de bu kadar aç kaldın?” dedi. “Deli Hüsem hiç ekmek
vermedi bana, hepsini kendi yedi gözlerimin önünde. Çok canım çekti yerken ama
istedim bana zor yeter dedi” dedi. Anamla benim gözlerimiz fal taşı gibi
açılmıştı duyduklarımıza. Hani tembihlemişti bizi. Çocukluk, yumurtlayıverdi
birden. Anam anlatıverdi sonra babama, biraz daha yumuşatarak durumu. Ama beni
vurduğunu söylememişti. Ne zaman yumurtlayacaktı benim vurulduğumu? Tedirginlik
yaşamaya başladık anamla. Kesin kavga ederdi öğrenirse. Kimselere tiske bile
vurdurmamıştı bu güne kadar çocuklarına ve karısına. Yemeğini yedi hemen
oracıkta kıvrılıp uyudu haylaz. Ocağın yakınıydı ve sıcak olurdu uyuduğu yer.
Anam üstüne bir şeyler örtüverdi, benim kolumdan tutarak dam başına çıktık.
Bulgur tavsamış, bir yere toplayıp üstünü altındaki çulla örttük güzelce. Sabah
gelip açacaktık tekrar. Kuruyuncaya kadar devam edecekti bu durum. Kuruduktan
sonra da çuvallara doldurup değirmende kırdırıp gelecektik. Kışın bulgur aşı
olarak yiyecektik afiyetle sofrada. Bolca lahanalısı çok hoşuma gider benim.
Kaşık kaşık ekmeksiz koca bir tabağı götürürüm her zaman. Bulgur pilavı pek yapmaz
anam, hep de sulu yemeğini yapar bulgurun. Tekrar eve indik anamla. Babam
uyanıktı. Ortalık karardı iyice ve acıkmıştık. Akşam yemeği yenilecek ama ak
kız yoktu bu seferde. Bu gün ne kadar şanslıydık böyle aksiliklerden yana. Bir
Recep, bir keçi! Anam sofrayı attı ocağın önüne. Ateş hiç eksik olmaz bizim
ocaktan evde olduğumuz zaman. Daima bir şeyler kaynar sacayağının üstünde, hiç
bir şey olmasa su kaynar ibrikte ya da ısıtması için yanar. Yavru oğlaklar
melemeye başladılar. Durmadan meliyorlardı, acıkmıştı onlarda bizler gibi.
Sabahtan beri bekliyorlardı analarını. Sabahın köründe emdikleriyle
duruyorlardı. Daha bir şey de yiyemiyorlar. Hepimiz de meraklandık anam
konuştukça. Babam yatıştırmaya çalışıyor, sabredin diyordu her seferinde anam
ve bize. “Keçi bu, aklı mı var sanki akşam sofraya yetişsin, bir yerde
takılmıştır. Sürü geldi mi sordun mu?” dedi anama. “Sormadım, şimdi Hasan’ı
yollarım” dedi sofrayı toplarken. Sofra toplanırken görevi almıştım, kimsenin
bir şey söylemesine gerek yoktu kalkıp gittim çobanın evine ve “bizim keçi
gelmedi” dedim. “Bilmiyorum, hepsi dağıldı. Gelirken de bakmadım hiç” dedi.
Dönüp söyledim dediklerini anam ve babama. İyice meraklanmıştı anam bunun
üzerine. “Kayalardan mı düştü bu keçi niye gelmedi?” Diye sızlanıp durdu ağa
döne oğlakların başında. Onlar çığlık atarcasına ağlaşıyorlardı sanki.
Analarını istiyorlardı süt isteyen insan yavruları gibi. Ayaktaydılar her ikisi
de. Çadırlarının içinde fır dönüyorlardı durmadan. Onlara bakınca yüreğimiz
parçalanıyor başımız dönüyordu. Recep’in kayboluşunda hissettiklerimizi
düşündüm. Hele anam neler hissetmiştir kim bilir benim anladıklarımın dışında.
Bu sefer ana değil yavrular çırpınıyordu hem de minicik minicik. Gece yarısı
oldu ay yükseldi iyice ortalık apaydınlık gündüz gibi. Ben tahtalıkta merdiven
başına oturup bekledim belki gelirken görürüm diye. Eğer köy içinde ayrılmışsa
sürüden, karşılarda dolaşırken görürdüm ya da gören birisi olursa karşılardan
bağırdığında duyardım. Bekledikçe sıkıntım artmaya başladı benimde, çok
üzülmeye başlamıştım ya ölmüşse diye aklıma geldiğinde. Kurt murt yediyse
dağda? Bazen saldırıyorlardı kış
aylarında. Ama daha kış gelmemişti olmazdı gerçi bu zamanlarda. Oturduğum
yerden ayrılmak istemiyordum. Yatsı ezanı okunalı epeyce çok olmuştu. Gece
yarısıydı. Boğuk bir meleme sesi geldi bir anda oturduğum merdivenin dibinde.
İçeriden oğlakların sesi de yıkıyordu ortalığı. Bir anda pat diye yıkılıverdi
bizim ak kız merdiven taşının yanında sol yanının üstüne. Hemen indim aşağıya
başını kaldırdım elimi altına sokarak. Gözleri yumuluydu ama nefes alıp
veriyordu. Birkaç defa da çok kısık bir sesle melemeye çalışmıştı. Dili
sarkıyordu ağzının içinden yan tarafa. Ağzı yumulu olduğu halde yanda uzunca
sarkan dil buruşuk bir et parçası gibiydi. Üzeri olduğu gibi çamur kaplıydı taa
sakal dibine kadar. Sakalları da çamurluydu. Keçi batağa saplanmış gözlerine
kadar. Ramak kalmış boğulmasına. Anama bağırdım yukarıya “Ak kız geldi!” diye.
Bağrışan oğlakları alıp geldi koltuk altlarında. Bıraktı analarının yanına. Aç
olan Gülyüz ve Papatya saldırdılar çamurlu memelerine. Corp corp emdiler
analarının akşama kadar onlar için depoladığı sütünü. Beş dakika kadar sürdü
emmeleri, Ak Kız azıcık oynattı başını ve açtı yorgun ve bitkin gözlerini.
Yavruları da başının yanına geldiler. Konuşmak istediler belki. Anası
yavrularını yaladı, onlarda yaladı analarının çamura batmadan kalan burnunu.
Daha hızlı nefes almaya başladı Ak kız. Kalkmaya uğraştı bir an yapamadı.
Tekrar koydu başını yere. Gözleri açıktı bu sefer. Işıl ışıl parlıyordu ay
ışığında gözü. Ay içindeydi sanki gözünün fener gibi parlıyordu karşımda. Nasıl
kurtulduğunu, ne kadar çabaladığını anlatıyordu bana. Ben de gözlerimi
alamıyordum o tek gözünden. Ellerimle boynunu okşamaya çalışıyordum, çamurları
sıyırdım bir süre ama iyice yapışmıştı sakız gibi çamur. Çıkmıyordu üzerinden.
Kulaklarını, yanağını, boynuzunu okşadım bir süre. Dönüp geldiği için çok
sevindiğimi söyledim ona içimden. Onlar konuşarak değil hissederek içlerinden
anlıyordu beni. Ben öyle inanıyor ve düşünüyordum. Yanında çökelmiş onu
okşayarak kaldım bir süre. Yavruları hoplayıp zıplıyorlardı etrafında. Tekrar
yüklendi kalkmak için ayaklarını toparlayarak. Olmadı. Yardım etmek geldi
aklıma. Tekrar denedi kalkmayı ve o anda ellerimi kaldırdığı gövdesinin altına
sokarak itekledim yukarı doğru. İşte olmuştu, yardımım işe yaramıştı ayaktaydı.
Kuş kadar hafifledim o anda. Hemen ılık su getirdim koşturarak. Tabağı
tutuverdim ağzına. İçti hepsini. Az geldiğini düşünerek tekrar getirip
tutuverdim. Tabağın dibinde az bir su kalınca bıraktı. Boynuzlarının orta
yeriyle tabağı iteledi ve bana yanımdan sürtündü ağıla doğru yürüdü. Ağılın
kapısı açıktı girdi içeriye hemen yattı başını da uzatarak. Kapıyı kapatıp
içimden iyi uyu da sabaha dinlen diye söylendim. Yavruları alıp odamızdaki
çadırlarına çıkarıp, üstümdekileri değiştirerek ben de yattım. Bir ara ay
dedeyi görür gibi oldum gökyüzünde sini gibiydi parlıyordu, her yer aydınlıktı,
gerisini hatırlamıyorum.
Halil GÖNÜL / Aydın
Halil GÖNÜL / Aydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.