Yazmak ve yazılanlar. Yazının türlerinin ilk keşfinden bu
tarafa yazılar olmuştur, kimisi tabletlere, kimisi derilere ve kâğıtlara.
Ağaçlara da yazılmıştır tabii ki. Ancak ağaçlara yazan delicesine âşıklardır,
ağacın canına kast edercesine.
Edebiyat alanındaki yazıların;
özellikle roman yazılarının içerik itibariyle aklıma geliveren ve benim okul
çağlarındaki okuduğum romanları dikkate alarak, yalnızca kendime özgü
değerlendirmemi aktarmak istiyorum.
Cumhuriyetin ilk yıllarından
itibaren yazılan romanlardan köy yaşamını anlatanlar ve o yaşam içindeki
değerlendirmeler zaman zaman yöneticilerin hoşuna gitmemiş ve yasaklanmışlar.
Bir örnek Fakir Baykurt, yurt dışında yaşamış, başkaları da yok mu? Elbet var.
Çok yazar var elbet. Diğerlerinden de okuduklarım kitaplar var ancak Fakir
Baykurt’un kitaplarını daha çok okumuştum kendi yaşamımdan kesitler buluyordum
hem de birebir örtüşüyorlardı.
Zaman geçtikçe geçmişte yasaklanan
yazılar ve kitaplar artık okunabilir durumdalar ve yasaklanmış olmaları çok çok
komik geliyordur belki genç insanlara. Bana göre neden yasaklandıklarına
gelince: o kitaplarda köy yaşamı içinde fakirlikle boğuşan insanlar da artık
çok şeye itiraz ediyorlardı ve itirazları yöneticileri rahatsız ediyor
hoşlarına gitmiyordu, çünkü yöneticiler farklı bakıyordu meselelere; kendi
dedikleri yapılsın itiraz edilmesin isterlerdi, peki günümüzde fark var mı?
Zamanımızda yazın türlerinde artık
köylülük, fakirlik edebiyatı yok yazım alanı ve çeşitliliği artmış durumdadır.
Yeni bir çağdır içinde bulunduğumuz dijital çağ. Cumhuriyet tarihimiz oldukça
hızlı koşturdu kendine göre ancak dünyadaki gelişme çağına göreyse fazla da yol
kat edilemediği görünüyor. Nasıl mı? Anlamakla, okumakla, icatla, yasakla ve
daha birçok alanda ilgili durum dikkate alınırsa kat edecek çok yolumuz olduğu
açıktır.
Çok eski geçmişlere de bakıldığında
kitapların hem de kütüphane dolusunun ortadan kaldırdığı görülmüştür yakılarak.
Aşağıdaki alıntı yazıda önemlilerinden bazıları görülmektedir.
TARİHTE YAKILAN EN BÜYÜK KÜTÜPHANELER!
1) İRAN KÜTAPHANESİ (M.Ö.330) 2) SİBİLLİ YAZITLARI (MÖ.75) 3) İSKENDERİYE KÜTÜPHANESİ (MS.490) 4) BAĞDAT KÜTÜPHANESİ (MS. 600’ler) 5) İSTANBUL KÜTÜPHANESİ (MS.13.YY.) 6) ENDÜLÜS EMEVİ KÜTÜPHANESİ (MS.15.) 7) MAYA VE İNKA EL YAZMALARI (MS.16.YY.) 8) BERLİN KÜTÜPHANESİ ( MS. 1945) İrili ufaklı daha çok vardır. |
Bu
eylemin altında yatan sebep ya da sebepleri düşündük ya da düşünüyor muyuz
acaba? Mutlaka düşünenler var ancak düşünmek yeterli olamamış demek ki ve de
yakılıp yok oluşları engellenememiştir. İnsanlığın ve insanların
gelişmişliğiyle direkt olarak ilgili bence. Okumayan için yazının ne anlamı
olabilir ki kendisine zarar vermekten başka. O yakan ya da yasaklayan idareci
için de zararlı bir şeydir onlar ve kendi istek ve amaçlarına ters düşürüyordur
zavallı toplum ya da toplumları. Dolayısıyla kolay idare edilemeyen bir toplum karşılarına
çıkınca da yapabilecekleri fazla bir şey kalmadığı içinde ahalisini bozan
şeyleri yani günahları ortadan kaldırmayı seçiyorlardır kendilerinin günah
işlediklerinin farkında olmadan. Farkında olmadan diyorum çünkü farkında
olsalar zaten böyle bir eylemde bulunmayacaklarını düşünüyorum.
Okuyup da anlamak: bu iki eylem
aslında birbiriyle içiçe olan ancak sonuç itibariyle de birbirinden bağımsız
çalışan iki olgudur. Okuruz. Okuduğumuzdan bir şeyler çıkarsarız. Kendimize
göre de bir şeyler öğreniriz. Ancak üzerinde durmak istediğim; gerçekten
okuduğumuz yazıda anlatılmak isteneni anlayıp anlamadığımızdır. Şimdi ismini
tam hatırlayamadığım bir yazarımızın söylediği söz aklıma geliverdi okumak ve
anlamakla ilgili “bizim aydınlarımızın en iyi okuduğu şey satır aralarıdır”
gibi bir sözdü. Anladığım: yazıda anlatılmak isteneni değil de, kendi kafasına
uygun olanını anlıyor okuduğunda ve bu durum da satır aralarında gizlidir tabii
ki; Arapça harflerin kıvrımında tılsım olduğu söylendiği gibi.
Evet, yazın hayatında olduğu gibi birçok
alanda da yol kat ettik. Moda, eğlence, dalavere, rüşvet, kayırmaca,
dalkavukluk... Say say bitmez. Aya gidildiğini inanmayan insanlar var hala bu
memlekette ve sözleri de kendi çevrelerinde dinlenenler olarak sayılıyor.
Türkülerimize de baktığımız zaman
aslında çok güzel açıklıyor durumumuzu. Gülüyoruz ağlanacak halimize. Ağıt
türkülerimizle göbek atıyor, oynuyor ve eğleniyoruz. Başka bir kültürde yoktur
eminim böyle bir şey. Birisi ağlamış ağıt yakmış, zaman geçmiş insanlar o ağıtla
eğleniyor. Yoksa farklı mı bakmalı bu duruma. Gülüp geçmek midir acıların
altından kalkabilmek. Eğer böyleyse, o kadar derin acılar yaşamışız ki
ağıtlarımız ortaya çıkmış ve yaşamın bir parçası haline gelmiş dayanılmaz
acılar ve alışmışız dayanılmazlıklara. Bir yolunu bulmaya çalışmışız acılara
çare için. Acıları ortadan kaldıramamış idareciler ve de toplum hicvetmiş
onları başlamışlar acılarıyla göbek atmaya. Nasıl ama!
Hani
bir hikâye vardır ya “deli halk ve delirmeyi kabul eden kral” benim hoşuma gitmişti
okuyunca çocukken. O kralın memleketinde yaşamak istemiştim içimden ama öyle
bir memleket ve kral bulamadım. Hikâye şöyle: memleketin birinde tek bir su
kaynağı varmış ve bütün ahali o kaynağın suyunu kullanır ve içermiş. İçenlerin
delirdiği tespit edilmiş kral ve ailesi bu durumu işin başından beri bilirmiş
onun için de kendilerine başka bir memleketten su getirtirlermiş. Gel zaman git
zaman öyle bir duruma gelmiş ki bu kralın memleketi, herkes delirmiş; tek akılı
kalan kral ve ailesiymiş. Bakmış kral duruma ve artık halkını idare edemez
bulmuş kendini, sürekli halkla çatışıyor, halkın gösterilerine maruz
kalıyormuş. Çok iyi niyetliymiş kral, çok çaba gösteriyormuş onları anlamak ve
dertlerine çare olabilmek için ancak aklı basmıyormuş onların isteklerine. Bir
gün oturmuş düşünmüş taşınmış bir karar almış. Artık kendisi de o kaynağın
suyunu tüketmeye karar vermiş ve getirtmiş o sudan, ailesinin itirazlarına
rağmen içmiş halkıyla anlaşabilmek için. Olanlar olmuş işte o zaman kral da
delirmiş. Bu zamandan sonra kralla halk çok iyi anlaşmaya başlamış ve sorunlar
bitmiş. Gül gibi geçinip gitmişler ömrü boyunca.
Yazmak ve anlatmak, okumak ve
anlamak. Aslında neler geliyor
insanların başına bu basit ve sımsıcak görünen kavramlar yüzünden. Sımsıcak
dedim çünkü bana sıcaktan da öte geliyor. Kendini ve kendinden bir şeyler
koyuyor ortaya bu insanlar. Ne pahasına? Hayatında edindiklerinden başkaları da
yararlansın diye elbet. Sizce?Halil GÖNÜL / Aydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.