Sazan |
EL SALLAYAN SAZAN
Okulların yaz tatiline girdiği ilk haftaydı. Evde yapılacak pek iş görünmüyordu. “Haydi, millet hazırlanın” dedi babam gür sesiyle. Daha neşeliydi bu gün eskilerine göre.
Göle doğru gidecektik hep birlikte çoluk çocuk, mal masat. Gölün kenarında hayvanlar otlayacak, biz de balık tutacaktık babamla. Babamın olta ile balık tutma merakı varmış da bilmiyormuşuz bu güne kadar. Aralarda balık getirirdi de hiç sormazdık “nereden geldi bu balık?” diye. Anam temizler pişirir biz de yerdik hapur hupur, Recep’le birlikte. Genellikle sazan olurdu gelen balıklar.
En çok sevinen Recep’le ikimiz
olmuştuk bu habere. Hemen hazırlandık alel acele. Hazırlanmak dediğim giyinmek
tabii ki. Anam o gün boyunca ihtiyaç duyabileceklerimizi hazırladı kendine
göre. Tülü’ ye yüklendi heybe ve Recep’le ben de sırtına bindirildik. Yuları
bendeydi Tülü’ nün. Aklıma geliverdi anama yaptıkları Recep’in, hemen çevirip
başımı arkaya “diken batırmak yok ha!” dedim kısık sesle Recep’e. Bir tür
tehditti bu ona “anamın neden düştüğünü biliyorum, anladım, aynısını yaparsan
söylerim babama” demekti. Anladı hemen cingöz, anlamaz mı? “tamam, sen eşeğini
sür” dedi bana omuzuma sertçe vurarak eliyle. Gene de emin olamıyordum ama yapacak
fazla bir şey de yoktu sıkı yapışmaktan başka semerin tutamağına.
Yakındı göl, en fazla yarım saat
kadar sürerdi yolculuğumuz. Bu yıl ilk
defa gidiyorduk böyle yere. İşimiz olmayacaktı yapacak. Kafamıza göre
takılacaktık bütün gün. Hem de balık tutacaktık hep birlikte. Yolu yarılamak
üzereydik anam yorulduğunu hissetti. Onun yorgun adımlarını gören babam “durun
çocuklar” dedi arkaya dönerek. Eşeğin yularını eline alıp yolun kenarındaki
yüksek taşın dibine çekti. Semeri taşa göre ortaladı ve durdurdu eşeği. Eşeğin
kıçında olan Recep’i boynuna aktardı Tülü’ nün. Beni de kıçına geçirdikten
sonra “bin” dedi anama. Anam da semerine bindi Tülü’ nün ve yuları verdi anama.
Kendisi önden sığırların arkasından biz de onun arkasından devam ettik göle
kadar. Göl göründü karşıdan. Havanın sıcaklığından dolayı dalga dalga titreyen
ısı dalgaları vardı gölün üzerinde. Tüm gölü kaplıyordu bu dalga. Kalın söğüt
ağacının dibine varınca durup indik eşekten. Heybeyi söğüdün dalına asıp
Tülü’yü de serbest bıraktık, yularını boynuna dolayarak. O da sevinmiş
görünüyordu buraya geldiğine. Bırakır bırakmaz iki adım gitmişti ki bırakıverdi
kendini yere, başladı anamaya. Yuvarlanmak istemişti ama semer engel oluyordu.
Hemen koşup yakaladım kafasındaki yulardan getirdim söğüdün dibine. Semerini ve
yularını çözüp çıkardım, semeri de indirdim sırtından. Belinin ortasında
kızarıklıklar vardı. Daha önceleri fark etmemiştik demek ki. Salıverdim tekrar.
Birkaç adım gittikten sonra kıç atmaya başladı, arka ayaklarıyla tekmeler
savuruyordu hoplayıp zıplarken. Döndü geriye baktı bize doğru anırdı başını
havaya dikerek bir kaç defa. Teşekkür ediyordu kendince bana. Yattı olduğu yere
tekrar başladı anamaya. Yuvarlanıyordu bir o yana bir bu yana. Bir süre devam
etti ağnaması. Sonra da kalkıp otlamaya başladı suyun kenarındaki
yeşilliklerde.
Babam kendisi için hazırladığı
oltayı salladı göle. Biz sallarken görmüştük onu. İğnesinin ucuna ne taktı
dikkat etmemiştik Tülü’ nün oynaşmasına bakarken. Hemen koşturduk yanına merak
ediyorduk. Oltanın şamandırasını gösterdi babam, küçük lastik toptan şamandıra
yapmış “batarsa, ya da oynarsa bana haber verin” dedi ileriye doğru yürümeye
başladı. Recep de ben de pür dikkat şamandıraya bakmaya başladık oturduğumuz
yerden. Anam başımıza dastar sardı güneşten korunmamız için. Şamandıraya o kadar dikkat esiyorduk ki arada
bir başımız dönüyor, su hareket ediyor gibi geliyordu. O durumda başımı
sallıyor dikkatimi dağıtmaya çalışıyordum. Su hareket ederken dünyanın
döndüğünü hissettiğimi düşünmüştüm. Korkmuştum o anda “eğer bu kadar hızlı
dönseydi dünya, silkeleyip atardı bizi üzerinden” diye düşünerek de kendi
kendimi teselli etmekten geri alamadım. Şamandıra arada bir hareket ediyordu
ama uzun sürmüyordu bu hareket. Hafif esen rüzgârın etkisi de olabilirdi bana
göre. Fakat Recep için başka bir heyecandı onun hareketi. Hemen balık geliverdi
sanmıştı da bağırmaya başlamıştı olduğu yerde “geldi geldi” diye havaya
zıplayarak. Bir an göle düşecek diye korkmuş, kolundan tutarak daha geriye
çekmiştim kenardan.
Anam asırlık söğüt ağacının
gölgesine sermiş naylon hasırı, üzerinde bir şeyler hazırlıyordu. Babam da
göründü önümüzdeki çalılıkların arkasında. Dört beş kadar uzun kamış vardı
elinde ve bize doğru geliyordu. Başını çevirmiş şamandıraya bakarak yürüyor
arada önüne bakıyordu. Yanımızdaki yüksek ve düz kayanın üzerine oturdu
yanımızdan geçerek. Balkon gibiydi sanki kayanın düzlüğü. Gölgesi de vardı.
“Hasan anana git de malzeme kutusunu al getir yanıma” dedi. Koşturarak gidip
getirdim hemen. Kaçırmak istemiyordum ilk balığın yakalanmasını. Babam “Size de
hazırlayacağım birer tane olta” demişti. Dünyalar bizim olmuştu Recep’le.
Kamışları temizlemiş babam uçlarına çentik açıp naylonumsu ipler bağlıyordu.
“Çok sağlam şeymiş bu ipler” dedim elimde iki yana asılarak. “dur, dur oğlum
elini kestireceksin!” demişti birden ses tonunu yükselterek. Bırakıvermiştim
hemen ipi yere nasıl keseceğini düşünememiştim o anda. Benim olta hazırdı işte.
Uzatıyordu babam bana doğru. Sanki sihirliydi benim oltam, çok balık
yakalayacağımı hissediyordum. Yanıma
geldi babam, nasıl fırlatacağımı gösterdi kendisi ve benim denememi istedi.
Yaptım ama başarılı olamadım ilkinde derken bir kaç denemeden sonra başarmıştım
fırlatmayı. Şamandıranın yüksekliği bir metreden kısaydı. Suya ancak o kadar
dalacaktı. Göl derin görünüyordu hâlbuki. Aklım ermemişti bu duruma. Olsun ben
devam edeyim diye düşünüp fırlatmıştım oltayı. Yem olarak babamın akşamdan
hazırlamış olduğu yumurtalı hamur takıyorduk iğnenin ucuna. Çok severmiş
balıklar yumurtalı ekmeği, öyle söyledi babam. Recep’in oltası da hazırdı tam
boyuna göre. Onun oltası daha küçüktü rahat kaldırıp fırlatabilmesi için.
Kamışlar yaş olduğu için biraz ağırdılar. Ona da öğretti babam nasıl
fırlatacağını ve “ayrılın birbirinizden ve çok dikkat edin fırlatırken” dedi
ikimizin de gözlerinin içine bakarak. “Hasan sen biraz daha ileriye git” dedi
eliyle beş altı adım ileriyi göstererek. Alıp oltamı ilerledim ve tekrar
fırlattım. Elimde tutarak oturdum taşın üstüne. İnsanlar hazırlamıştı bütün
oturulacak taşları geldiklerinde. Çok gelen olurmuş buraya balık tutmak için
hafta sonlarında. Bu gün hafta sonu olmadığı için çok şanslıydık demek ki, çok
fazla balıkçı yoktu. Olanlar da karşımızdaydılar bizden oldukça uzakta. Gölün
etrafında başka köyler vardı iki tane. O köylerden insanlarda gelmişti karşıya.
Bağrışarak konuşmaları duyuluyordu. Kayıklar da vardı kıyılarda. Birkaç tane de
gölün ortalarındaydı. Recep bağırmaya başladı birden “şamandıra kayboldu, şamandıra
kayboldu” diyordu zıplarken. Şamandıra diyemedi heyecandan. Babam koşturup
geldi yanına. Recep heyecandan unutmuştu oltayı yakalamayı. Olta hareket
ediyordu suyun içine doğru kıyıdan. Tam suyun içine girmek üzereyken atılıp
yakaladı babam kamışın ucundan ve yavaşça kaldırmaya başladı. Kamışın ince ucu
eğiliyordu suya doğru. Recep durmadan bağırıyordu “tuttum, tuttum” diye. İki
ayağı da kesiliyordu yerden hoplarken. Ben de heyecanlandım onun o halini
görünce. Babam bütün dikkatini oltanın ucuna vermişti, bizi duyduğu yoktu o
anda. Çok ustalık gerektiriyor demek ki diye geçirdim babamı seyrederken.
Dikkatim babamdaydı o an kendi oltamı unutmuştum bir anda. Recep yanaşmaya
başladı babam doğru oltanın bir yerinden tutmak için. Kollarının arasına aldı
onu ve tutturdu oltadan birlikte yavaş yavaş çekiyorlardı. Babamın nefes alışı
yoktu sanki. Görünmeye başladı balık elden büyüktü. Pulları parlıyor bazen ve
hemen batıyordu tekrar suya. İlk defa konuştu babam “aferin Recep büyük balık
yakaladın” dedi. Çenesinin altıyla, kolları arasındaki Recep’in başına
sürterek. Balığı birden çekerse kurtulabilirmiş balık. Yavaş yavaş yorarak
çekmekmiş marifet olan. Yorulduğu zaman çekildiğinde gelirmiş, aksi halde
kurtulmaya çalışırmış, gerekirse koparırmış ipi ya da yırtılırmış iğnenin
takıldığı yer. On on beş dakika kadar uğraştı babam balıkla bir ileri bir geri
gidip geliyordu balık, gözlerimizin önünde. Recep’in oltasını boyu iki metre
yoktu bile. Babam suyun içine dalmıştı kasığına kadar balık çektikçe arkasından
gitmişti. Bir an korkmuştuk derinse batar diye. Hâlbuki babam adımını atmazdan
önce yokluyormuş suyun derinliğini sonra basıyormuş. Sonradan fark ettik
durumu. Tamamen kenara geliyordu artık balık. Su yarısındaydı gövdesinin.
Ağzını açıp açıp kapatıyordu durmadan. Hava alıyor diye düşünüyordum o halini
seyrederken. Bir taraftan da acı çektiğini, korktuğundan öyle yaptığını
düşünmeye başlamıştım. Babam eğildi yakaladı elleriyle. Önce kayıp kurtuldu
ellerinin arasından. Çevik hareketiyle tekrar yakaladı babam onu. İğneyi yavaş
ve dikkatli çıkarmaya çalışıyordu ağzının kenarından. Bir kilo kadardı
büyüklüğü belki de biraz fazla. Recep’i görmeliydiniz o anda. Balığı kucağına
verdi babam önce ve kaydırdı kucağından. Yere düşmeden yakaladı babam düşerken.
Recep seviyordu balığı ellerini sırtına sürterek. Pulları kaygandı. Tersine
sürterken takılıyordu eli. Yüzündeki ifade kestirebildiğim bir ifade değildi o
anki durumunda. Kılıktan kılığa giriyordu yüzü, mimikleri sevinçle keder
arasında gelip gidiyordu sanki. Babam nasıl tutacağını gösterdi ve o şekilde
tutarak su dolu olan kovaya bıraktı balığı. Suyu tam doldurmamıştı kovaya
babam, balık çıkar diye.
Recep yemini takıp tekrar attı
oltasını. Şimdilik şampiyon oydu. Birden büyüyüvermişti oltasında balık
yakalanınca. Hevesle attı tekrar. Bu sefer babamın tembihi üzerine taş koydu
ağırlık yapsın diye kamışın dibine. Kamışı yasladığı büyükçe taşın üzerine
yaslamış, dip kısmının üzerine de taşı yerleştirmişti. Böylece tekrar
yakalandığında çekip götüremeyecekti balık oltayı.
Benim oltada pek hareket yoktu bir
süredir. Belki yemi yemişlerdir diye düşünüp kaldırdım oltayı. Doğruydu yem
gitmiş, tekrar taktım yemden nohut kadar yuvarlayarak. İğne yemin içinde
kalmalıymış dediğine göre babamın. “sazan gibi derler ama akıllıdır sazanlar,
hemen anlarlar iğneyi ağzına ilk aldıklarında ve püskürtürler olduğu gibi
yutmadan, eğer metal olmadığını düşünürlerse o zaman yutar bu meretler” demişti
babam yemin nasıl takılacağını gösterirken. Kendimi sazan yerine koymuş hayal
etmiştim. Yemi almıştım ağzıma şöyle bir dolandırıp ağzımın içinde, sonra karar
vermiştim yutup yutmamaya. Gülümsemiştim sonra da kendi kendime sazan olduğum
için. Sazan gibi düşünmeye çalıştığım için. Demek ki ben yemi doğru takamamıştım
diye düşündüm. Şamandıra oynamaya başladı gene, gözlerimi hiç kırpmadan
bakıyorum. “İşte işte batıyor, hoop çıktı tekrar.” bir süre daha baktım. Bu
sefer biraz çekildi gibiydi sanki ben mi yanılıyordum yoksa gözlerim mi
dalmıştı uzun süredir aynı noktaya dikkatlice baktığım için. Oltamın üstündeki
taşı kaldırıp tuttum ellerimle ve hafif kaldırınca bir ağırlık hissettim birden
ve heyecanla daha hızlı kaldırdım yukarıya. “Evet, yaşasın ben de yakaladım!”
diye sevinç narası atmaya başladım. Çok heyecanlıydım elim ayağım birbirine
dolaşıyor ne yapacağımı kestiremiyordum. Babam ve recep bakıyorlardı karşıdan.
Ağızları oynuyordu durmadan ama ben onların ne dediğini duymuyor ve
anlamıyordum. Gözlerim oltanın ucunda belli belirsiz fark edilen balığın
hareketi ve oltanın ucunun suya doğru eğilişi arasında gelip gidiyordum. Biraz
önce babamı seyretmiştim hâlbuki niye yapmıyordum onun gibi? Önce sakin
olmalıydım ve her şeyi düşünerek yapmalıydım. Balığı kaçırırsam çok
üzülecektim. Nefes alıp verdim bir kaç defa. Bir an babam yanıma gelmek ister
gibi oldu sanki sonra tekrar oturdu yerine.
Sazan |
Suyun içine girmeye korkuyordum,
girmeyecektim. Balçık vardı ayağım kayar mayardı ve cumburlop düşerdim suyun
içine. Çekebildiğim kadar geriye çektim ve bir adım geriye çıktım. Otuz kırk
santim ancak getirebilmiştim balığı kıyıya doğru. İnatçıydı balık hem de
recepten daha fazla inatçı durmadan ileriye çekmeye gayret ediyordu beni. Gücü
yetmeyecekti buna yenecektim onu mutlaka. Karakucak güreşiyordum gerçi ama o da
benden pek fazla idmanlı değildi bu güreş için. Anası babası nasıl
kurtulacağını öğretmemiş herhalde. Bütün çektiğimi bıraktıktan sonra bir o
kadar daha bırakmak zorunda kaldım. Ta ucundan tutabiliyordum artık kamışın ve
kollarımı uzatmıştım bütün gerginliğiyle ileriye doğru. Ayaklarımın bileklerine
kadar battığını hissettim bir anda kendimi tutamıyordum, kaygandı vıcık vıcık
bastığım yer. Ayağımın birini geriye çekip bastım. Bir ayağım suyun içinde
diğeri kuru yerdeydi kenarda ama ayaklarım kayıyordu kara lastik
ayakkabılarımın içinde. Bir an çıkarmayı düşündüm onları ama sonradan
vazgeçtim, diken ya da cam kırığı olabilirdi veya keskin bir şeyler atılmıştır
diye. Güneş tepemize doğru çıkmaya başlamış ve sudaki yansıması balığı görmemi
kolaylaştırıyordu bir iki metre derinlikte. İpin uzunluğu üç metre kadar vardı.
Kamışın uzunluğu da bir o kadar olunca altı metre civarında bir uzunluk oluyordu
toplamı. Aklım sıra yeni taktikler deniyor balığı kazasız belasız kıyıya
çekmeye çalışıyordum. Ne bir ses duyuyordum çevremden ne de bir şey görüyordum
oltanın ucu ve suyun içinde kıpırdayan balıktan başka. Dünya bu kadarcıktı
benim için, başka hiç bir şey ilgilendirmiyordu beni. Kendimi tamamen sudan
çıkarmaya çalıştım oltayı da çekerek evet geldi biraz daha, kendim olduğum gibi
kuru yerdeydim işte, ne fayda kuru yerde olsam da ayakkabıların içi su ve
balçık dolu olduğu için değişen bir şey yoktu. Dengemi zor tutuyordum,
ayaklarımın ayakkabı içinde kaymasından. Biraz daha biraz daha derken en fazla
yarım metre kadar daha çıktım geriye. İleri geri oynuyordu balık benimle. Bir
an kızdım birden çekip kaldırayım istedim fakat babamın dedikleri aklıma geliverince,
hele “yırtılır ağzı” ifadesi çınlayıverdi bir anda kulaklarımda hoparlör sesi
gibiydi. İşte o an sinirim yatıştı kendi ağzım yırtılmış gibi cız etti içimde
bir şey. Sakince çekmeye başladım tekrar. Balık yüzeye çıkıyor tam seviniyorum
kaldırayım oltamı ve birden çekivereyim havadan, düşsün toprağın üstüne diye,
sanki benimle alay eder gibi kuyruğunu sallayıp “hoşça kal acemi” dermiş gibi
dalıyordu tekrar. Sürekli deniyordu aynı numarayı. “Görürsün sen!” dedim. Daha
yavaş ama sık sık az da olsa çektim kamışı kendime doğru ve her çekişimdeki
mesafeyi korumaya çalıştım. Kazandığım her mevziiyi koruyordum, ancak böyle
kazanırdım bu savaşı. Başarılı oluyordum da. Bir metre kadar çekildim geriye.
Ayaklarımın kayması da dert değildi artık hatta hissetmez bile olmuştum. O da
ne? Balık dikildi yukarıya doğru geliyor suyun yüzeyine. Onunla birlikte ben de
yükseliyordum sanki başım yukarıya doğru kalkıyor derken güneş kamaştırdı
gözlerimi. Birkaç saniye kadar ne balığı görebildim ne de herhangi bir şey
simsiyah oluverdi bir anda her yer. Ovuşturdum sağ elimle gözlerimi şap diye
bir ses duydum o an ve yükselen balık dalmıştı tekrar suya. Gafil avlanmıştım.
Balık resmen dalga mı geçiyordu yoksa benimle oyun mu oynuyordu? Hiç zorlamadım
öylece sımsıkı tuttum kamışın yarım metre kadar ilerisinden. Her ihtimale karşı
tedbirdi bu ileriden tutma durumu. Gidecek olursa elimi kamışın geri ucuna
doğru kaydıracaktım tekrar.
Bir metre kadar yakınıma çekmiştim
balığı ve artık tamam bu iş demek üzereydim ki o anda başka balıklarda
görünmeye başladı berrak suda. Yakalanmış olan balığın etrafında dönmeye
başlamıştı irili ufaklı balıklar. Şaşırıp kalmıştım bir anda. Yardıma mı
gelmişti akrabaları yoksa? Bazıları vuruşlarıyla titretiyordu kamışın ucunu.
Bir anda kalabalıklaşmalarını nasıl değerlendirmeliydim o anda bilemedim.
Hiçbir şey de düşünemedim. Daha balık yakalandığında format atmıştım beynime
sanki boşalmıştı ne varsa. Pelte yığınından başka bir şey değildi kafatasımın
içindeki. Nöron möron yoktu artık. Öylece top gibiydi bedenimin üstündeki.
Etrafıma bakındım birden sanki yardım istemek geçmişti içimden ama
yedirememiştim kendime. “ha gayret” dedim kendime ve balığa bakmaya başladım
tekrar. Kamışı tekrar çektim yirmi santim kadar geriye oturdum seyretmek için
bir süre daha. Balık sakin duruyordu suyun bir metre kadar dibinde, net
görüyordum artık hareketlerini kuyruğunun. Diğerlerine bir şeyler anlatıyor
gibiydi. Hatalarından çıkardığı dersleri mi anlatıveriyordu acaba akrabalarına?
Ya da yapacak bir şey kalmadı siz kendinizi kurtarın, uzaklaşın buradan.
Düşmanlar var mı demişti. Diğer balıkların dağılmaya başladığını görmeye
başladım. Büyüğün biri açıldı biraz gözden kayboldu sonra tekrar görüntüye
girdi yakalanmış balığa dönüktü yönü ve kayboldu gitti sonra da. Diğerleri çok
yavaş hareket ettiler kısa bir süre. Belki de karar verememişlerdi yapmak
istedikleri konusunda. Yapayalnız kaldı bizim balık sonunda. Pes ettim der
gibiydi görünen haliyle. Kaldırmaya başladım yavaş yavaş ve o da gelmeye
başladı hiç zorlamadan. “Söz, canını yakmayacağım iğneyi çıkarırken” dedim
kafasını suyun üstüne çıkardığı zaman. Ağzını açmıştı o anda. Çekiverdim
heyecanla toprağa doğru ve kıyının yarım metre kadar gerisine düştü balık.
Recep’in yakaladığı kadar vardı o da. Kuyruğunu kıvırıp destek alıyordu
topraktan hoplamaya çalışıyordu durmadan. Yavaşça yakalamaya çalıştım ama
elimden kayıyordu durmadan. Bir türlü yakalayamıyordum. Babam yetişti imdadıma
ve yakaladı solungaçlarından iğneyi çıkarıverdi yavaşça. Damağına doğru
saplanmıştı iğne. Yıkadı suda üzerindeki toprak bulaşıklığını ve bıraktı
kovanın içine.
Ben kendimle uğraşmaktan
diğerlerinin ne yaptığını görmemişim hiç. Bu arada da güneş tepemize çıkmış
durumdaydı. Terlemişim yeni fark ettim. Kovanın içinde küçüklü büyüklü başka
balıklarda vardı. Babam Recep ve anam da yakalamıştı demek ki. Anamın oraya
gelişini fark etmediğime çok şaşırmıştım ilk olta elinde gördüğüm zaman. Anamın
da ilk çıkışıymış balığa. “Yavru balıklar sevdi ananızı” dedi babam
gülümseyerek anama. Küçüklerin hepsini de o yakalamış. Sekiz on kadar vardı.
Babam bir tane yakalamış oldukça iriydi ama bizimle yarışamazdı tabii ki.
Recep kovanın başına çömelmiş elleri
dizlerinin üstünde onları seyrediyordu. “Abi benimki daha büyük, hepsinden
büyük” diyerek gülmeye başlamıştı kıs kıs. Dalga geçiyordu ama neden
anlayamadım. “Ne oldu da kıs kısladın gene?” dedim terli suratımı büzüştürerek.
“Sen balığı çekemedikçe eşek de anırdı durmadan bu tarafa baktı durdu. Yardıma
gelecek gibiydi. İyi ki çekebildin de o da kurtuldu gelmekten” dedi. Ben hiç
duymamıştım Tülü’ nün sesini. Anlamıştım meseleyi. Demek ki babam falan
konuşmuşlar kendi aralarında şakalaşmışlar bir süre. “Haydi, çocuklar ağacın
dibine” dedi babam bizi anamla birlikte gönderdi. Öğle yemeği zamanıydı.
Yemeğimiz de belliydi bu gün. Izgara balık, ya da çubukta kebap olacaktı
balıklardan büyükleri. Suyun kenarında temizleyip getirdi babam büyük
balıkları. Üç taneydi, yeterdi bize bu öğün. Anam yanımıza gelmezden önce ateşi
hazırlamış zaten, közlenmişti ocak.
Ocağın etrafında yumruk kadar veya biraz daha büyük düzgün yassı taşlar
vardı. Ateşten çıtlak kaymasın diye düşünülmüştü onlar ve örü gibiydiler çepeçevre
ateşin etrafında. Babam balıkları, hazırlamış olduğu ağaç çubuklara taktı ve
ocak boyunca uzattı karşıdan karşıya. Sanki kuzu çeviriyordu. Biz de
seyrediyorduk onun yaptığı her şeyi. İlkti böyle bir şey hayatımızda. Bolca
kuru soğan ve domates doğradı anam büyükçe bir tabağa. Yeşilbiberler koydu
etrafına domateslerin. Babam çeviriyordu sık sık balıkları. Renkleri
değişivermişti hemen kor gibi közlerin üzerine konulunca. İçim cızladı onların
yerine kendimi koyunca ama kimseye bir şey diyemedim o anda. Herkes yakalayıp
pişiriyordu. Biz de yaptıysak ne olmuş sanki? Çok mu yapıyorduk şunun şurasında
daha ilk kezdi böyle yaptığımız. Belki bundan sonra yapmayız böyle. Köye
gelirdi arada sırada balıkçılar, yakaladıklarını satmaya onlardan alabilirdik.
Böylece bizden giderdi günah. Nasılsa başkaları yakalamıştı, bize neydi! Bir
süre gelip gitti düşüncelerim balıkları seyrederken. Eti lezzetli olacaktı
belli ki. Birini kaldırıp koydu sofranın ortasındaki tepsiye babam. Çubuğu
çekti sonrada elini üfleyerek. Anam Recep’e gösteriveriyordu kılçıklarını.
Kılçıkları büyüklü küçüklüydü. Bazıları çok inceydi ve çatal çataldı. Ağzıma attığım ilk lokmanın lezzeti
bambaşkaydı sanki. Hayatımda yediğim balıklar bu kadar lezzetli değilmiş sanki.
Ben de dikkat ediyordum kılçıklara. Yedikçe yiyesim geldi. Acıkmışız iyice.
Sevinçten erken kalktığım aklıma geldi kahvaltıdan. Acıkmamın sebebi buydu. Tam
doymadan kalkmıştım kahvaltıdan. Recep de ağzını doldura doldura yiyordu
balıktan. Eşek anırmaya başladı ilerimizde. Gülüştük beraber “Buyur sende Tülü
paşam” dedi babam eliyle gel işareti yaparak Tülü’ ye. Arkasından Gülnaz ve
Gülfidan böğürmeye başladılar. Ortalık tam şenlendi o anda. “Bu gün herkesin
keyfi yerinde anlaşılan” dedi elinde tuttuğu büyükçe balıketi parçasını attı
ağzına hafif başını yukarıya kaldırıp ağzını açarak. “Ulan arada akıl edin
böyle şeyleri, biz gibi eşek gelip eşek gitmeyin” dedi anama süzgün gözlerle
bakarak. Anam da bakıyordu ona ama hayatından fazla şikâyeti yok gibiydi. Şikâyet
etse neye yarardı sanki. Kabullenmişti o durumları. Gidiyordu işte ve gidecekti
böyle gidebildiği yere kadar. En sonu mezarlıktı yolun.
Babam hakem oldu Recep’le aramızda.
Onun balık mı büyük ve tatlı, benimkisi miydi mesele? Bir türlü ikimiz
uzlaşamamıştık çocukluk işte. Babam “İkisi de eşit ve ikisi de çok tatlıydı”
dedi ağzında dilini damağına vurarak tabanca sesi gibi ses çıkarmıştı. Biz de
gülmüştük onun yaptığına. Ondan sonra tartışmadık bir daha. Hiç birimizi
kırmamış oldu böylece. Yemekten sonra
bir ağırlık bastı söğüdün gölgesinde hepimizi. Babam uzandı olduğu yere. Ben ve
recep de uzandık. Anam kaldı gene nöbette. Hem hayvanları gözetleyecek hem de çay
yapacaktı biraz sonra ve çayı demlediğinde bizi uyandıracaktı. Gönül
rahatlığıyla daldık derin uykulara.
Balıklar kanat çırpıp el sallıyorlardı bir sürüydü tepemde uçuyorlardı.
Elleri de vardı. Ellerinin içinden güneş görünüyordu, şeffaftılar. Bazen bana
gölge ediveriyordu elleriyle büyükçe bir balık.
Kendi suratımda hissettiğim bir tokatla uyanıverdim telaş içinde. Sinek
ısırmış yanağımı ve can havliyle vurmuştum şamarı kendime bağırarak “of” diye.
Herkes uyanmış oldu sesimden. Herkes anlamaya çalışıyordu ne olduğunu ama
suratımda yapışmış olan sinek ölüsünü gördüklerinde gülmeye başladı hepsi
birden. Şaşırma sırası bendeydi bu sefer. Neden gülüyordu hepsi birden bana
bakıp bakıp. Ayna yoktu ki bakayım suratıma. Elimi sürtmek geldi suratıma, o
anda Recep aldı sineği gösterdi bana. “Uykuda bile iyi nişan alıyorsun, iyi
avcı olursun sen” dedi bana. Anam doldurdu çayları bir taraftan biz uğraşırken.
Yıllar geçtikten sonra bile
düşünüyorum o günleri. Her şey ne kadar tatlıydı. Yok, yoksulluk diz boyuydu
ama insanlarda hayvanlarda daha mutlu ve huzurluydu bu günlere göre. Belki de
fazla bir şey bilmiyorduk, körlük vardı ondan, ya da ne bileyim! Sizlerin de
aklından geçiyordur mutlaka eskiler. Hele yaşınız ileriyse benimki gibi. Anılar
gülümsetiyor insanı bu yaşlarda. Yaşanacak fazla bir şey kalmadığını mı
düşünüyoruz acaba sık sık? Tükenmişliğimizi mi hissediyoruz içten içe? Bazen
isyanlar kabarıveriyor içimde. Kime, neye isyan edeceksem sanki. Kendi kendime
gelin güveyi oluyorum işte bazı bazı. Hani derler ya “Kendi başını düzemeyen,
gelin başı düzmeye gidermiş” diye; benimki de öyle bir şey işte.
12.12.2016
Halil GÖNÜL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.