SAYFALAR

Salı, Aralık 13, 2016

EL SALLAYAN SAZAN

balık,zaman, göl, akan, olya, su,
Sazan

               EL SALLAYAN SAZAN

Okulların yaz tatiline girdiği ilk haftaydı. Evde yapılacak pek iş görünmüyordu. “Haydi, millet hazırlanın” dedi babam gür sesiyle. Daha neşeliydi bu gün eskilerine göre. 


           Göle doğru gidecektik hep birlikte çoluk çocuk, mal masat. Gölün kenarında hayvanlar otlayacak, biz de balık tutacaktık babamla. Babamın olta ile balık tutma merakı varmış da bilmiyormuşuz bu güne kadar. Aralarda balık getirirdi de hiç sormazdık “nereden geldi bu balık?” diye. Anam temizler pişirir biz de yerdik hapur hupur, Recep’le birlikte. Genellikle sazan olurdu gelen balıklar.

            En çok sevinen Recep’le ikimiz olmuştuk bu habere. Hemen hazırlandık alel acele. Hazırlanmak dediğim giyinmek tabii ki. Anam o gün boyunca ihtiyaç duyabileceklerimizi hazırladı kendine göre. Tülü’ ye yüklendi heybe ve Recep’le ben de sırtına bindirildik. Yuları bendeydi Tülü’ nün. Aklıma geliverdi anama yaptıkları Recep’in, hemen çevirip başımı arkaya “diken batırmak yok ha!” dedim kısık sesle Recep’e. Bir tür tehditti bu ona “anamın neden düştüğünü biliyorum, anladım, aynısını yaparsan söylerim babama” demekti. Anladı hemen cingöz, anlamaz mı? “tamam, sen eşeğini sür” dedi bana omuzuma sertçe vurarak eliyle. Gene de emin olamıyordum ama yapacak fazla bir şey de yoktu sıkı yapışmaktan başka semerin tutamağına.
            Yakındı göl, en fazla yarım saat kadar sürerdi yolculuğumuz.  Bu yıl ilk defa gidiyorduk böyle yere. İşimiz olmayacaktı yapacak. Kafamıza göre takılacaktık bütün gün. Hem de balık tutacaktık hep birlikte. Yolu yarılamak üzereydik anam yorulduğunu hissetti. Onun yorgun adımlarını gören babam “durun çocuklar” dedi arkaya dönerek. Eşeğin yularını eline alıp yolun kenarındaki yüksek taşın dibine çekti. Semeri taşa göre ortaladı ve durdurdu eşeği. Eşeğin kıçında olan Recep’i boynuna aktardı Tülü’ nün. Beni de kıçına geçirdikten sonra “bin” dedi anama. Anam da semerine bindi Tülü’ nün ve yuları verdi anama. Kendisi önden sığırların arkasından biz de onun arkasından devam ettik göle kadar. Göl göründü karşıdan. Havanın sıcaklığından dolayı dalga dalga titreyen ısı dalgaları vardı gölün üzerinde. Tüm gölü kaplıyordu bu dalga. Kalın söğüt ağacının dibine varınca durup indik eşekten. Heybeyi söğüdün dalına asıp Tülü’yü de serbest bıraktık, yularını boynuna dolayarak. O da sevinmiş görünüyordu buraya geldiğine. Bırakır bırakmaz iki adım gitmişti ki bırakıverdi kendini yere, başladı anamaya. Yuvarlanmak istemişti ama semer engel oluyordu. Hemen koşup yakaladım kafasındaki yulardan getirdim söğüdün dibine. Semerini ve yularını çözüp çıkardım, semeri de indirdim sırtından. Belinin ortasında kızarıklıklar vardı. Daha önceleri fark etmemiştik demek ki. Salıverdim tekrar. Birkaç adım gittikten sonra kıç atmaya başladı, arka ayaklarıyla tekmeler savuruyordu hoplayıp zıplarken. Döndü geriye baktı bize doğru anırdı başını havaya dikerek bir kaç defa. Teşekkür ediyordu kendince bana. Yattı olduğu yere tekrar başladı anamaya. Yuvarlanıyordu bir o yana bir bu yana. Bir süre devam etti ağnaması. Sonra da kalkıp otlamaya başladı suyun kenarındaki yeşilliklerde.
            Babam kendisi için hazırladığı oltayı salladı göle. Biz sallarken görmüştük onu. İğnesinin ucuna ne taktı dikkat etmemiştik Tülü’ nün oynaşmasına bakarken. Hemen koşturduk yanına merak ediyorduk. Oltanın şamandırasını gösterdi babam, küçük lastik toptan şamandıra yapmış “batarsa, ya da oynarsa bana haber verin” dedi ileriye doğru yürümeye başladı. Recep de ben de pür dikkat şamandıraya bakmaya başladık oturduğumuz yerden. Anam başımıza dastar sardı güneşten korunmamız için.  Şamandıraya o kadar dikkat esiyorduk ki arada bir başımız dönüyor, su hareket ediyor gibi geliyordu. O durumda başımı sallıyor dikkatimi dağıtmaya çalışıyordum. Su hareket ederken dünyanın döndüğünü hissettiğimi düşünmüştüm. Korkmuştum o anda “eğer bu kadar hızlı dönseydi dünya, silkeleyip atardı bizi üzerinden” diye düşünerek de kendi kendimi teselli etmekten geri alamadım. Şamandıra arada bir hareket ediyordu ama uzun sürmüyordu bu hareket. Hafif esen rüzgârın etkisi de olabilirdi bana göre. Fakat Recep için başka bir heyecandı onun hareketi. Hemen balık geliverdi sanmıştı da bağırmaya başlamıştı olduğu yerde “geldi geldi” diye havaya zıplayarak. Bir an göle düşecek diye korkmuş, kolundan tutarak daha geriye çekmiştim kenardan.
            Anam asırlık söğüt ağacının gölgesine sermiş naylon hasırı, üzerinde bir şeyler hazırlıyordu. Babam da göründü önümüzdeki çalılıkların arkasında. Dört beş kadar uzun kamış vardı elinde ve bize doğru geliyordu. Başını çevirmiş şamandıraya bakarak yürüyor arada önüne bakıyordu. Yanımızdaki yüksek ve düz kayanın üzerine oturdu yanımızdan geçerek. Balkon gibiydi sanki kayanın düzlüğü. Gölgesi de vardı. “Hasan anana git de malzeme kutusunu al getir yanıma” dedi. Koşturarak gidip getirdim hemen. Kaçırmak istemiyordum ilk balığın yakalanmasını. Babam “Size de hazırlayacağım birer tane olta” demişti. Dünyalar bizim olmuştu Recep’le. Kamışları temizlemiş babam uçlarına çentik açıp naylonumsu ipler bağlıyordu. “Çok sağlam şeymiş bu ipler” dedim elimde iki yana asılarak. “dur, dur oğlum elini kestireceksin!” demişti birden ses tonunu yükselterek. Bırakıvermiştim hemen ipi yere nasıl keseceğini düşünememiştim o anda. Benim olta hazırdı işte. Uzatıyordu babam bana doğru. Sanki sihirliydi benim oltam, çok balık yakalayacağımı hissediyordum.  Yanıma geldi babam, nasıl fırlatacağımı gösterdi kendisi ve benim denememi istedi. Yaptım ama başarılı olamadım ilkinde derken bir kaç denemeden sonra başarmıştım fırlatmayı. Şamandıranın yüksekliği bir metreden kısaydı. Suya ancak o kadar dalacaktı. Göl derin görünüyordu hâlbuki. Aklım ermemişti bu duruma. Olsun ben devam edeyim diye düşünüp fırlatmıştım oltayı. Yem olarak babamın akşamdan hazırlamış olduğu yumurtalı hamur takıyorduk iğnenin ucuna. Çok severmiş balıklar yumurtalı ekmeği, öyle söyledi babam. Recep’in oltası da hazırdı tam boyuna göre. Onun oltası daha küçüktü rahat kaldırıp fırlatabilmesi için. Kamışlar yaş olduğu için biraz ağırdılar. Ona da öğretti babam nasıl fırlatacağını ve “ayrılın birbirinizden ve çok dikkat edin fırlatırken” dedi ikimizin de gözlerinin içine bakarak. “Hasan sen biraz daha ileriye git” dedi eliyle beş altı adım ileriyi göstererek. Alıp oltamı ilerledim ve tekrar fırlattım. Elimde tutarak oturdum taşın üstüne. İnsanlar hazırlamıştı bütün oturulacak taşları geldiklerinde. Çok gelen olurmuş buraya balık tutmak için hafta sonlarında. Bu gün hafta sonu olmadığı için çok şanslıydık demek ki, çok fazla balıkçı yoktu. Olanlar da karşımızdaydılar bizden oldukça uzakta. Gölün etrafında başka köyler vardı iki tane. O köylerden insanlarda gelmişti karşıya. Bağrışarak konuşmaları duyuluyordu. Kayıklar da vardı kıyılarda. Birkaç tane de gölün ortalarındaydı. Recep bağırmaya başladı birden “şamandıra kayboldu, şamandıra kayboldu” diyordu zıplarken. Şamandıra diyemedi heyecandan. Babam koşturup geldi yanına. Recep heyecandan unutmuştu oltayı yakalamayı. Olta hareket ediyordu suyun içine doğru kıyıdan. Tam suyun içine girmek üzereyken atılıp yakaladı babam kamışın ucundan ve yavaşça kaldırmaya başladı. Kamışın ince ucu eğiliyordu suya doğru. Recep durmadan bağırıyordu “tuttum, tuttum” diye. İki ayağı da kesiliyordu yerden hoplarken. Ben de heyecanlandım onun o halini görünce. Babam bütün dikkatini oltanın ucuna vermişti, bizi duyduğu yoktu o anda. Çok ustalık gerektiriyor demek ki diye geçirdim babamı seyrederken. Dikkatim babamdaydı o an kendi oltamı unutmuştum bir anda. Recep yanaşmaya başladı babam doğru oltanın bir yerinden tutmak için. Kollarının arasına aldı onu ve tutturdu oltadan birlikte yavaş yavaş çekiyorlardı. Babamın nefes alışı yoktu sanki. Görünmeye başladı balık elden büyüktü. Pulları parlıyor bazen ve hemen batıyordu tekrar suya. İlk defa konuştu babam “aferin Recep büyük balık yakaladın” dedi. Çenesinin altıyla, kolları arasındaki Recep’in başına sürterek. Balığı birden çekerse kurtulabilirmiş balık. Yavaş yavaş yorarak çekmekmiş marifet olan. Yorulduğu zaman çekildiğinde gelirmiş, aksi halde kurtulmaya çalışırmış, gerekirse koparırmış ipi ya da yırtılırmış iğnenin takıldığı yer. On on beş dakika kadar uğraştı babam balıkla bir ileri bir geri gidip geliyordu balık, gözlerimizin önünde. Recep’in oltasını boyu iki metre yoktu bile. Babam suyun içine dalmıştı kasığına kadar balık çektikçe arkasından gitmişti. Bir an korkmuştuk derinse batar diye. Hâlbuki babam adımını atmazdan önce yokluyormuş suyun derinliğini sonra basıyormuş. Sonradan fark ettik durumu. Tamamen kenara geliyordu artık balık. Su yarısındaydı gövdesinin. Ağzını açıp açıp kapatıyordu durmadan. Hava alıyor diye düşünüyordum o halini seyrederken. Bir taraftan da acı çektiğini, korktuğundan öyle yaptığını düşünmeye başlamıştım. Babam eğildi yakaladı elleriyle. Önce kayıp kurtuldu ellerinin arasından. Çevik hareketiyle tekrar yakaladı babam onu. İğneyi yavaş ve dikkatli çıkarmaya çalışıyordu ağzının kenarından. Bir kilo kadardı büyüklüğü belki de biraz fazla. Recep’i görmeliydiniz o anda. Balığı kucağına verdi babam önce ve kaydırdı kucağından. Yere düşmeden yakaladı babam düşerken. Recep seviyordu balığı ellerini sırtına sürterek. Pulları kaygandı. Tersine sürterken takılıyordu eli. Yüzündeki ifade kestirebildiğim bir ifade değildi o anki durumunda. Kılıktan kılığa giriyordu yüzü, mimikleri sevinçle keder arasında gelip gidiyordu sanki. Babam nasıl tutacağını gösterdi ve o şekilde tutarak su dolu olan kovaya bıraktı balığı. Suyu tam doldurmamıştı kovaya babam, balık çıkar diye.
            Recep yemini takıp tekrar attı oltasını. Şimdilik şampiyon oydu. Birden büyüyüvermişti oltasında balık yakalanınca. Hevesle attı tekrar. Bu sefer babamın tembihi üzerine taş koydu ağırlık yapsın diye kamışın dibine. Kamışı yasladığı büyükçe taşın üzerine yaslamış, dip kısmının üzerine de taşı yerleştirmişti. Böylece tekrar yakalandığında çekip götüremeyecekti balık oltayı.
            Benim oltada pek hareket yoktu bir süredir. Belki yemi yemişlerdir diye düşünüp kaldırdım oltayı. Doğruydu yem gitmiş, tekrar taktım yemden nohut kadar yuvarlayarak. İğne yemin içinde kalmalıymış dediğine göre babamın. “sazan gibi derler ama akıllıdır sazanlar, hemen anlarlar iğneyi ağzına ilk aldıklarında ve püskürtürler olduğu gibi yutmadan, eğer metal olmadığını düşünürlerse o zaman yutar bu meretler” demişti babam yemin nasıl takılacağını gösterirken. Kendimi sazan yerine koymuş hayal etmiştim. Yemi almıştım ağzıma şöyle bir dolandırıp ağzımın içinde, sonra karar vermiştim yutup yutmamaya. Gülümsemiştim sonra da kendi kendime sazan olduğum için. Sazan gibi düşünmeye çalıştığım için. Demek ki ben yemi doğru takamamıştım diye düşündüm. Şamandıra oynamaya başladı gene, gözlerimi hiç kırpmadan bakıyorum. “İşte işte batıyor, hoop çıktı tekrar.” bir süre daha baktım. Bu sefer biraz çekildi gibiydi sanki ben mi yanılıyordum yoksa gözlerim mi dalmıştı uzun süredir aynı noktaya dikkatlice baktığım için. Oltamın üstündeki taşı kaldırıp tuttum ellerimle ve hafif kaldırınca bir ağırlık hissettim birden ve heyecanla daha hızlı kaldırdım yukarıya. “Evet, yaşasın ben de yakaladım!” diye sevinç narası atmaya başladım. Çok heyecanlıydım elim ayağım birbirine dolaşıyor ne yapacağımı kestiremiyordum. Babam ve recep bakıyorlardı karşıdan. Ağızları oynuyordu durmadan ama ben onların ne dediğini duymuyor ve anlamıyordum. Gözlerim oltanın ucunda belli belirsiz fark edilen balığın hareketi ve oltanın ucunun suya doğru eğilişi arasında gelip gidiyordum. Biraz önce babamı seyretmiştim hâlbuki niye yapmıyordum onun gibi? Önce sakin olmalıydım ve her şeyi düşünerek yapmalıydım. Balığı kaçırırsam çok üzülecektim. Nefes alıp verdim bir kaç defa. Bir an babam yanıma gelmek ister gibi oldu sanki sonra tekrar oturdu yerine.
balık,zaman, göl, akan, olya, su,
Sazan

            Suyun içine girmeye korkuyordum, girmeyecektim. Balçık vardı ayağım kayar mayardı ve cumburlop düşerdim suyun içine. Çekebildiğim kadar geriye çektim ve bir adım geriye çıktım. Otuz kırk santim ancak getirebilmiştim balığı kıyıya doğru. İnatçıydı balık hem de recepten daha fazla inatçı durmadan ileriye çekmeye gayret ediyordu beni. Gücü yetmeyecekti buna yenecektim onu mutlaka. Karakucak güreşiyordum gerçi ama o da benden pek fazla idmanlı değildi bu güreş için. Anası babası nasıl kurtulacağını öğretmemiş herhalde. Bütün çektiğimi bıraktıktan sonra bir o kadar daha bırakmak zorunda kaldım. Ta ucundan tutabiliyordum artık kamışın ve kollarımı uzatmıştım bütün gerginliğiyle ileriye doğru. Ayaklarımın bileklerine kadar battığını hissettim bir anda kendimi tutamıyordum, kaygandı vıcık vıcık bastığım yer. Ayağımın birini geriye çekip bastım. Bir ayağım suyun içinde diğeri kuru yerdeydi kenarda ama ayaklarım kayıyordu kara lastik ayakkabılarımın içinde. Bir an çıkarmayı düşündüm onları ama sonradan vazgeçtim, diken ya da cam kırığı olabilirdi veya keskin bir şeyler atılmıştır diye. Güneş tepemize doğru çıkmaya başlamış ve sudaki yansıması balığı görmemi kolaylaştırıyordu bir iki metre derinlikte. İpin uzunluğu üç metre kadar vardı. Kamışın uzunluğu da bir o kadar olunca altı metre civarında bir uzunluk oluyordu toplamı. Aklım sıra yeni taktikler deniyor balığı kazasız belasız kıyıya çekmeye çalışıyordum. Ne bir ses duyuyordum çevremden ne de bir şey görüyordum oltanın ucu ve suyun içinde kıpırdayan balıktan başka. Dünya bu kadarcıktı benim için, başka hiç bir şey ilgilendirmiyordu beni. Kendimi tamamen sudan çıkarmaya çalıştım oltayı da çekerek evet geldi biraz daha, kendim olduğum gibi kuru yerdeydim işte, ne fayda kuru yerde olsam da ayakkabıların içi su ve balçık dolu olduğu için değişen bir şey yoktu. Dengemi zor tutuyordum, ayaklarımın ayakkabı içinde kaymasından. Biraz daha biraz daha derken en fazla yarım metre kadar daha çıktım geriye. İleri geri oynuyordu balık benimle. Bir an kızdım birden çekip kaldırayım istedim fakat babamın dedikleri aklıma geliverince, hele “yırtılır ağzı” ifadesi çınlayıverdi bir anda kulaklarımda hoparlör sesi gibiydi. İşte o an sinirim yatıştı kendi ağzım yırtılmış gibi cız etti içimde bir şey. Sakince çekmeye başladım tekrar. Balık yüzeye çıkıyor tam seviniyorum kaldırayım oltamı ve birden çekivereyim havadan, düşsün toprağın üstüne diye, sanki benimle alay eder gibi kuyruğunu sallayıp “hoşça kal acemi” dermiş gibi dalıyordu tekrar. Sürekli deniyordu aynı numarayı. “Görürsün sen!” dedim. Daha yavaş ama sık sık az da olsa çektim kamışı kendime doğru ve her çekişimdeki mesafeyi korumaya çalıştım. Kazandığım her mevziiyi koruyordum, ancak böyle kazanırdım bu savaşı. Başarılı oluyordum da. Bir metre kadar çekildim geriye. Ayaklarımın kayması da dert değildi artık hatta hissetmez bile olmuştum. O da ne? Balık dikildi yukarıya doğru geliyor suyun yüzeyine. Onunla birlikte ben de yükseliyordum sanki başım yukarıya doğru kalkıyor derken güneş kamaştırdı gözlerimi. Birkaç saniye kadar ne balığı görebildim ne de herhangi bir şey simsiyah oluverdi bir anda her yer. Ovuşturdum sağ elimle gözlerimi şap diye bir ses duydum o an ve yükselen balık dalmıştı tekrar suya. Gafil avlanmıştım. Balık resmen dalga mı geçiyordu yoksa benimle oyun mu oynuyordu? Hiç zorlamadım öylece sımsıkı tuttum kamışın yarım metre kadar ilerisinden. Her ihtimale karşı tedbirdi bu ileriden tutma durumu. Gidecek olursa elimi kamışın geri ucuna doğru kaydıracaktım tekrar.
            Bir metre kadar yakınıma çekmiştim balığı ve artık tamam bu iş demek üzereydim ki o anda başka balıklarda görünmeye başladı berrak suda. Yakalanmış olan balığın etrafında dönmeye başlamıştı irili ufaklı balıklar. Şaşırıp kalmıştım bir anda. Yardıma mı gelmişti akrabaları yoksa? Bazıları vuruşlarıyla titretiyordu kamışın ucunu. Bir anda kalabalıklaşmalarını nasıl değerlendirmeliydim o anda bilemedim. Hiçbir şey de düşünemedim. Daha balık yakalandığında format atmıştım beynime sanki boşalmıştı ne varsa. Pelte yığınından başka bir şey değildi kafatasımın içindeki. Nöron möron yoktu artık. Öylece top gibiydi bedenimin üstündeki. Etrafıma bakındım birden sanki yardım istemek geçmişti içimden ama yedirememiştim kendime. “ha gayret” dedim kendime ve balığa bakmaya başladım tekrar. Kamışı tekrar çektim yirmi santim kadar geriye oturdum seyretmek için bir süre daha. Balık sakin duruyordu suyun bir metre kadar dibinde, net görüyordum artık hareketlerini kuyruğunun. Diğerlerine bir şeyler anlatıyor gibiydi. Hatalarından çıkardığı dersleri mi anlatıveriyordu acaba akrabalarına? Ya da yapacak bir şey kalmadı siz kendinizi kurtarın, uzaklaşın buradan. Düşmanlar var mı demişti. Diğer balıkların dağılmaya başladığını görmeye başladım. Büyüğün biri açıldı biraz gözden kayboldu sonra tekrar görüntüye girdi yakalanmış balığa dönüktü yönü ve kayboldu gitti sonra da. Diğerleri çok yavaş hareket ettiler kısa bir süre. Belki de karar verememişlerdi yapmak istedikleri konusunda. Yapayalnız kaldı bizim balık sonunda. Pes ettim der gibiydi görünen haliyle. Kaldırmaya başladım yavaş yavaş ve o da gelmeye başladı hiç zorlamadan. “Söz, canını yakmayacağım iğneyi çıkarırken” dedim kafasını suyun üstüne çıkardığı zaman. Ağzını açmıştı o anda. Çekiverdim heyecanla toprağa doğru ve kıyının yarım metre kadar gerisine düştü balık. Recep’in yakaladığı kadar vardı o da. Kuyruğunu kıvırıp destek alıyordu topraktan hoplamaya çalışıyordu durmadan. Yavaşça yakalamaya çalıştım ama elimden kayıyordu durmadan. Bir türlü yakalayamıyordum. Babam yetişti imdadıma ve yakaladı solungaçlarından iğneyi çıkarıverdi yavaşça. Damağına doğru saplanmıştı iğne. Yıkadı suda üzerindeki toprak bulaşıklığını ve bıraktı kovanın içine.
            Ben kendimle uğraşmaktan diğerlerinin ne yaptığını görmemişim hiç. Bu arada da güneş tepemize çıkmış durumdaydı. Terlemişim yeni fark ettim. Kovanın içinde küçüklü büyüklü başka balıklarda vardı. Babam Recep ve anam da yakalamıştı demek ki. Anamın oraya gelişini fark etmediğime çok şaşırmıştım ilk olta elinde gördüğüm zaman. Anamın da ilk çıkışıymış balığa. “Yavru balıklar sevdi ananızı” dedi babam gülümseyerek anama. Küçüklerin hepsini de o yakalamış. Sekiz on kadar vardı. Babam bir tane yakalamış oldukça iriydi ama bizimle yarışamazdı tabii ki.
            Recep kovanın başına çömelmiş elleri dizlerinin üstünde onları seyrediyordu. “Abi benimki daha büyük, hepsinden büyük” diyerek gülmeye başlamıştı kıs kıs. Dalga geçiyordu ama neden anlayamadım. “Ne oldu da kıs kısladın gene?” dedim terli suratımı büzüştürerek. “Sen balığı çekemedikçe eşek de anırdı durmadan bu tarafa baktı durdu. Yardıma gelecek gibiydi. İyi ki çekebildin de o da kurtuldu gelmekten” dedi. Ben hiç duymamıştım Tülü’ nün sesini. Anlamıştım meseleyi. Demek ki babam falan konuşmuşlar kendi aralarında şakalaşmışlar bir süre. “Haydi, çocuklar ağacın dibine” dedi babam bizi anamla birlikte gönderdi. Öğle yemeği zamanıydı. Yemeğimiz de belliydi bu gün. Izgara balık, ya da çubukta kebap olacaktı balıklardan büyükleri. Suyun kenarında temizleyip getirdi babam büyük balıkları. Üç taneydi, yeterdi bize bu öğün. Anam yanımıza gelmezden önce ateşi hazırlamış zaten, közlenmişti ocak.  Ocağın etrafında yumruk kadar veya biraz daha büyük düzgün yassı taşlar vardı. Ateşten çıtlak kaymasın diye düşünülmüştü onlar ve örü gibiydiler çepeçevre ateşin etrafında. Babam balıkları, hazırlamış olduğu ağaç çubuklara taktı ve ocak boyunca uzattı karşıdan karşıya. Sanki kuzu çeviriyordu. Biz de seyrediyorduk onun yaptığı her şeyi. İlkti böyle bir şey hayatımızda. Bolca kuru soğan ve domates doğradı anam büyükçe bir tabağa. Yeşilbiberler koydu etrafına domateslerin. Babam çeviriyordu sık sık balıkları. Renkleri değişivermişti hemen kor gibi közlerin üzerine konulunca. İçim cızladı onların yerine kendimi koyunca ama kimseye bir şey diyemedim o anda. Herkes yakalayıp pişiriyordu. Biz de yaptıysak ne olmuş sanki? Çok mu yapıyorduk şunun şurasında daha ilk kezdi böyle yaptığımız. Belki bundan sonra yapmayız böyle. Köye gelirdi arada sırada balıkçılar, yakaladıklarını satmaya onlardan alabilirdik. Böylece bizden giderdi günah. Nasılsa başkaları yakalamıştı, bize neydi! Bir süre gelip gitti düşüncelerim balıkları seyrederken. Eti lezzetli olacaktı belli ki. Birini kaldırıp koydu sofranın ortasındaki tepsiye babam. Çubuğu çekti sonrada elini üfleyerek. Anam Recep’e gösteriveriyordu kılçıklarını. Kılçıkları büyüklü küçüklüydü. Bazıları çok inceydi ve çatal çataldı.  Ağzıma attığım ilk lokmanın lezzeti bambaşkaydı sanki. Hayatımda yediğim balıklar bu kadar lezzetli değilmiş sanki. Ben de dikkat ediyordum kılçıklara. Yedikçe yiyesim geldi. Acıkmışız iyice. Sevinçten erken kalktığım aklıma geldi kahvaltıdan. Acıkmamın sebebi buydu. Tam doymadan kalkmıştım kahvaltıdan. Recep de ağzını doldura doldura yiyordu balıktan. Eşek anırmaya başladı ilerimizde. Gülüştük beraber “Buyur sende Tülü paşam” dedi babam eliyle gel işareti yaparak Tülü’ ye. Arkasından Gülnaz ve Gülfidan böğürmeye başladılar. Ortalık tam şenlendi o anda. “Bu gün herkesin keyfi yerinde anlaşılan” dedi elinde tuttuğu büyükçe balıketi parçasını attı ağzına hafif başını yukarıya kaldırıp ağzını açarak. “Ulan arada akıl edin böyle şeyleri, biz gibi eşek gelip eşek gitmeyin” dedi anama süzgün gözlerle bakarak. Anam da bakıyordu ona ama hayatından fazla şikâyeti yok gibiydi. Şikâyet etse neye yarardı sanki. Kabullenmişti o durumları. Gidiyordu işte ve gidecekti böyle gidebildiği yere kadar. En sonu mezarlıktı yolun.
            Babam hakem oldu Recep’le aramızda. Onun balık mı büyük ve tatlı, benimkisi miydi mesele? Bir türlü ikimiz uzlaşamamıştık çocukluk işte. Babam “İkisi de eşit ve ikisi de çok tatlıydı” dedi ağzında dilini damağına vurarak tabanca sesi gibi ses çıkarmıştı. Biz de gülmüştük onun yaptığına. Ondan sonra tartışmadık bir daha. Hiç birimizi kırmamış oldu böylece.  Yemekten sonra bir ağırlık bastı söğüdün gölgesinde hepimizi. Babam uzandı olduğu yere. Ben ve recep de uzandık. Anam kaldı gene nöbette. Hem hayvanları gözetleyecek hem de çay yapacaktı biraz sonra ve çayı demlediğinde bizi uyandıracaktı. Gönül rahatlığıyla daldık derin uykulara.  Balıklar kanat çırpıp el sallıyorlardı bir sürüydü tepemde uçuyorlardı. Elleri de vardı. Ellerinin içinden güneş görünüyordu, şeffaftılar. Bazen bana gölge ediveriyordu elleriyle büyükçe bir balık.  Kendi suratımda hissettiğim bir tokatla uyanıverdim telaş içinde. Sinek ısırmış yanağımı ve can havliyle vurmuştum şamarı kendime bağırarak “of” diye. Herkes uyanmış oldu sesimden. Herkes anlamaya çalışıyordu ne olduğunu ama suratımda yapışmış olan sinek ölüsünü gördüklerinde gülmeye başladı hepsi birden. Şaşırma sırası bendeydi bu sefer. Neden gülüyordu hepsi birden bana bakıp bakıp. Ayna yoktu ki bakayım suratıma. Elimi sürtmek geldi suratıma, o anda Recep aldı sineği gösterdi bana. “Uykuda bile iyi nişan alıyorsun, iyi avcı olursun sen” dedi bana. Anam doldurdu çayları bir taraftan biz uğraşırken.
            Yıllar geçtikten sonra bile düşünüyorum o günleri. Her şey ne kadar tatlıydı. Yok, yoksulluk diz boyuydu ama insanlarda hayvanlarda daha mutlu ve huzurluydu bu günlere göre. Belki de fazla bir şey bilmiyorduk, körlük vardı ondan, ya da ne bileyim! Sizlerin de aklından geçiyordur mutlaka eskiler. Hele yaşınız ileriyse benimki gibi. Anılar gülümsetiyor insanı bu yaşlarda. Yaşanacak fazla bir şey kalmadığını mı düşünüyoruz acaba sık sık? Tükenmişliğimizi mi hissediyoruz içten içe? Bazen isyanlar kabarıveriyor içimde. Kime, neye isyan edeceksem sanki. Kendi kendime gelin güveyi oluyorum işte bazı bazı. Hani derler ya “Kendi başını düzemeyen, gelin başı düzmeye gidermiş” diye; benimki de öyle bir şey işte.
     
                                                                                                                        12.12.2016

                                                                                                                       Halil GÖNÜL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.