"Saklambaç oyunu-Ebe çocuk" |
Saklambaç Oyunu
Orta
okul yıllarında bir anım geldi aklıma. Ne çocukça ve bir o kadar da gaddarcaydı
olanlar. Sizin de hoşuna gidecek ve gülümseyeceksiniz eminim. Bir de sorun
kendinize “Ya benim başıma gelseydi aynı şey?..
Yaz kış demezdik, çoğumuz kasaba dışından gelmiştik köylerimizde orta okul olmadığı için. 11-12 ve en büyüğümüz 15 yaşlarında olan kızlı erkekli 20 kadar çocuktuk. Bir araya geldiğimizde ortalık yıkılırdı şamatadan ve koşuşturmadan, sabaha yakına kadar devam ederdi özellikle Cumartesilerde.
Akan
zaman anlaşılmıyordu böyle durumlarda, zaman bizimle mi yoksa biz akan zamanla
mı yarışıyorduk hiç de belli değildi sanki. Yaşamın ta kendisiydi bu, insan
kendini zorluyordu ebe olmamak için ve elinden geldiğince enerjisini koşturmaya
yönlendiriyor adeta ışık hızına ulaşmaya çalışıyordu.
Bir akşamüzeri, yemeklerimizi yedikten sonra toplandık yine bahçesi geniş olan yolun yakınındaki evin önünde. Okul müdürümüzün kayını da yeni gelmişti bizim okula, eniştesinin yanına. Okumaya pek niyeti yokmuş keratanın kendi memleketinde ve okulu asıyormuş.
Hemen bahçe bitimindeki yola bitişikti evleri ve zemin katın üstünde oturuyorlardı, zaman zaman dış kapı ışığı yanıyordu, görüyorduk onları çoğu zamanlarda. Yine böyle bir akşam üstünde Mehmet’i – müdürün kayını- gördük. Bir arkadaş -aynı sınıfta olanlardan biri- ıslık attı ve koşturdu bahçeden o yöne doğru, oyuna çağırmak için. Daha önceden de oynamıştık birkaç kez ve çok hoşuna gitmişti ve “Beni de çağırın her zaman” demişti.
Saklambaç
oynayacaktık ay ışığı altında. Mehmet de geldi ve kura çekildi ilk ebe için. Ebe
saymaya başladı, herkes dağılıp saklandı. Bizden bir arkadaş, odanın içine
girdi ve elinde baca kurumlarından toplamış bir kısım kurumla geldi
saklandığımız bağ omcasının altına, fısıltıyla konuşuyordu. “Yağ bulup gelin
biriniz, seytin yağı olsun” dedi. Ben de kendi odamdan bir çay bardağı kadar
zeytin yağı getirdim.
“Dök avucuma” dedi, iki avucunu birleştirmiş ve kurum avucunun ortasındaydı. Zeytin yağını dökmeye başladım “yavaş” dedi ve durdurmamı istedi dökmemi. Ellerini birbirine sürterek iyice bulaştırdı ellerine. Yeterli gelmişti sıvılaşması. “Tamam, kimseye bahsetmek yok tamam mı? Yakarım canınızı sonra!” dedi ve ayrıldı yanımızdan…
Ebe
saymasını çoktan bitirmiş ve 10 dedikten sonra etrafına bakınmaya
başlamıştı. Beş on adım kadar sobe
noktasından uzaklaşıp etrafı kolaçan ediyor tekrar yakınlaşıyordu sobe
noktasına. Sobe noktası ön bahçede ince -5-10 yıllık- bir dut ağacıydı.
Gözüne
bir yer kestirmiş olmalı ki, hızlanmaya başladı o yöne doğru ebe. Dut ağacından oldukça uzaklaşmıştı. Elleri kurum
karası olan Cumhur ile Mehmet çıkıverdi birden ortaya ve sobelemişlerdi ağacı,
kurtulmuştular bu seferlik ebe olmaktan. Darısı diğerlerimizin başımızaydı. Birer ikişer zaman zaman ortaya çıkmaya
başlamıştı arkadaşlar. Her sobelemede bağrışmalar ve naralar oluyordu
sevinçten.
Ben de koşturdum ışık hızına yakın ve ebeden önce sobeledim dut ağacını alnımla. Alnım bir an yanar gibi oldu ama önemli değildi, sobeledim ya gerisi boştu benim için.
Geriye döndüğümde Mehmet ve Cumhur'u gördüm yan yana duruyorlardı duvarın dibinde. Ay ışığı aydınlığında zar zor seçiliyordu Mehmet’in yüzü. Zenci olmuştu bir anda. Bembeyaz tombul suratı siyahlara bürünmüş yalnızca göz içi akları ve dişleri bembeyaz sırıtıyordu birbirinden ayrı ayrı. Kelle iskeleti gibiydi.
"Mehmet'in suratı" |
Gülmemek için dudaklarımı ısırdım, hiçbir şey söylemeden onların yanı başında dikilmeye başladım. Cumhur “canım arkadaşım, iyi ki geldin oyuna. Seni görmek beni çok sevindirdi deyip deyip hem öpüyor hem de yanaklarını iki ellerinin arasına alarak daha da boyamaya devam ediyordu Mehmet’in suratını. Terlemiş olan Mehmet fark etmiyordu bu durumu. Cumhur aynı zamanda da Mehmet’in terini siliyor numarasıyla alabildiğine boyamaya devam ediyordu.
Saat 02 civarını geçmiş olmalı ki, ev sahibemiz yaşlı nine penceresini açıp bağırmaya başladı birden “cehennem olup gidin, yeter artık bu gürültü, uyku tünek kalmadı” dedi. Korktuk bir anda. İlk defa oluyordu bu. Arada yakınlardan gece bekçileri geçiyordu bazen, şikâyet eder diye korkup dağılmaya karar verdik.
Mehmet de ayrıldı yanımızdan ve koşturarak bahçeden geçerek evlerine ulaştı. Biz beş kadar arkadaş seyretmeye başladık onların evini. Merdiven dışarıdandı, kat sahanlığına çıkıp zile bastı ya da kapıya vurdu ki ışık yandı.
Mehmet’i çok rahat görebiliyorduk. Merak etmiş olmalı ablası, kapıyı o açtı. Daha kapı yarılanmadan bir çığlık koptu “Aaaaay, yetişiiiiiiiiiiiiin, Araaaaaaaaaaaaaap vaaaaaar!” diye ve Mehmet telaşlandı ne olduğunu anlamadan.
09-08-2017-1627
bu bölüm Mehmet'in arap olması,sizlerin çabalarınız sitcom komedi türünden birşey olmuş..ama gerçekten harika bi hikaye çıkmış..anlatımınız da profesyonel yazarları aratmayacak cinsten..elinize sağlık.. :)
YanıtlaSilErtuğrul Yıldırım,
SilTeşekkür ederim, beğenmeniz beni sevindiriyor ve biraz daha cesaret veriyor.
Hiç böyle bir çocukluk yaşamadığım için üzülüyorum; ama hikaye çok iyi geldi :) Elinize sağlık...
YanıtlaSilİrem E.
Siliyi gelmesine sevindim, bence hiç de üzülmeyin; içimizde daima bir çocuk kıpırdanır durur aslına bakılırsa, biraz okşamak yeterli harekete geçmesi için.
Teşekkür ederim, beğendiğiniz için de sevindim. Hoşça ve mutlu kalaın. :)
devamını da okudum Halil Bey, eğlenceli ve keyifli bir hikaye gerçekten, elinize sağlık..:)
YanıtlaSilEren O.
SilÇok teşekkür ederim, beğenmenize sevindim. Sizlerden güzel ve olumlu geri dönüşümler almak cesaret veriyor aynı zamanda. :)
Siz de çok haylazmışsınız.:D Yazık o kadıncağıza..
YanıtlaSilbahce perim,
SilVallahi hiç dediğiniz gözle bakmamıştım, düşünmemiştim, aklımın ucundan bile geçmemişti de, beni etkileyen Mehmet'in değişik renkteki suratıydı hep. Gece eve giderken bağ arasında bir gören olsaydı Mehmet'i, görenin kalbi dururdu her halde. Zaman zaman aklıma geldikçe kahkaha atmak geliyor içimden. :)
Düşündüm de şimdi, gerçekten kadıncağız arada gitmiş, anlayacağınız kurunun yanında yaş da yanmış. :))