Dudaklarındaki
gülümseme belirtisi birden kayboldu sanki. Daha durgundu. Yalnızca yıldızlara
bakıyordu bir şarkı mırıldanarak “gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar, ben de
sizin kadaaar yalnızııım.” Yalnızlık hissi kabarmaya başladı. Dünyada
yalnızlık! Nasıl bir şey acaba? “ne kadar da saçma bir soru zafer? Belli mi değil nasıl olduğu?”
Aldığı bir
haber yüreğini burkup acılarını tazelemişti geçenlerde ama kendisini kandırmaya
devam etmişti. Yaşadığı travmalar olduğu gibi geri geldi yeniden yeniden yaşadı
adeta. Elinden gelebilecek fazla bir şey olmadığını düşünmek yeterince eziyordu
zaten. Yapmıştı tüm yapması gerekenleri ama kendisini bitirdiğini fark
ettiğinde oldukça geçti her şey. Birini ayağa dikmeye çalışırken başka
birilerini ve kendini öldürmek nasıl bir şey? Kendisinden başkası bilemezdi
elbet. Evet dertsiz tasasız kimse yok gibi adeta ama kendisininkiler daha
başkaydı. Tıpkı genç cumhuriyetin durumu ile kendi durumu benzeşiyordu.
Genç
cumhuriyet Osmanlı yıkıntıları arasından çıkıp gelmişti bu topraklara. İnsanlar
canları pahasına her şeylerini feda ederek ayağa dikmeye çalışıyorlar gece
gündüz demeden çalışarak ama tam da ayağa dikiliyor derken yanlış ellerde
avkalanmaya ve diz çöktürmeye çalışılıyor sürekli. Sanki kurtuluş savaşı
verilmemiş, işgalci talancılar bu topraklardan canlar pahasına kovulmamış gibi
rahat davranarak talancılara ve işgalcilere kucaklar açılmaya başlamış bir
zaman sonra. Durum ortada değil mi sanki de hala görmezden geliyor bu toprağın
insanları. Para toprak demek, para vatan demek, para din iman demek olmuş.
Hatta daha da ileri gidilmiş para hasiyet, şeref olmuş ne kadar haysiyetsizlik,
şerefsizlik varsa parayı yorgan yapıp üzerini örtmüşler güya. Bakalım nereye
kadar gidecek? Pek fazla gidecek gibi görünmüyor ya, kurtuluş savaşı gerek,
kurtuluş savaşı. Başka şekilde çıkılması güç görünüyor.
“kendi
başını düzemeyen gelin başı düzmeye gidermiş!” ne kadar da doğru bir söz
olduğunu düşündü. Kendisi ayakta duracak hali yok memleket düşünüyordu.
Memleket kiiim kendisi kimdi sanki. Hiçbir şey kendisini ilgilendirmiyordu
artık. Memleket yanmış, yıkılmış umurunda olmayacaktı ama ya çocuğu ne
yapacaktı?
Bir zamanlar
kendini bilmez halde olan hastasıyla ilgilenebilmek için çok şey feda etmiş
olduğunu düşündü. Biraz rahatsızlıktan kaynaklıydı belki ama yaşadığı nankörlük
ve saygısızlıkları kaldıramamıştı artık, karar vermek zorunluluğu doğmuştu bir
kez daha. Hiç daha önce aldığı kararlara benzemiyordu bu karar. Hayatında ilk
defa böyle bir konuda karar alacaktı. Kaybedecek fazla bir şeyi olduğunu
düşünmüyordu zaten kaybedilecek diye düşünülenler kayıp olmuşlardı çoktan beri.
Saygı, sevgi
olmayan bir ortamdaydı, kahroluyordu, yapayalnızdı kalabalık ev içinde ve
dünyada. Herkesin odası ayrıydı modernite şartlarıydı bu durum. Ben seni görmek
istemiyorum yerine geçip odasında oturup eğleniyordu insanlar. Neyse fazla
uzamasın bu konu…
Tıpkı genç
cumhuriyet gibi hasta ihtiyar ayağa dikildi dört-beş yılda. Yaşamın merkezinde
olan hastaydı anılarının çöküntüleri arasından çıkıp sıyrılmıştı ve ayaktaydı
işte. Nefes alışları bile gözlenip beslenmesi, hareketi, ilaçla tedavisi en
ince ayrıntılarına kadar takip ediliyordu. Olabilecek ihmaller önceden
tedbirler alınarak önleniyordu. Hasta günlük hayata bağlanmıştı. Günlük
uğraşları vardı ve her birini yerine getiriyordu aksatmadan. Kendi
ihtiyaçlarını görebilen bir yaşlı vardı karşıda, hiç kimseye bir muhtaçlığı
yoktu.
Bir süre
takip etme bırakıldığında ihmalkâr davranıp işlerini yapmayı ihmal eder hale
geliyor, ilaçlarını zamanında düzenli alması bozuluyor, hayal görmeler artıyor
ve işler tekrar tersine dönmeye başlıyordu. Birkaç kez yaşanınca bu durum daha
da dikkatli olmanın önemi ortaya çıkıyordu. Tıpkı genç cumhuriyette
yapılamadığı gibi. Genç cumhuriyet çok çabuk ele geçirilmiş ve kuşatılmıştı.
Kendi başına ne kadar dayanmaya çalışsa da ilave güç gerekiyordu onu besleyip
büyütmek için. O güç de bilgiydi. Zamanla bilginin önü kesilip memlekete
girmesi engellenip abur cubur şeyleri de bilgi diye dayatınca genç cumhuriyette
hazımsızlık yaratmaya başladı bu abur cuburlar. Hep bir umut vardı içinde; bir
gün doğru bilgilerle besleneceğini hayal ediyordu arada sendeleyerek.
Zafer
ihtiyarı ayağa dikmişti ama kendisi ayaktan düşmüştü. Nasılsa feda etmişti
kendisini hiç olmazsa tam olsaydı diye direnmeye çalışıyordu. Ta ki ihtiyar
kaçıp gidinceye kadar. İhtiyar kendisini günlük yaşama bağlayan uğraşlardan
bıkmış olmalı ki kaçmayı düşünmüş demek ki diye aklından geçirdiğinde ne kadar
acımasız ve gaddar birisi olduğunu bile düşündü ve içi sızladı o an. Gerçekten
farkına varmadan öyle bir zalimlik mi yapmıştı ihtiyara?
Yaptığı
şeyleri düşüne düşüne bulmuştu. Kötü bir amacı yoktu. Örneğin yatıp durmasını
engellemek için kahveye gitmesini sağlamak için bakkaldan günlük ekmek alımını
kendisine bırakmıştı. Böylece hiç olmazsa bir kilometreye yakın yürümesi
sağlanacaktı dolayısıyla kasları çalışacak ve beyni de uyarılmış olacaktı
Zafer’in düşüncesine göre. Uzmanların önerisi bu tür hastaların en az üç
kilometre yürümesini öneriyorlardı. İlk başlarda elli metreyi bile yürüyemeyen
bu ihtiyar delikanlı bir buçuk kilometreyi hiç dinlenmeden yürüyebilir hale
gelmişti birkaç yıllık sürekli çalışmadan sonra. Üstelik kahvede birkaç çay
veya kahve içip arkadaş edindiği kişilerle sohbetler edebiliyordu. Bu durum da
anılarına dönmeyi engelliyordu kısmen çünkü günlük anıları oluşuyordu yeni
yeni. Beyni bu durumları işliyordu.
Neyse,
uzatmayalım durumu daha fazla detaylandırarak. Kaçıp gitmesinden bir süre
endişelendi Zafer. Kaçıp gittiği yer Zafer’in küçük erkek kardeşiydi. Arada
diğer çocuklarının yanına da giderdi ama fazla kalmazdı onların yanında. Ne de
olsa erkek evlat diye düşünenlerdendi ihtiyar. Eloğlunun yanında rahat
edemediğini düşünürdü. Her ne kadar açıkça söylemese de Zafer böyle olduğunu
düşünüyordu.
Bir süre tedirginliği
devam etti Zafer’in ama daha sonra da yalnız kalabildiği için bir rahatlık
hissetmeye başladı. Ne de olsa kalktığında, gözünü açtığında bir terslikle
karşılaşma ihtimali korkusu olmayacaktı artık. Alışmaya çalıştı bir süre
yalnızlığına. Yalnızlık yabancısı olduğu bir duygu değildi aslında.
Arada
görüşüyorlardı telefonda. Durumu iyi görünüyordu sesinden anlaşıldığı ve
kardeşinin söylediğine göre. Kısa yürüyüşler yapıyor, ilaçlarını düzgün
alıyordu. Söylenilen ve tahmin edilen durum her ne kadar olumlu görünse de
yaptıkları günlük faaliyetler düşmüş olduğu için tembelliği gitgide artıyordu.
İşte Zafer’i endişelendiren durum da buydu. Tıpkı genç cumhuriyetin bilgiyle
beslenmesinin durmuş olması gibiydi. Bir süre sonra tembellik ayağa dikilmiş
olan ihtiyarda sağlık sorunları çıkarmaya başlayacağından korkuyordu.
Kardeşiyle
durumu konuştuğunda “yazıldıysa ne yapalım abi?” demesi kendisini daha da
korkutmaya doğru itmişti. Kendileri çalıştıkları ve durumunun önemini
kavramadıkları için gelişecek durumlara tedbir almayı düşünemeyip ve
anlatılanları da anlayamayarak olacakları tanrı yazgısı olarak
değerlendireceklerdi. Ama kendilerinin yaşayacağı üzüntüler ise artacaktı,
belki de aile içi huzursuzluklara yol açacaktı. Zaferi korkutan şeylerdi
bunlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.