SAYFALAR

Salı, Ekim 23, 2018

Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli!

Karanlık Korkusu

            Akşam karanlığı basarken içine huzur dolmaya başladığından beridir karanlık korkusunu yenmeye başlamıştı yıllar öncesinde. Çocukluk yıllarında karanlıktan korktuğu gibi gece veya gündüz olsa da mezarlıklardan da korkardı Zafer.
            Biraz büyüyünce her ne kadar cesaret kazansa da hiçbir korkusunu yenecek kadar olmamıştı. Yıllarca taşıdı korkularını ve korkularının yükünü. Epeyce ağırmışlar, bunu da yıllar geçtikten sonra anlayabilmişti ne yazık ki.
            Demek ki insanın elinde olduğunu varsaydığı şeyler korku veriyor insana. Korkutuyor taa iliklerine kadar hissederek kayıplarını. Kayıp etmek istememek bir o kadar da üstüne ilave etmek çok büyük bir ıstırapmış sanki.
            Eee, ne demişler : ”Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli!” öyle ya, her zaman bir şeyler olabilir insan, bir şeyler başına gelebilir iyi veya kötü. Yapan yani getirenler kim? İnsanlar elbette. Her an birileri birilerine bir şeyler yapar veya yaptırır.
            Olanlar olduğundaysa sebep sonuç ilişkilerini değerlendirmek zahmetinde bulunmadan bir nedene dayandırılır bu neden de bir veya birkaç insan olur genellikle. Çocuklukta nineler de öyle yapmaz mıydı düşüp kolumuz veya dizimiz soyulduğunda ağlarken. “Bak şuna sen, neler yaptın benim aslanıma, ah sana, ah sana…” yerleri vurarak suçluya suçunun cezasını vermez miydi ninelerimiz.  Ne gariptir çocukluk, bir sürü anlamsızlıklardan, anlamsız davranış ve sözlerden bir anlam çıkartmaya kalkarlar büyüyünceye kadar. Büyüdükten sonra da her şeyden büyük anlamlar çıkarmaya başlarlar insanlar. Çıkarırlar ancak anlama yetileri gelişmemiştir hala ve “eski köye yeni adetler getirme” diyerek yetişkinler tarafından da eğitilmeye devam ederler. “Sus, otur oturduğun yerde…” diyerek en büyük keşiflerini yapmaya yönlendirilirler. Keşif yolculuğu yeni başlamıştır daha.
            Elbette tüm insanlı yaşam dönemlerinin açık ispatı olarak çocuğuna hırsızlığın en ince yöntemlerini öğretebilen ana ve babalar her zaman sınıf atlamışlardır. “İlk zamanlarda pezevenk derler, sonraysa Bey…” felsefesi vardı bir zamanlar. Beyaz kadın ticaretinin artmasında çok önemli bir keşifti. Fahişelik yeni keşfediliyordu sanki hâlbuki fahişelik dünyanın insanlı yaşamının en eski zamanlarına dayanır.
            Zafer bir türlü duygu ve düşüncelerini dizginleyememekten dertliydi genellikle. Başladılar mı arka arkaya dizilirlerdi. Bazıları Hanya’dan bazılarıysa Konya’dan dı sanki. Birbirine benzemez hatta bazen ipe sapa gelmez düşüncelerdi. Olsun! Artık rahatsız değildi onlardan çünkü bir kalem vermişti bir zamanlar iyi giyimli bir bayan ve “nereye yazacağım?” diye sorunca da zoraki gülümseyen nazik bayan çantasından çıkardığı bir şeyi atıvermişti önüne. Kendisi için almış olduğu yeni günlük defteriydi bu kilitli olan defter.
            Zafer o defteri açıp içine bakıncaya kadar nazik kadın uçmuştu sanki. Sokakta görünmüyordu başını kaldırdığında. Teşekkür bile edememişti. İçine dert olmuştu yıllar yılı. Minnet duygusuydu dert olan. Minnet etmeyi hiç sevmezdi çünkü. Defter mis gibi kokuyordu eline alıp sayfaları açtığında. O kokular bitmesin diye haftalarca açmadan eski paltosunun cebinde taşımıştı ve gördüğü her kadının ayakkabısına bakarak tanımaya çalışıyordu kadını. En iyi gördüğü ve hafızasına kazınan kadının yüksek topuklu kırmızı ayakkabısıydı.
            Bir gün cesaret edip cebinden çıkardı defteri ve kalemi de eline alıp ilk sayfasına yazmaya başladı. Öncelikle teşekkür etti nazik bayana. Yazdığı yazıyı defalarca okudu, silmek ve karalamak istemediğinden kelimelerini özenle seçerek yazmaya çalışıyordu. Tükenmez kalemdi kalemi, adı üstünde hiç tükenmeyecekti. Belki de ilk ve son kalemi olacaktı; az ve öz yazmalıydı aklına düşenleri. İşte ilk yazmaya başladığından beridir düşünceleriyle savaşmaktan vaz geçti ve kalem ile defter savaşmaya başlamıştı onlarla.
            “Karanlıktan, mezarlıktan, yükseklerden… Hiçbir şeyden korkmuyorum. Korkacak bir şeyim yok çünkü.” Yazıyordu “Teşekkür ederim, nazik, yüksek topuklu kırmızı ayakkabılı Bayan. Keşke adını sorabilmek aklıma gelip cesaret edebilseydim. Yüzüne bakmayı akıl edebilseydim işte o zaman ayakkabılarını değil de yüzünü kazırdım beynime ve bir gün seni görme hayalini kurabilirdim. Tekrar tekrar teşekkür edersem belki minnet borcumun azı da olsa ödeyebilirim. Teşekkür ederim nazik bayan.” Yazısından sonrasındaki satırlarda.

Görsel: Google Görseller

6 yorum:

  1. Yılandan korkmam,yalandan dolandan korktuğum kadar...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Haklısınız, yalan her kötülüğün anası sanki.

      Sil
  2. Çocukken korkmayız hiç bir şeyden, sonra yaşam kirlenmeye başlar ve korkularımız ortaya çıkar. Her korku aslında bir güvensizliğin yansıması değil midir?. Tecrübelerle öğreniriz korkmayı..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Katılıyorum size, insanların geçmişteki yaşamları ortak anlaşılan.Her şey beynimizin birinci aşamasında kayıtlı. korkmayı da öğreniyoruz dediğiniz gibi.

      Sil
  3. dünyada her şey karşıtıyla var.önce yalanı mı yoksa doğruyu mu öğreniyoruz?

    YanıtlaSil
  4. Bence öğrendiklerimizde çok yanlış var. Hatta öyle ki, 1000 yıllar öncesine kadar gidebilen "avcı-toplayıcı- dönemlerinden kalan izler var. sizleri bilemem ama biz çocukluğumuzda Aydede' den ayakkabı isterdik. Aslında bir tür oyuna benziyordu ancak son zamanlarda tesadüf olarak okuduğum "Dinler ve Mitolojiler" kitabından öğrendiğime göre o dönemlerde Ay bir tür tanrısal güç imiş. Yeryüzündeki bereketi sağladığına ve her şeyin Ay'dan geldiği düşünülüyormuş. :)

    YanıtlaSil

Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.