Karanlık Korkusu
Akşam
karanlığı basarken içine huzur dolmaya başladığından beridir karanlık korkusunu
yenmeye başlamıştı yıllar öncesinde. Çocukluk yıllarında karanlıktan korktuğu
gibi gece veya gündüz olsa da mezarlıklardan da korkardı Zafer.
Biraz
büyüyünce her ne kadar cesaret kazansa da hiçbir korkusunu yenecek kadar olmamıştı.
Yıllarca taşıdı korkularını ve korkularının yükünü. Epeyce ağırmışlar, bunu da
yıllar geçtikten sonra anlayabilmişti ne yazık ki.
Demek ki
insanın elinde olduğunu varsaydığı şeyler korku veriyor insana. Korkutuyor taa
iliklerine kadar hissederek kayıplarını. Kayıp etmek istememek bir o kadar da
üstüne ilave etmek çok büyük bir ıstırapmış sanki.
Eee, ne
demişler : ”Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli!” öyle ya, her zaman bir
şeyler olabilir insan, bir şeyler başına gelebilir iyi veya kötü. Yapan yani
getirenler kim? İnsanlar elbette. Her an birileri birilerine bir şeyler yapar
veya yaptırır.
Olanlar
olduğundaysa sebep sonuç ilişkilerini değerlendirmek zahmetinde bulunmadan bir
nedene dayandırılır bu neden de bir veya birkaç insan olur genellikle.
Çocuklukta nineler de öyle yapmaz mıydı düşüp kolumuz veya dizimiz soyulduğunda
ağlarken. “Bak şuna sen, neler yaptın benim aslanıma, ah sana, ah sana…”
yerleri vurarak suçluya suçunun cezasını vermez miydi ninelerimiz. Ne gariptir çocukluk, bir sürü
anlamsızlıklardan, anlamsız davranış ve sözlerden bir anlam çıkartmaya
kalkarlar büyüyünceye kadar. Büyüdükten sonra da her şeyden büyük anlamlar
çıkarmaya başlarlar insanlar. Çıkarırlar ancak anlama yetileri gelişmemiştir
hala ve “eski köye yeni adetler getirme” diyerek yetişkinler tarafından da
eğitilmeye devam ederler. “Sus, otur oturduğun yerde…” diyerek en büyük
keşiflerini yapmaya yönlendirilirler. Keşif yolculuğu yeni başlamıştır daha.
Elbette tüm
insanlı yaşam dönemlerinin açık ispatı olarak çocuğuna hırsızlığın en ince
yöntemlerini öğretebilen ana ve babalar her zaman sınıf atlamışlardır. “İlk
zamanlarda pezevenk derler, sonraysa Bey…” felsefesi vardı bir zamanlar. Beyaz
kadın ticaretinin artmasında çok önemli bir keşifti. Fahişelik yeni
keşfediliyordu sanki hâlbuki fahişelik dünyanın insanlı yaşamının en eski
zamanlarına dayanır.
Zafer bir
türlü duygu ve düşüncelerini dizginleyememekten dertliydi genellikle.
Başladılar mı arka arkaya dizilirlerdi. Bazıları Hanya’dan bazılarıysa
Konya’dan dı sanki. Birbirine benzemez hatta bazen ipe sapa gelmez
düşüncelerdi. Olsun! Artık rahatsız değildi onlardan çünkü bir kalem vermişti
bir zamanlar iyi giyimli bir bayan ve “nereye yazacağım?” diye sorunca da
zoraki gülümseyen nazik bayan çantasından çıkardığı bir şeyi atıvermişti önüne.
Kendisi için almış olduğu yeni günlük defteriydi bu kilitli olan defter.
Zafer o
defteri açıp içine bakıncaya kadar nazik kadın uçmuştu sanki. Sokakta
görünmüyordu başını kaldırdığında. Teşekkür bile edememişti. İçine dert olmuştu
yıllar yılı. Minnet duygusuydu dert olan. Minnet etmeyi hiç sevmezdi çünkü.
Defter mis gibi kokuyordu eline alıp sayfaları açtığında. O kokular bitmesin
diye haftalarca açmadan eski paltosunun cebinde taşımıştı ve gördüğü her
kadının ayakkabısına bakarak tanımaya çalışıyordu kadını. En iyi gördüğü ve
hafızasına kazınan kadının yüksek topuklu kırmızı ayakkabısıydı.
Bir gün
cesaret edip cebinden çıkardı defteri ve kalemi de eline alıp ilk sayfasına
yazmaya başladı. Öncelikle teşekkür etti nazik bayana. Yazdığı yazıyı defalarca
okudu, silmek ve karalamak istemediğinden kelimelerini özenle seçerek yazmaya
çalışıyordu. Tükenmez kalemdi kalemi, adı üstünde hiç tükenmeyecekti. Belki de
ilk ve son kalemi olacaktı; az ve öz yazmalıydı aklına düşenleri. İşte ilk
yazmaya başladığından beridir düşünceleriyle savaşmaktan vaz geçti ve kalem ile
defter savaşmaya başlamıştı onlarla.
“Karanlıktan,
mezarlıktan, yükseklerden… Hiçbir şeyden korkmuyorum. Korkacak bir şeyim yok
çünkü.” Yazıyordu “Teşekkür ederim, nazik, yüksek topuklu kırmızı ayakkabılı
Bayan. Keşke adını sorabilmek aklıma gelip cesaret edebilseydim. Yüzüne bakmayı
akıl edebilseydim işte o zaman ayakkabılarını değil de yüzünü kazırdım beynime
ve bir gün seni görme hayalini kurabilirdim. Tekrar tekrar teşekkür edersem
belki minnet borcumun azı da olsa ödeyebilirim. Teşekkür ederim nazik bayan.”
Yazısından sonrasındaki satırlarda.
Yılandan korkmam,yalandan dolandan korktuğum kadar...
YanıtlaSilHaklısınız, yalan her kötülüğün anası sanki.
SilÇocukken korkmayız hiç bir şeyden, sonra yaşam kirlenmeye başlar ve korkularımız ortaya çıkar. Her korku aslında bir güvensizliğin yansıması değil midir?. Tecrübelerle öğreniriz korkmayı..
YanıtlaSilKatılıyorum size, insanların geçmişteki yaşamları ortak anlaşılan.Her şey beynimizin birinci aşamasında kayıtlı. korkmayı da öğreniyoruz dediğiniz gibi.
Sildünyada her şey karşıtıyla var.önce yalanı mı yoksa doğruyu mu öğreniyoruz?
YanıtlaSilBence öğrendiklerimizde çok yanlış var. Hatta öyle ki, 1000 yıllar öncesine kadar gidebilen "avcı-toplayıcı- dönemlerinden kalan izler var. sizleri bilemem ama biz çocukluğumuzda Aydede' den ayakkabı isterdik. Aslında bir tür oyuna benziyordu ancak son zamanlarda tesadüf olarak okuduğum "Dinler ve Mitolojiler" kitabından öğrendiğime göre o dönemlerde Ay bir tür tanrısal güç imiş. Yeryüzündeki bereketi sağladığına ve her şeyin Ay'dan geldiği düşünülüyormuş. :)
YanıtlaSil