Yolculuk Nereye?
Kimim,
neyim, ne yaptım bu günlere kadar? Doğru muydu yaptıklarım, yanlış mıydılar?
Yine aynı şeyleri yapar mıyım bu günkü aklımla? Kaçtım mı, kovaladım mı? Yıldım
mı, savaştım mı? Kârda mıyım, zararda mıyım?.. Bitip tükenmeyen ve bir türlü
verilemeyen cevaplarla dolu kafamın içi.
Tamamen cevapsız değil sorular
ama bu günkü aklımla şüphe duyuyorum her birinden. Bu günkü aklımla kendi
hamurumu yoğuracak olsaydım başka bir heykel çıkarırdım ortaya. Ne tumturaklı
bir laf değil mi? Ama böyle işte, farklı bir nesne çizerdim, en azından gayret
ederdim.
Geçmişte en doğrusunu düşündüğümü
düşünerek kararlarımın doğruluğundan neredeyse yüzde yüz emin bilirdim kendimi.
Ama şimdi düşünüyorum ki hiçbir zaman yüzde yüz doğru diye bir şey yok. Her şey
daima değişiyor ve daima her şeyin başka bir alternatifi var.
Çevre ve yaşam koşulları insan
hamurunu şekillendiriyor bunu herkes biliyor sanıyorum. Çevre neyse bize de
bulaşıyor ve hamurumuza karışarak zaman içinde çevremizdekilere dönüşüyoruz.
Bir eşya oluyoruz, bir sevgili, bir eş, bir binek hayvanı, yük hayvanı, dede,
nine, ihtiyar, bunak vb. şekillenip gidiyoruz daima. Adına da hayat, yaşam gibi
adlar yakıştırıyoruz. Hele bir de cennet, cehennem yok mu!
Bu dünyaya gelmemizin altında önemli bir şeyler bulmaya
çalışıyoruz ve kendimizi önemli hissettirecek cafcaflı görevler biçiyoruz.
Hatta daha doğmadan donlar biçiliyor. Ne kadar önemliyiz? Bilmem! Çünkü pek de
sanıldığı kadar önemli değilizdir.
“Aptal, gerçekleri toplar; akıllı kişi seçer.” demiş, Jeolog, John
Wesley Powell.
Bu söz farklı şeyler düşündürdü
bana özellikle bilim adamlarıyla ilgi kurulacak olursa. Bilimle uğraşan ve
kariyerinin doruklarına kadar tırmanmış olanların üretkenlikleriyle ilgili
bakıldığında büyük bir çoğunluğunun yalnızca literatür taradığı görülecektir.
Üretenler de var elbette ama yeterince fazla olmadığı düşünüldüğü belli oluyor
bu sözden.
Diğer taraftan normal
okur-yazarlar düşünüldüğünde, birilerinin bildiklerini ceplerine doldurarak
böbürlendikleri rahatlıkla gözlemlenebilir. Ağızlarını açtıklarında imrenirdim
eskilerden. Şu şunu demiş, bu bunu demiş diye başlarlar cümleye ve arkasından
tumturaklı sözleri dizelerler arka arkaya. Ağzım bir karış açık kalırdı kendi
cahilliğimi görürdüm onların yanında. Ama şimdi düşünüyorum da kendilerinden
kattıkları hiçbir şey yokmuş konuşmalarına. Tamamen başkalarını söylediklerini
tekrarlıyorlarmış anlamlarını bile bilmeden. Belki de hiç merak etmediler ne
demek istenildiğini.
Yukarıdaki söz beni de tarif
ediyor diye düşünüyorum. Bu güne kadar okudum sürekli. İyi bir okur sayardım
kendimi. Çok konuda saatlerce konuşabilirim de ancak kaybettiklerimin yanında
öğrendiklerimin az olduğunu düşünüyorum nedense. Örnek mi, inek otlatmasını,
oğlak, kuzu sevmesini, onların gönlünü nasıl hoş tutacağımı unuttum. Tülü adlı
eşeğimizin nelerden hoşlandığını unuttum. Bir hayvanla arkadaş olabilmeyi
unuttum. Karıncaları ezmemeyi unuttum… daha çoook unuttuklarım var. Ağaç
dikmeyi, bir fidenin büyümeye başlamasını görmeyi ve bir dal vermesinin hazzını
unuttum. Cırcır böceklerinin seslerini, şarkılarını unuttum… dalından
koparılmış domatesin kokusunu, hıyarın lezzetini, terenin keyifli acılığını…
Diğer bir taraftan da
düşünüyorum ki, öğrendiğim statik, dinamik ve mekanik derslerinden edindiğim
bilgilerle bir traktör römorkunun nasıl yüklenmesi gerektiğini, emniyetli bir
şekilde taşınmasını sağlayabildim. Papağanlığıma gelince: Özcan Köknel ve Freud
okumakla kardeşimin sorunlarını çözebileceğimi düşünerek onu anlamaya çalışmak
yerine yargıladım güya öğrendiğimi sandığım bilgi kırıntılarıyla. Okulu bıraktı
sonuçta, sorunun ne olduğunu da öğrenemedim o zamanlar. Kendisi de bilmiyordu
işin doğrusu. Ama şimdi biliyorum.
Bakın ne diyor: “Okumaya ve Okumuşlara Dair” isimli
eserinde Ünlü Alman filozofu, Arthur
Schopenhauer: (d. 1788, Danzig- ö. 1860, Frankfurt am Main, Çeviren: Ahmet
Aydoğan, 1. Baskı: Say Yayınları, 2011).
s.9- Kendileri dışında sair herkes hakkında
en az fikre sahip insanlar yazmaktan ve okumaktan başka işi olmayan insanlardır
denebilir. Eğer elinden okumaktan ve yazmaktan başka bir şey gelmeyecekse
insanın okuma yazma bilmemesi daha iyidir.
s.11- Felçli bir kimsenin altından
koltuğunu çekip değneklerini bir tarafa bırakmasını, yahut bir mucize
olmaksızın, "döşeğini sırtlanıp yürümesini" istemek ne ise, bilginim
diye geçinen okurdan kitaplarını bir tarafa bırakıp kendi kendine düşünmesini
beklemek de odur.
s.12- Sadece okuyarak yazan
bir yazarın bütün etkinliği okumaktan ibaret okurdan farkı, birinin okuduğunu
diğerinin bir başka yerden okuyup yazıya dökmesinden ibarettir. Okumuşlar
edebiyat âleminin ağır işçileridirler sadece. Özgün bir eser vücuda getirmek
üzere onlardan çalışmaya koyulmalarını isteseniz yapamazlar, başları döner;
nerede olduklarını şaşırırlar. Yorulmak bilmez kitap okuyucuları bütün ömrü
suret çıkarmakla geçen tablo kopyacılarına benzerler ki kendilerine ait bir şey
yapmaya kalkıştıklarında tabiatın canlı biçimlerini çizebilecek kadar çevik bir
göze, sağlam bir ele ve parlak renklere sahip olmadıklarını görürler.
s.14- Eğitim-bilgisi
genellikle başkalarının bilmediği şeylerin bilgisidir, ve biz onu ancak
kitaplardan yahut diğer suni kaynaklardan ikinci el olarak devşirebiliriz.
Önümüzde yahut etrafımızda duran şeyin bilgisi ki bizim tecrübemize,
tutkularımıza, meşguliyetlerimize, insanların iç âlemlerine ve işlerine hitap
eder, eğitim bilgisi değildir.
s.16- … Konusunun tamamen
gafili olduğu bir eserden o kimsenin nasibi ne olabilir ki? Okumuş, bilgiçlik.
Taslayan birisi ancak, başka kitaplardan yararlanılarak hazırlanmış kitaplara
aşinadır. O bir papağan olarak. Başkalarının papağan gibi tekrarladıkları
şeyleri tekrarlar.
Düşündüğümü hemen söyleyeyim mi?
Çoğunlukla beni tarif ettiği açık. Bunu yazma denemelerime başladığımda
bilmiyordum ama neredeyse üç yıla yakın ciddi mesai ve emek harcayarak yazmaya
çalışıyorum. Yazmayla ilgili okuyorum da. Her okuduğumu eskiden okuduğumdan
farklı okumaya başladığımı da biliyorum çünkü fark ettim bunu. Belki fark
etmeye başlamam bir başlangıçtır. Bunun meyvelerini gelecek gösterecek ben de
bilmiyorum şimdilik.
Şimdilik en büyük sıkıntım
derinlere dalamamak. Vurgun yemekten korkuyorum, ölmekten değil. İnsan ne
dipsiz bir kuyuymuş böyle. Her dokunuşumla bir kaburgamı döküp çıkarmaya
kalkıyorum sanki acı ve ıstırap veriyor bana. Bu dünya ve bizler halüsinasyon
mu diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Bir perdeyi yırtsam başka bir renkte
bir perde daha çıkıyor önüme. Kaç perde var acaba daha yırtılması gereken?
30.06.19
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.