SAYFALAR

Pazartesi, Temmuz 01, 2019

Yolculuk Nereye?

Yolculuk Nereye?

                Kimim, neyim, ne yaptım bu günlere kadar? Doğru muydu yaptıklarım, yanlış mıydılar? Yine aynı şeyleri yapar mıyım bu günkü aklımla? Kaçtım mı, kovaladım mı? Yıldım mı, savaştım mı? Kârda mıyım, zararda mıyım?.. Bitip tükenmeyen ve bir türlü verilemeyen cevaplarla dolu kafamın içi.

Tamamen cevapsız değil sorular ama bu günkü aklımla şüphe duyuyorum her birinden. Bu günkü aklımla kendi hamurumu yoğuracak olsaydım başka bir heykel çıkarırdım ortaya. Ne tumturaklı bir laf değil mi? Ama böyle işte, farklı bir nesne çizerdim, en azından gayret ederdim.
Geçmişte en doğrusunu düşündüğümü düşünerek kararlarımın doğruluğundan neredeyse yüzde yüz emin bilirdim kendimi. Ama şimdi düşünüyorum ki hiçbir zaman yüzde yüz doğru diye bir şey yok. Her şey daima değişiyor ve daima her şeyin başka bir alternatifi var.
Çevre ve yaşam koşulları insan hamurunu şekillendiriyor bunu herkes biliyor sanıyorum. Çevre neyse bize de bulaşıyor ve hamurumuza karışarak zaman içinde çevremizdekilere dönüşüyoruz. Bir eşya oluyoruz, bir sevgili, bir eş, bir binek hayvanı, yük hayvanı, dede, nine, ihtiyar, bunak vb. şekillenip gidiyoruz daima. Adına da hayat, yaşam gibi adlar yakıştırıyoruz. Hele bir de cennet, cehennem yok mu!
Bu dünyaya gelmemizin altında önemli bir şeyler bulmaya çalışıyoruz ve kendimizi önemli hissettirecek cafcaflı görevler biçiyoruz. Hatta daha doğmadan donlar biçiliyor. Ne kadar önemliyiz? Bilmem! Çünkü pek de sanıldığı kadar önemli değilizdir.
                              “Aptal, gerçekleri toplar; akıllı kişi seçer.”  demiş, Jeolog, John Wesley Powell.
Bu söz farklı şeyler düşündürdü bana özellikle bilim adamlarıyla ilgi kurulacak olursa. Bilimle uğraşan ve kariyerinin doruklarına kadar tırmanmış olanların üretkenlikleriyle ilgili bakıldığında büyük bir çoğunluğunun yalnızca literatür taradığı görülecektir. Üretenler de var elbette ama yeterince fazla olmadığı düşünüldüğü belli oluyor bu sözden.
Diğer taraftan normal okur-yazarlar düşünüldüğünde, birilerinin bildiklerini ceplerine doldurarak böbürlendikleri rahatlıkla gözlemlenebilir. Ağızlarını açtıklarında imrenirdim eskilerden. Şu şunu demiş, bu bunu demiş diye başlarlar cümleye ve arkasından tumturaklı sözleri dizelerler arka arkaya. Ağzım bir karış açık kalırdı kendi cahilliğimi görürdüm onların yanında. Ama şimdi düşünüyorum da kendilerinden kattıkları hiçbir şey yokmuş konuşmalarına. Tamamen başkalarını söylediklerini tekrarlıyorlarmış anlamlarını bile bilmeden. Belki de hiç merak etmediler ne demek istenildiğini.
Yukarıdaki söz beni de tarif ediyor diye düşünüyorum. Bu güne kadar okudum sürekli. İyi bir okur sayardım kendimi. Çok konuda saatlerce konuşabilirim de ancak kaybettiklerimin yanında öğrendiklerimin az olduğunu düşünüyorum nedense. Örnek mi, inek otlatmasını, oğlak, kuzu sevmesini, onların gönlünü nasıl hoş tutacağımı unuttum. Tülü adlı eşeğimizin nelerden hoşlandığını unuttum. Bir hayvanla arkadaş olabilmeyi unuttum. Karıncaları ezmemeyi unuttum… daha çoook unuttuklarım var. Ağaç dikmeyi, bir fidenin büyümeye başlamasını görmeyi ve bir dal vermesinin hazzını unuttum. Cırcır böceklerinin seslerini, şarkılarını unuttum… dalından koparılmış domatesin kokusunu, hıyarın lezzetini, terenin keyifli acılığını…
Diğer bir taraftan da düşünüyorum ki, öğrendiğim statik, dinamik ve mekanik derslerinden edindiğim bilgilerle bir traktör römorkunun nasıl yüklenmesi gerektiğini, emniyetli bir şekilde taşınmasını sağlayabildim. Papağanlığıma gelince: Özcan Köknel ve Freud okumakla kardeşimin sorunlarını çözebileceğimi düşünerek onu anlamaya çalışmak yerine yargıladım güya öğrendiğimi sandığım bilgi kırıntılarıyla. Okulu bıraktı sonuçta, sorunun ne olduğunu da öğrenemedim o zamanlar. Kendisi de bilmiyordu işin doğrusu. Ama şimdi biliyorum.
Bakın ne diyor: “Okumaya ve Okumuşlara Dairisimli eserinde Ünlü Alman filozofu, Arthur Schopenhauer: (d. 1788, Danzig- ö. 1860, Frankfurt am Main, Çeviren: Ahmet Aydoğan, 1. Baskı: Say Yayınları, 2011).
             s.9-        Kendileri dışında sair herkes hakkında en az fikre sahip insanlar yazmaktan ve okumaktan başka işi olmayan insanlardır denebilir. Eğer elinden okumaktan ve yazmaktan başka bir şey gelmeyecekse insanın okuma yazma bilmemesi daha iyidir.
s.11-      Felçli bir kimsenin altından koltuğunu çekip değneklerini bir tarafa bırakmasını, yahut bir mucize olmaksızın, "döşeğini sırtlanıp yürümesini" istemek ne ise, bilginim diye geçinen okurdan kitaplarını bir tarafa bırakıp kendi kendine düşünmesini beklemek de odur.
s.12-      Sadece okuyarak yazan bir yazarın bütün etkinliği okumaktan ibaret okurdan farkı, birinin okuduğunu diğerinin bir başka yerden okuyup yazıya dökmesinden ibarettir. Okumuşlar edebiyat âleminin ağır işçileridirler sadece. Özgün bir eser vücuda getirmek üzere onlardan çalışmaya koyulmalarını isteseniz yapamazlar, başları döner; nerede olduklarını şaşırırlar. Yorulmak bilmez kitap okuyucuları bütün ömrü suret çıkarmakla geçen tablo kopyacılarına benzerler ki kendilerine ait bir şey yapmaya kalkıştıklarında tabiatın canlı biçimlerini çizebilecek kadar çevik bir göze, sağlam bir ele ve parlak renklere sahip olmadıklarını görürler.
s.14-      Eğitim-bilgisi genellikle başkalarının bilmediği şeylerin bilgisidir, ve biz onu ancak kitaplardan yahut diğer suni kaynaklardan ikinci el olarak devşirebiliriz. Önümüzde yahut etrafımızda duran şeyin bilgisi ki bizim tecrübemize, tutkularımıza, meşguliyetlerimize, insanların iç âlemlerine ve işlerine hitap eder, eğitim bilgisi değildir.
s.16-      … Konusunun tamamen gafili olduğu bir eserden o kimsenin nasibi ne olabilir ki? Okumuş, bilgiçlik. Taslayan birisi ancak, başka kitaplardan yararlanılarak hazırlanmış kitaplara aşinadır. O bir papağan olarak. Başkalarının papağan gibi tekrarladıkları şeyleri tekrarlar.

Düşündüğümü hemen söyleyeyim mi? Çoğunlukla beni tarif ettiği açık. Bunu yazma denemelerime başladığımda bilmiyordum ama neredeyse üç yıla yakın ciddi mesai ve emek harcayarak yazmaya çalışıyorum. Yazmayla ilgili okuyorum da. Her okuduğumu eskiden okuduğumdan farklı okumaya başladığımı da biliyorum çünkü fark ettim bunu. Belki fark etmeye başlamam bir başlangıçtır. Bunun meyvelerini gelecek gösterecek ben de bilmiyorum şimdilik.
Şimdilik en büyük sıkıntım derinlere dalamamak. Vurgun yemekten korkuyorum, ölmekten değil. İnsan ne dipsiz bir kuyuymuş böyle. Her dokunuşumla bir kaburgamı döküp çıkarmaya kalkıyorum sanki acı ve ıstırap veriyor bana. Bu dünya ve bizler halüsinasyon mu diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Bir perdeyi yırtsam başka bir renkte bir perde daha çıkıyor önüme. Kaç perde var acaba daha yırtılması gereken? 30.06.19
        
Görsel: Google Görseller

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.