SAYFALAR

Cumartesi, Mart 14, 2020

Köylüleşen Şehir ve...

Köylüleşen Şehir ve Körlük

                Ağır adımlarla yürürken Zafer çağrıldığı yöne doğru, köyü aklına düştü. Köydeki yaşamı geldi gözlerinin önüne. Kendisine baktı, çevresine baktı, beyni konuşuyordu durup dinlenmeden. Şehirdeki yaşamını ve başkalarının yaşamlarını düşündü. Farkları yoktu birbirinden ama köy yaşamı daha sıcak duruyordu şehir yaşamının yanında. Şehir yaşamındaki insanlar yalnızlaşmış, kendi dert ve tasalarıyla küçücük birer yumak olmuş yuvarlanıyorlardı habire, yönleri hiçbir zaman belli değildi taa ki ölünceye kadar. Ölmeleri bile belli belirsiz oluyordu her birinin. Bir varmış, bir yokmuş denilecek türdendi yaşam hikâyeleri.

            Üç beş çocuktan başka bırakacakları bir değer olmayan bu kuru kalabalık habire çoğalıp tüketiyorlardı ne varsa. Hiçbir zaman kalıcı bir izleri olmadan günü geldiğinde yok olup gidiyorlardı sessizce. Tek bir araya geldikleri zaman öldüklerinde oluyordu mezarlıklarda. O da birkaç on dakikadan öteye geçmiyordu. Sessiz kalabalıktı enikonu.
            Köylü olmak bu insanların yazgısı mıydı? Yoksa birilerinin yazması mıydı kara kara kömürlerle alınlarına yazılan kara yazılar? Tarihi geçmişe bakıldığında da farklı değildi yalnızlıkları. Bu yüzden de kendi başlarının çaresine bakmayı öğrenmişlerdi tek başlarına. Belki de bu yüzden kalabalıkları sevmiyorlardı. Geniş bir aile onların tek dayanağı ve her şeyine katlanmayı göze aldıklarıydı. Etliye, sütlüye karışmamayı destur edindikleri tarihi öğretiler ve acımasızlıklar onların suçu olmadığı halde yükünü onlar çekiyordu tarihin her döneminde.
            Köylü kendini ayakta tutacak kadar öğrenmişti her şeyi, olanın da hepsi oydu zaten. Çabası olmasına rağmen hiçbir dönemde elinden tutan olmamıştı Atatürk’e gelinceye kadar. Çevresinde olup biten her şeye kuşkuyla yaklaşan köylü yeniliklere daima mesafeli davranmayı öğrenmiştir tarihte çünkü yenilik dedikleri her şey kendilerinden bir şeyler alıp götürmüş ve dayanaklarını alıp götürmüşlerdir daima. İşte bu yüzden tamamen sarılmadan önce iyice anlayıp görmek isterlerdi yenilik denilen şeyi.
            Atatürk’ten gayrı da iyi bir şey çıkmadı karşılarına zaten. Köy enstitüsü dedikleri bir şey vardı bir zamanlar, köylüyü ayaklarının üstüne dikmeye çalışan ama en küçük kıpırtısında dizlerine vurdular hemen. Korkmuştu şehirli denilen fırsatçı aç kurtlar. Köylünün ürkek davranışı ilk defa hayati bir rol oynamıştı zararına. Bir memleket kurtuluş savaşından çıkmış aç, susuz, sefil ve yokluklar içinde bitkin düşmüş, yüzde sekseni köylerde yaşıyor ve hiçbir şey yapılabilme imkânı yok.
            Bu topraklarda yetişen aydınlar aydın demeye bin bir şahit isteyen türde insanlar, kendi kılık kıyafetinin düzgün olması ve üç beş kuruş kazanabiliyor olmasını kendisi için bir lütuf sayıp tanrısına dua etmekten başka bir şeye yaramayan ve Kaf dağında yaşayan kendini beğenmiş insanların yoğunluğu adım atılmasını oldukça engellemiş ve engellemeye devam ediyor olduğunu görmek acı veriyor insana. 
            Zafer yürüdüğü mesafeyi hiç hatırlamıyordu kafasını kaldırıp baktığında tepeye varmış olduğunu görünce düşündüğünde. Geriye dönüp baktı bir süre. Kendisini bu kadar kaybettiren neydi? Sil baştan düşünmeye başladı düşünmüş olduklarını. Aklından geçenleri kelimesi kelimesine hatırlamaya çalıştı bir süre.
            Yüzde seksen olan köylü nüfusu tarlalarından, bağ ve bahçelerinden koparıp şehirlere taşıdılar karın tokluğuna amele yapmak için. Fabrikalarda yarı aç yarı çıplak iki lokma kuru ekmek derdine düşürüp iyice çaresiz kalmasına neden olanlar hiçbir zaman geriye dönüp bakmadılar, sormadılar da kendilerine biz ne yapıyoruz? Diye. Amaçları çok açıktı zaten, sormalarına gerek yoktu.
            Tarihi derinliklerden gelen korku içlerini sarıp kinlerini büyütmüştü. Yalnızlıkları ve dağınıklıklarıysa tam bir avantajdı yapmayı düşündükleri için. Köylüler ise hiç düşünemediler köklerinden koparılmaya çalıştıklarını çünkü mevcut durumlarından daha iyi görünüyordu ilk zamanlar.
            Her biri şehirde kaybolup gittiler kuru gürültüler ve sisler arasında. Eğitim yok, bilinç yok tek dert ayakta kalabilip yarına çıkabilmek. Kendilerinden çok gelecekteki çocuklarının istikbalini kurtarmaktı tek dert ve tasaları. Katlanmalarının yegâne gayesiydi çocuklarının geleceği.
            Hız kesmedi köyden şehire taşınma. Nihayet yüzde beşe düştü köyde kalan. Şehirler alabildiğine köylü kaynıyordu yarı aç yarı tok amelelik yapan. Eğitim olanağı yakalayan çok azı da köylülüğünü unutup sınıf atladığını düşünerek aklınca böbürlenme gerekçesi yaratıyorlardı kendilerine. Doktor, mühendis, avukat, hemşire, ebe kaymakam, vali, … Daha binbir tür meslekten olan köylüler sınıf atladığını düşündüğü için şalvarlı, yırtık pantolonlu babası ve dastarlı, fistanlı, basma goca donlu analarını utanç kaynağı sayıp kendilerinden uzaklaştırmanın yolunu buluyorlar veya kendileri uzaklaşmanın bir yolunu bulmayı tercih ediyorlar. Bir hikâye aklından geçince tüyleri diken diken olan zafer “Vali olamazsın demedim oğlum ben sana adam olamazsın dedim” diyen vali babasının kolluk kuvvetiyle ayaklarına kadar çağırdığı kocaman ihtişamlı masası önünde oğlunun başa kakmasından sonra söyledikleri oldukça güzel anlatıyordu bizim aydınları. 

Devam edecek...

Görsel: Google Görseller

4 yorum:

  1. Kalabalıkların ortasında yiyip içip çoğalıyor, birbirimize hizmet ediyor sonra da ölüp gidiyoruz. Başka da bir şey olduğu yok.
    Memleketimizde kalıp gelişmeyi öğrenememişiz bir türlü. Öğrenebilseydik en azından mutlu hayatlar sürerdik...
    Güzel tespitler var yazınızda emeğinize sağlık :)

    YanıtlaSil
  2. Çok yoğun ve bazen uzun cümleler anlamaya engel oluyor gibi geldi. Anlattıklarınız çok içten duygular içeriyor. Özlem veriyor. Toplum için bende 3D Yazıcılar üzerine https://egitimci.blogspot.com Blog yazıyorum

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. egitimci, haklısınız, teşekkür ederim uyarınız için. Henüz başarabildiğim bir hale gelmedim kısa ve basit cümlelerle anlatım durumunu. Daha almam gereken yol var bu konuda. :)

      Sil

Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.