Köylüleşen Şehir ve Körlük
Ağır adımlarla yürürken Zafer
çağrıldığı yöne doğru, köyü aklına düştü. Köydeki yaşamı geldi gözlerinin
önüne. Kendisine baktı, çevresine baktı, beyni konuşuyordu durup dinlenmeden.
Şehirdeki yaşamını ve başkalarının yaşamlarını düşündü. Farkları yoktu
birbirinden ama köy yaşamı daha sıcak duruyordu şehir yaşamının yanında. Şehir
yaşamındaki insanlar yalnızlaşmış, kendi dert ve tasalarıyla küçücük birer
yumak olmuş yuvarlanıyorlardı habire, yönleri hiçbir zaman belli değildi taa ki
ölünceye kadar. Ölmeleri bile belli belirsiz oluyordu her birinin. Bir varmış,
bir yokmuş denilecek türdendi yaşam hikâyeleri.
Üç beş çocuktan
başka bırakacakları bir değer olmayan bu kuru kalabalık habire çoğalıp
tüketiyorlardı ne varsa. Hiçbir zaman kalıcı bir izleri olmadan günü geldiğinde
yok olup gidiyorlardı sessizce. Tek bir araya geldikleri zaman öldüklerinde
oluyordu mezarlıklarda. O da birkaç on dakikadan öteye geçmiyordu. Sessiz
kalabalıktı enikonu.
Köylü olmak
bu insanların yazgısı mıydı? Yoksa birilerinin yazması mıydı kara kara
kömürlerle alınlarına yazılan kara yazılar? Tarihi geçmişe bakıldığında da
farklı değildi yalnızlıkları. Bu yüzden de kendi başlarının çaresine bakmayı
öğrenmişlerdi tek başlarına. Belki de bu yüzden kalabalıkları sevmiyorlardı.
Geniş bir aile onların tek dayanağı ve her şeyine katlanmayı göze aldıklarıydı.
Etliye, sütlüye karışmamayı destur edindikleri tarihi öğretiler ve
acımasızlıklar onların suçu olmadığı halde yükünü onlar çekiyordu tarihin her
döneminde.
Köylü
kendini ayakta tutacak kadar öğrenmişti her şeyi, olanın da hepsi oydu zaten.
Çabası olmasına rağmen hiçbir dönemde elinden tutan olmamıştı Atatürk’e
gelinceye kadar. Çevresinde olup biten her şeye kuşkuyla yaklaşan köylü
yeniliklere daima mesafeli davranmayı öğrenmiştir tarihte çünkü yenilik
dedikleri her şey kendilerinden bir şeyler alıp götürmüş ve dayanaklarını alıp
götürmüşlerdir daima. İşte bu yüzden tamamen sarılmadan önce iyice anlayıp
görmek isterlerdi yenilik denilen şeyi.
Atatürk’ten
gayrı da iyi bir şey çıkmadı karşılarına zaten. Köy enstitüsü dedikleri bir şey
vardı bir zamanlar, köylüyü ayaklarının üstüne dikmeye çalışan ama en küçük
kıpırtısında dizlerine vurdular hemen. Korkmuştu şehirli denilen fırsatçı aç
kurtlar. Köylünün ürkek davranışı ilk defa hayati bir rol oynamıştı zararına.
Bir memleket kurtuluş savaşından çıkmış aç, susuz, sefil ve yokluklar içinde
bitkin düşmüş, yüzde sekseni köylerde yaşıyor ve hiçbir şey yapılabilme imkânı
yok.
Bu
topraklarda yetişen aydınlar aydın demeye bin bir şahit isteyen türde insanlar,
kendi kılık kıyafetinin düzgün olması ve üç beş kuruş kazanabiliyor olmasını
kendisi için bir lütuf sayıp tanrısına dua etmekten başka bir şeye yaramayan ve
Kaf dağında yaşayan kendini beğenmiş insanların yoğunluğu adım atılmasını
oldukça engellemiş ve engellemeye devam ediyor olduğunu görmek acı veriyor
insana.
Zafer
yürüdüğü mesafeyi hiç hatırlamıyordu kafasını kaldırıp baktığında tepeye varmış
olduğunu görünce düşündüğünde. Geriye dönüp baktı bir süre. Kendisini bu kadar
kaybettiren neydi? Sil baştan düşünmeye başladı düşünmüş olduklarını. Aklından
geçenleri kelimesi kelimesine hatırlamaya çalıştı bir süre.
Yüzde seksen
olan köylü nüfusu tarlalarından, bağ ve bahçelerinden koparıp şehirlere
taşıdılar karın tokluğuna amele yapmak için. Fabrikalarda yarı aç yarı çıplak
iki lokma kuru ekmek derdine düşürüp iyice çaresiz kalmasına neden olanlar
hiçbir zaman geriye dönüp bakmadılar, sormadılar da kendilerine biz ne
yapıyoruz? Diye. Amaçları çok açıktı zaten, sormalarına gerek yoktu.
Tarihi
derinliklerden gelen korku içlerini sarıp kinlerini büyütmüştü. Yalnızlıkları
ve dağınıklıklarıysa tam bir avantajdı yapmayı düşündükleri için. Köylüler ise
hiç düşünemediler köklerinden koparılmaya çalıştıklarını çünkü mevcut
durumlarından daha iyi görünüyordu ilk zamanlar.
Her biri
şehirde kaybolup gittiler kuru gürültüler ve sisler arasında. Eğitim yok, bilinç
yok tek dert ayakta kalabilip yarına çıkabilmek. Kendilerinden çok gelecekteki
çocuklarının istikbalini kurtarmaktı tek dert ve tasaları. Katlanmalarının
yegâne gayesiydi çocuklarının geleceği.
Hız kesmedi
köyden şehire taşınma. Nihayet yüzde beşe düştü köyde kalan. Şehirler
alabildiğine köylü kaynıyordu yarı aç yarı tok amelelik yapan. Eğitim olanağı
yakalayan çok azı da köylülüğünü unutup sınıf atladığını düşünerek aklınca
böbürlenme gerekçesi yaratıyorlardı kendilerine. Doktor, mühendis, avukat,
hemşire, ebe kaymakam, vali, … Daha binbir tür meslekten olan köylüler sınıf
atladığını düşündüğü için şalvarlı, yırtık pantolonlu babası ve dastarlı,
fistanlı, basma goca donlu analarını utanç kaynağı sayıp kendilerinden
uzaklaştırmanın yolunu buluyorlar veya kendileri uzaklaşmanın bir yolunu
bulmayı tercih ediyorlar. Bir hikâye aklından geçince tüyleri diken diken olan
zafer “Vali olamazsın demedim oğlum ben sana adam olamazsın dedim” diyen vali
babasının kolluk kuvvetiyle ayaklarına kadar çağırdığı kocaman ihtişamlı masası
önünde oğlunun başa kakmasından sonra söyledikleri oldukça güzel anlatıyordu
bizim aydınları.
Devam edecek...
Görsel: Google Görseller
Kalabalıkların ortasında yiyip içip çoğalıyor, birbirimize hizmet ediyor sonra da ölüp gidiyoruz. Başka da bir şey olduğu yok.
YanıtlaSilMemleketimizde kalıp gelişmeyi öğrenememişiz bir türlü. Öğrenebilseydik en azından mutlu hayatlar sürerdik...
Güzel tespitler var yazınızda emeğinize sağlık :)
Teşekkür ederim. :)
SilÇok yoğun ve bazen uzun cümleler anlamaya engel oluyor gibi geldi. Anlattıklarınız çok içten duygular içeriyor. Özlem veriyor. Toplum için bende 3D Yazıcılar üzerine https://egitimci.blogspot.com Blog yazıyorum
YanıtlaSilegitimci, haklısınız, teşekkür ederim uyarınız için. Henüz başarabildiğim bir hale gelmedim kısa ve basit cümlelerle anlatım durumunu. Daha almam gereken yol var bu konuda. :)
Sil