SAYFALAR

Pazartesi, Mart 23, 2020

Ölümü Beklerken

Suçluluk

            Ölüm türlü türlü olur derlerdi de aklım sarmazdı çocukluğumda, bence tek bir ölüm vardı, yatıp ölmek, ölüp kalmak, vurulmak, …  Velhasıl gömülmekti kara toprağın altına.

            Tepesindeki saçlar dökülmüş, bembeyaz saç ve sakallarıyla sakin adımlarla yürürken yolda, arada bir başını da sallayarak iki yana, sanki yanı başındaki birisiyle konuşur gibiydi. Yaşlı adamın kafasında binbir düşünce var olduğu belliydi, bakışları donuk, cansızdı. Yılları arkasında bırakmış demek ne kadar doğru bir ifade olur bilemem ama adeta arkadan koşturuyorlardı geride bıraktığı yıllar, yetişemiyorlardı sanki. Kendisi o yaşlı haliyle daha öndeydi geçmişindeki zamanlardan.
            Her şey uzaktan güzel görünür diye geçirdi aklından. Kendisini iyi hissediyordu uyandığından beri. Kendi kendini kovarak çıkardı evden. Kahvaltı bile yapmadan sokağa attı kendini. Ceza mı yoksa ödül müydü hiç üzerinde durmadı düşüncesinin. Önemli bir şey olsa elbette üzerinde düşünürdü. Bu gün evden dışarıya çıkmak büyük ödüldü çünkü.
            Ne yapıyorum ben böyle? Sorusu ilk aklına düştüğünde afalladığını hatırladı, kızmıştı kendi kendine. Kaç yıllar geçmişti kendini cezalandırmaya başlayalı. Bu kadar ağır cezayı hak edecek ne yapmıştı sanki? Ama gönül öyle demiyordu. Hasretini çektikleri kalmıştı geride.  Onlar için bir şeyler yapamamanın üzüntüsünü yaşamıştı yıllardır kendi kendine.
            Evdekilere hiçbir haber bırakmadan alıp başını gitmek isteği içinde ilk belirdiğinde korkuya kapılmasını aklına getirmek istemeden adımlarını sıklaştırdı. Acele edercesine yürümeye başladı. Hayatının neredeyse kırk yılını acele ederek geçirmişti, işe bir an önce yetişmek için koşar adım yürümüştü. Alışkanlık işte diye başını sallayıp yavaşladı biraz ama alışkanlıklar öyle kolay bırakılamıyordu ha dediğinde. Dile kolay, kırk yıllık alışkanlıklardan bunlar.
            Bakalım arayan soran olacak mı? Kıymeti de belli olacaktı böylece. Acaba çocukça mı davranıyordu bu yaşından sonra? Olsun, çocukça, mocukça. Oldu işte. Şunun şurasında birkaç saat olur olsa olsa. Yatıya gittiğim yok ya diye bahane uydurdu kendine. Neredeyse yolu yarılamak üzere olduğunu fark etti karşıdaki sevdiği pastaneyi görünce. Keşke ihtiyarı da getirseydim diye düşününce üzüldü. Durakladı bir an.
            Olduğu yerde dikilip düşündü, düşündü. Ayaklarında isteksizlik vardı, bir türlü ileriye adım atmak istemiyorlardı. Eğilip baktı yerindeler mi diye. Yerindeydi her ikiside. Evlendiğinden beri karısından ayrı hiç kahvaltı yapmamış olduğunu düşündü. Garibim her sabah kör karanlıklarda mutlaka kahvaltısını hazırlamış, bitirinceye kadar da yanıbaşında beklemişti. Hasta olduğu zamanlar bile bir güne bir gün hastalığını bahane edip yatakoymamıştı sıcacık yatağında. Olmaz, olmadı, olmadı bu iş. Doğru yapmadım. Bunamışım ben bunamışım.
            Suçluluk ve minnet duygusu ağır bastı. Hızlı döndü gerisin geriye, geldiği yoldan hızlıca evin yolunu tuttu. Hanımına sürpriz yapmaya karar verdi. Kahvaltıya onu da çıkaracak. Kırmaz kendisini. Hem neden kıracakmış canım. Kaç defa çıkardı yemeğe veya kahvaltıya da kıracak. Tam tersine, şaşıracak da kafayı yedi ihtiyar, aklı başından gitti, yetişin çocuklar diyecek. Bak görürsün!

Acele Et

            Yavaşça açtı kapıyı. Gürültü yapmadan yatak odalarına geçti parmak uçlarına basa basa. Ama uyanıktı hanımı. Oturduğu yerden: “Bey, neredeydin sen? Evin her yerine baktım da bulamayınca meraklandım kötü bir şey mi oldu diye? Giyiniksin de. Neler oluyor beey?” işaret parmağıyla sus işareti yaparak yanına vardı hanımının. “hadi kalk gidiyoruz, hazırlan çabuk!” oturdu yatağın ayakucuna. “Nereye gidiyoruz bey. Ne bu acelen? Aklımı alma başımdan sabahın köründe. Neler oluyor hele bi güzel anlat önce?”
            “Sabahın bir yerinde uyandım birden. Uyuyamadım. Uyumak için uğraştımsa da olmadı. Ben de kızdım kendi kendime ve kahvaltı yapmak için çıktım başıma. Ama bir yere varınca ayaklarım isyan ettiler ve beni taşımadılar daha ileriye. Bir süre dikilip kaldım olduğum yerde. Tekrar niyetlendim yine olmadı. Sen geldin aklıma. Yıllarca kahrımı çektin benim. Bir güne bir gün kahvaltı ettirmeden yollamadın beni işe. Hasta bile olduğunda yine hazırladın kahvaltımı. Ben de oradan dönüp geldim seni de götürmek için. Oldu mu, rahatladın mı şimdi? Hadi kalk, hazırlan. Bu gün kahvaltımızı dışarıda, istediğin neresi varsa oraya gidiyoruz.”
            “ilahi bey! Çocuklaştın iyice. Çocuklara ne diyeceğiz şimdi. Uyanmışlardır…”
            “Anlamam ben çocuk mocuk. Kimseyi istemiyorum. Ben seninle yapacağım bu gün kahvaltıyı.” Aynanın karşısında üstüne başına çeki düzen verdi. Saçlarını eliyle geriye aktardıktan sonra kapıya doğru yürüyüp uyanmış olan var mı diye baktı. Kimseyi göremedi kapı aralığından. “hadisene be kadııın. Düğüne mi gidiyoruz. Şunun şurasında kahvaltı yapıp geleceğiz.”
            “Geldim, geldim. Patladın sen de haa! Sana bir şeyler olmuş bu gece. Bekle de kıza haber bırakayım bari merak etmesinler.”
            Sokağa çıkıp birkaç adım atınca kolunu kaldırıp “Gir bakayım şöyle koluma da.” Hanımı koluna girip birlikte yürümeye başladılar. “Bundan sonra böyle, işine gelse de gelmese de.”
            “Bey, sen şu işin aslını astarını bir güzel anlatsan da ben de anlasam ya. Hem vakit geçmiş olur gideceğimiz yere varıncaya kadar.”
            “Anlatayım hanım. Bak… Ne zamandır aklım karışıp duruyordu ömür bitiyor diye düşündükçe. Ben düşünmek istemedikçe de kafamın etini yedi durdu düşünceler. Biz doğru dürüst gün mü gördük? Hep iş, hep iş. Yok, kız okusun, aman oğlanı everelim. Aman çeyiz düzelim. Öyle değil mi? Üstüne üstelik üç beş kuruş emekliliği de onun bunun yırtığını, söküğünü kapatalım diye veriyoruz. Bundan sonra kendimize zaman ayırmaya karar verdim. İkimiz, sadece ikimiz. Arta kalan olursa yardım ederiz. Nasıl olsa çalışıyorlar hepsi de. İşleri güçleri iyi. Kimseye muhtaçlıkları da yok. Yetiremezsek biz onlardan isteriz bu sefer de.”
            “İlahi bey. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi bütün bu dediklerin. Senin bu kadar değişeceğin. Ben de senin içine kapanmandan endişeleniyordum da bir türlü sana açamamıştım kırılırsın diye. İyi oldu aklının estiği. Hah şöyle, bırak, dünya yıkılıp da altında kalan yok ya. Herkesin keyfi, sağlığı yerinde. Kimsenin senden bir şey istediği de yok zaten bu zamandan sonra. Haa, isteyen olursa da bakarsın duruma göre. Kırk yıl öncesi geldi gözlerimin önüne. Ağlamamak için zor tutuyorum kendimi. Sağol bey sağol.”
            “Sen de sağ ol hanım sen de. Neredeyse ölmeyi bekler olmuşuz yahu. Nasılsa ölünecek öyle değil mi, niye yaşarken de ölüyü oynayalım. Gelsin alsın Azrail Efendi, alabiliyorsa. İşte buradayız.”

Baş başa Kahvaltı

                “Biliyor musun Bey, ben buraya ta genç kızlığımdan beri girmek istemişimdir. Çocuklar babalarının, analarının ellerinde gelirlerdi bayramlarda, seyranlarda. Bu güneymiş nasip, sayende.”
                Yaşlı adamın içinde sevinçle karışık buruk bir hüzün de kapladı karısının buğulu gözlerine bakarken. Ellerini ellerinin içine almış, karısının söylediği kelimeler kafasının içinde dolanıp dururlarken neleri kaçırdığını fark etti ama şimdi bu yaşlı kadına söylemenin zamanı değil diye düşünüp “ne iyi etmişim öyleyse bu sabah böyle bir delilik etmekle.” diyerek gözleri parladı.
                Her bir lokmanın tadına varmaya çalışıyorlarmışcasına gayet yavaş ağızlarına götürüp yavaş yavaş çiğniyorlar itinayla. Sanki tabaktakilere çatallarını batırırken onları incitmek istemiyorlar gibi bir hava da seziliyor. Bir an çatalı bıçağı bırakıp başını kaldırdı dikkatlice karşısındaki bir çift göze baktı: “Neden bu güne kadar bir şey demedin bana, başka zamanlarda da birlikte çıktığımız olmuştu seyrek de olsa?”
                Neden bu gün böyle sorular sorup duruyor bu adam diye düşünürken çatalı ve bıçağı bırakıp ellerini birleştirerek arkasına yaslandı ve kocasının gözlerini esir alırcasına bakarak: “Bey, o zamanlar sen genç bir delikanlıydın ve bana bir şey sormadan her şeyin en iyisini sen biliyorsun diye düşünürdüm. Arada aklımdan geçse bile bir yere gitmek, kırılırsın diye korkuyordum. Olsun, hiç birinden de bir şikâyetim olmuyordu ki. Her birisi benim için muazzam bir şeydi, ilktiler hepsi de. Seninle baş başa olmak her zaman benim için paha biçilmezdi, bırak beğenmemeyi adeta ayaklarım yerden kesiliyordu da giderken bile uçuyormuşum gibi hissederdim. Galiba bu yüzden de ihtiyaç duymadım.”
                Üzerlerinden geçen o kadar şey birbirlerine olan tutkularını yıpratmamış tam tersine perçinlemiş sanki. Kahvaltılarını bırakmışlar birbirlerini seyre dalmışlardı. Etraflarındaki masalardan gelen sesleri bazen duyuyorlar bazen duymuyorlardı.
                “Ah, ah. Ne kadar da hızlı geçmiş zamanlar. Hiç aklıma takılmamıştı bu zamanlara kadar. İlk kızımız doğduğunu hatırlıyorum da, daha dünmüş gibi geliyor. Hem sevinmiştim, hem de hüzünlenip kaygılanmıştım. Sevinçliydim, ilkti, minicik elleri, yumuş yumuş gözleri vardı. İlk gözünü açtığını hatırladın mı hanım? Ben el sallamıştım da hemşire gülmeye başlamıştı ve arkasından ‘görmez daha bir süre daha’ dediğinde ne kadar utanmıştım bir bilsen. Hüzünlendim, çünkü hiçbir şeyimiz yoktu, ne doğru dürüst bir işim ne de yakın zamanda bir iş ümidi. Nasıl geçiniriz? Diye kendime eziyetler ettim aylarca. Taa ki iş haberini baban verdiği o akşama kadar. Oldu gitti her şey işte. Nasıl olduğunu bile anlamadan. Bu arada seni bile doğru dürüst göremedim belki de. İnan hiçbir zaman kötü bir niyet beslemedim senden yana, tam tersine en sıkıntılı zamanlarımda bile hep senden umut ve yardım bekledim. Fazlasıyla da aldım ve buldum. Bazen geceler boyu düşünmeden edemezdim seni ve yaptığın iyilikleri, hele o konuşmalarının sımsıcak tonu yok mu, panzehirim oldular daima. Salağım ben, salak. Şımarırsın diye bir güne bir gün bir çift kelam edemedim. Bilemedim, düşünemedim bu günlere kadar, senin şımarmayacağını tam tersine beni daha fazla sevebileceğini, senin de rahatlayabileceğini, kendini güvende hissedebileceğini… İşte saçma sapan şeyler söylemeye başladım yine… “  gözlerini ayırıp tabağa dikerek: “Ben bunamaya başladım hakikaten hanım. Baksana ağzımdan neler dökülüyor!..”

Sürpriz Taş Plak

                Yılların yıkamadığı dağ gibi kocasının karşısında mum gibi ezilip büzülmesini bir türlü kendisine yediremeyen yaşlı kadının anaç duyguları hemen devreye girdiler. Eğilip kocasının ellerini tuttu. Hala başı önde duruyordu. Bir eliyle çenesinin altına dokunarak: “Bak, bak bakayım bana Bey!”
                Kafasını kaldırıp karısının sevgi dolu gözlerinin içine gömülüp kaldı yaşlı adam, bir korumasız bebek gibi hissediyordu kendisini. Çenesinin altındaki iki, üç parmağı bile yakmaya, tutuşturmaya yetmişti. Eridikçe eridi, eridikçe eridi parmaklarının ucunda. Sesler kafasının içinde uçuşuyorlar, bir türlü anlaşılmıyorlardı.
                “Bey, sen hiç kaygılanma benden yana. Sen her zaman bir dağdın benim için. Sırtımı yasladığım tek güvencemdin benim. Her zaman da öyle oldun. Hala da öylesin. Çocuklarımız bir yana sen bir yanasın. Bak, çocuklar uçup gittiler, biz yine baş başayız seninle. Nasıl başladıysak yine öyleyiz. Sen aslında kendi kendine yanıp tutuşuyorsun böyle. Ben senden yana çok, çooook memnunum. Hiç kırmadın beni. Kırılmadım hiçbir sözünden de. Haklıydın zaman zaman. Şimdi bırakalım sızlanmayı da şu güzelim nimetlerin tadını çıkaralım, ha, ne dersin?” yaşlı kocasının gözlerindeki ışık değişmişti, yine parlamaya başladılar eskiden olduğu gibi. Çatal, bıçaklarını ellerine almışlar, itinayla hazırladıkları lokmalarını ağızlarına atmaya başladılar.
                Başını kaldırıp duvardaki saate bakan yaşlı adam, “işte, yine ne kadar hızlı geçmiş zaman, bize kastı var bu saatin!” dedi. Ağzındaki son lokmasını çiğnemeye başladı yavaş yavaş.
                “Bey, biliyor musun; hayatımın en güzel saatleri şu saatler. Gençleşmiş gibi hissediyorum şu anda. Dans bile edebilirim seninle.” Gülümseyen yaşlı adam: “Neden olmasın!” dedi karşıya bakarak. Servisi toplamak için tam da arkasında beklemekte olan delikanlı garson, yaşlı kadının “dans edebilirim” sözünü duyunca onlara sürpriz yapmak için duvardaki süs gibi duran gramofona bir taş plak koydu. Cızırtılar eşliğinde gençliklerinde sık sık duydukları bir müzik sesi doldurmaya başladı salonu. Bütün müşterilerin de dikkatini çeken müzik, herkesin başını kaldırıp müziğin nereden geldiğini anlamaya çalışmalarına yol açmıştı.
                Yaşlı kadın kocasının gözlerinin içine bakmaya başladı sürprizin ondan geldiğini düşünerek. Gülümseyen yaşlı adam elini öne uzatmış bekliyordu karşısında. “Ne bekliyoruz, hadisene. Acele et, acele et, bitecek plak.” Deyip ayağa kalktılar kalabalığın alkışlarına aldırmadan. Bütün gözler kendilerine dikilmiş, çatal, tabak sesleri kesilmişti. Bir, iki bebek sesinden başka bir ses takılmıyordu kulaklarına. Masalarının yanındaki boşlukta dans ederek bitirdiler taş plağı. Müzik sesi kesilmiş cızırtılar kaplamıştı her yeri. Oturdular tekrar yerlerine. Yaşlı adam elini kaldırıp hesap istedi.
                Yanlarına gelen genç garson: “Efendim kahvelerinizi nasıl söyleyeyim?” şaşırdılar önce ama birer şekersiz kahve söylediler. Kahvenin gelmesi biraz geç olmuştu. Aksilikten dolayı özür diledi genç garson ve kahvelerini bıraktı önlerine.
                Arkada hareketlilik artmış gözler kapıya yönelmişti. Belli olsun istemediklerinden dikkatli davranmaya çalışıyorlardı çalışanlar. “işte geldi” dediği duyuldu birisinin. Genç garson koşarak gitti arkaya doğru ve elinde güzel bir çiçek buketiyle geldi masaya, hesap yerine. Şaşkın şaşkın garsona bakan iki yaşlı, gözlerini birbirlerine çevirdiler. “Efendim, bu sizin için, bizim sürprizimiz. Sizin gibiler pek yok artık. Oldukça uzun zamandır karşılaşamadık maalesef. Ayrıca hesabınızı da bizim ikramımız olarak kabul edin lütfen.” Diyerek eğiliyordu önlerinde. Duyguları allak bullak olmuştu. Bir an bir şeyler söylemek istemişler ama dilleri damaklarına yapışmış söyleyememişlerdi.
                Alkışlar salonu inletircesine dalga dalga bir yükselip bir alçalıyordu. Her ikisi de ayağa kalkarak. “çocuklar, bizleri oldukça şaşırttınız. Ne söylesek azdır. Bir o kadar da mutlu ettiniz bizi bu yaşımızda. Dileriz her istediğiniz gönlünüzce olur. Çok, çok teşekkür ederiz hepinize de teker teker. Hoşça kalın.” Ezberlenmiş gibi her ikisinin de dudaklarından aynı kelimeler dökülüyordu ancak yaşlı adam karısına bıraktı son sözleri söylemesini.  Sonra da el ele tutuşarak yavaş adımlarla çıktılar kapıdan dışarıya.

Hınzırlık

                Bir süre yürüdüler kalabalık caddede. Kayboldular hareketlilik içinde. El ele tutuşan kendi yaşlarında hiç yoktu kalabalığın arasında. Gençler vardı sadece. Kendileri de gençti demek ki. Neden olmasın diyen, içlerinden gelen sese kulak vererek vitrinlere göz gezdirerek ilerledi yaşlı adam.
                Yaşlı adam kendine göre planlar yapmış, araştırmasını önceden yaparak tek taşlı bir yüzük alma planını kafasına koymuştu. Kaç yıllar olmuştu kim bilir karısına doğru dürüst bir hediye alamayalı. Çok istemişti am bir türlü iki yakasını denkleştirip yapamamıştı işte. Kendisini suçlamanın anlamı yoktu. Ancak bu günler nasip olmuştu. Bir seferinde damadı kızına aldığında kendi kendine cezalar verdiğini düşündü. Olmadı oğlundan para isteyecek oldu ama gururuna yediremediği için isteyememişti. Her birinin kendine göre ihtiyaçları olduğunu düşünüp fikrinden dönmüştü. Kim bilir kaç yıllar geçmişti bunları düşündüğünün üstünden. Hem oğlundan isteyerek para aldığını öğrenseydi karısı kabul de etmezdi zaten “niye borca girdin bunun için. Değer mi Bey?” der “nereden aldıysan ver bunu geriye” diye çevirirdi de. Bilmez miydi bu kadar yıllık karısını. Bakmayın siz ne inattır o, kafaya takmaya görsün kötü bir şeyi. Dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme belirdi başını çevirip karısına baktığında.
                Dudaklarındaki belli belirsiz gülümsemeyi fark eden karısı da gülümseyerek: “Ne hınzırlık peşindesin yine Bey?” dedi. “Ne hınzırlığı hanım, hiçbir şey düşündüğüm yok, sana öyle gelmiş” diyerek ciddileşti birden.
                Vakit daha erkendi. Eve gitmeyi istemiyordu adam. Son sürprizi de tamamlamak istiyordu ama yorulmuşlardı. Biraz dinlenseler iyi olacaktı. Gönlünce çeşit çeşit yaş pasta ve tatlıların olduğu bir vitrin aradı gözleri. İstediği, gönlünden geçen bir şey olmalıydı. Yaş pastayı çok severdi. Çocuklarının yaş günlerinde alamayacağımızı anladığında ne yapar eder kendisi bir şeyler uydururdu evde. Hiçbir zaman çocukları anlayamamıştı durumu. Kendisine kocaman bir parça ayırırdı her zaman gece çalışmasında olduğu zaman ama emindi kendisinin parmak ucuyla tattığından. Şöyle ağzı dolusu yiyememiştir. Aklından geçenleri düşündükçe, bu güne kadar yapamadıklarının hepsini de bir anda yapmak isteği kalbini güm güm attırıyordu.
                Bildiği bir yer vardı ama hanımının istediği bir yer olsun yine diye düşünerek başını çevirdi hanımına doğru: “Yorulmadın mı hanım? Ben biraz yorulmaya başladım. Şöyle otursak bir pastaneye diyorum, gençler gibi de dinlensek biraz. Ne dersin, var mı bildiğin temiz bir yer?”
                Kocasının kendisine bakmakta olduğunu gördü başını çevirince. Kocasının alnında terler kabarmaya başladığını fark etti. “Olmaz mı bey, olmaz mı? Ben pastanelerde dolaştım durdum. Hem babam pastaneciydi, ne çabuk unuttun!” kıkır kıkır kıkırdıyordu karısı yanında yürürken. “Hınzırlığın da tutmasa olmaz yanı, değil mi? Hadi söyle bir yer de dinlenelim biraz. Hem benim canım yaş pasta çekti..” dedi, ciddi bir tavır takınarak. “anlaşıldı Bey, anlaşıldı. Şu sokağı dönelim var bir tane. Çocukların yaş pastalarını hep oradan alıyorduk ya hani, hatırladın mı? Taptaze olurdu her zaman.”
                “Sen alırdın, ben mi alıyordum. Aldıysam da unutmuşum ben.” Bir süre daha yürüdüler. “İşte, şu karşıdaki renkli panjurlu olan…” dedi karısı parmağıyla işaret ederek. “iyiymiş, çarşıdan fazla uzaklaşmadık. Hava da güzel oldu şansımızdan. Benim eve gidesim yok nedense bu gün.”


Anladııım!

                “Biliyor musun Bey?”
                “Neyi biliyor muyum?”
                “Ben çok şanslıyım, çok şanslı saydım kendimi her zaman. Sen yanı başımda olmadığın zamanlar çok yalnız hissettim kendimi. Akşamları eve geldiğini daha sokağa geldiğinde hissediyordum.”
                “Şimdi anladııım, neden o kapı her zaman ben geldiğimde hemen açılıyor, ya da açık oluyordu. Kafa yormadım değil ama işin sırrını çözememiştim, sana da sormayı yedirememiştim kendime suçlanırsın diye. İşin doğrusunu diyeyim mi sana hanım, ben de öyleydim. Bir an önce akşam olsun diye saate bakar dururdum çalışırken. Fabrikadan çıkınca da koşturmaya başlardım. Bir süre devam etti öyle. Ne kadar bilmiyorum. Mahalleye gelince de rahatlardım. Birden aheste vitese atardım kendimi. Yemek kokusunu ayırt ederdim de yine sevdiğim yemeği yapmış derdim kendi kendime. Senin yemeklerin mahallede kokan yemeklerden farklıydı her zaman. Nasıl becerdiğini bilemem ama bir şeyler yapıyordun işte.”
                İçeriye girdiklerinde kucak açarak kendisine doğru gelen kadını görünce kollarını açtı yaşlı kadın. “Demek ki yıllar olmuş buraya da gelemeyeli” diyerek sarıldılar pastanene sahibi kadınla. “hiç değişmemişsin be abla” dedi kadın sarılırken. Ayaküstü hasret giderirlerken kadının kocası giriverdi ellerinde poşetler dolusu malzemeyle. “Hanım, sen misafirlerini hep böyle ayak ta mı ağırlarsın. Bu da yeni moda galiba” diyerek sitem etti hanımına. Ellerindeki torbaları masanın üzerine bıraktı.
                “Sahi abla ya! Haklı benim adam. Ayakta tuttum sizi” de diyerek dönüp “Hoş geldiniz Abi” dedi. Hemen pencerenin dibindeki yola karşı olan masayı belindeki bezle sildi kadın el çevikliğiyle. “Buyurun, buyurun şöyle” diyerek gülümsedi. Kısa bir süre birlikte sohbet edip hasret giderdikten sonra siparişlerini aldı kadın. Siparişlerini önlerine bıraktıktan sonra da “yalnız bırakayım ben sizi, rahatsızlık vermemeyim. Keyfinize bakın. Afiyetler olsun.” Diyerek işinin başına döndü kadın.
                “Ne demek, olur mu öyle şey. Ne rahatsızlığı. Tam tersine memnun oluruz” deseler de ayrıldı kadın. Ne de olsa işyeriydi ve gelen müşterilerinin rahat olması isteniyordu.
                Çatalını dolu dolu iştahla ağzına atan kocasını gördükçe, şekerin çıkmaz değil mi Bey? Diyesi gelse de ağzını açıp söyleyemedi kadın kocasına. O kadar iştahla yiyordu ki karşısında dese de vızıltıdan başka bir şey olmayacaktı söyledikleri. Bırak gönlünce yesin, bir seferden ne olacak ki diyerek kendisini teselli etti.
                “Hımm, çok nefismiş, taptaze” diyerek homurtular arasında dolu çatal gelip gidiyordu ağzıyla tabak arasında.
                Pastaneden vedalaşarak ayrıldılar yine el ele. Öğleye yaklaşmak üzereydiler. Öğleden önce halletmeyi düşündü kafasının içindeki planını yaşlı adam. Hanımını çarşı içindeki dükkânlara doğru yönlendirdi. Bu gün ne de olsa onların günü olacaktı. Sarraflar ışıl ışıldı. Vitrinler göz alıcıydı. Işıkta bazı taşlar renk değiştiriyorlar parlıyorlardı.

Tek Taş Yüzük

                Önden daldı yaşlı adam içeriye. Elini bırakmamıştı hanımının. Tezgâha doğru yaklaşıp hanımının elini biraz öne doğru çekerek: “Bak bakalım hanım, beğendiğin bir şey var mı?” deyince iyice şaşırdı yaşlı kadın. Ne yapmak istediğini anlayamadığı için de gözlerine bakıp ne yapmaya çalıştığını kestirmeye çalışsa da boşunaydı. Karşısında bu güne kadar hiç görmediği kadar parlayan, alev alev bir çift gözle karşılaşmıştı kadın.
                “Bey, ne beğeneceğim ben?” diye sordu tereddütlü bir sesle. “İstediğini beğen hanım.” Dedi yaşlı adam. Cebinde yeteri kadar parası olmayabileceğini düşünerek bir adım geriye çekilip dimdik durarak: “Madem sen istiyorsun Bey, sen seç. Beni bilirsin yıllardır. Senin benim için seçtiğin başımın tacıdır.” Deyip bir adım yana döndü ve oturdu.
                Adam birkaç tane tek taşlı yüzük aldı eline ve birbirleriyle kıyasladı. İki taşlısından, üç taşlısından aldı. Baktı, baktı. Yan çevirip baktı, yan yana getirip baktı ve bir tane tek taşlısını tuttu elinde. Diğerlerini bıraktı. Oturan hanımına doğru yürüyerek “Uzat bakayım şu parmağını” dedi. İncitmekten korkarcasına uzanan elin parmağını tuttu ve yüzüğü takmaya çalıştı. Karısının parmağı kuruydu. Takılıyordu yüzük. Zorlasa canı yanabilir korkusuyla tezgâhtara baktı. “kayganlaştıracak bir şey yok mu?” dedi. Tezgâhtar yüzüğü eline alıp bir şey sürdü içine “Buyurun efendim, bir daha deneyin” diyerek uzattı yüzüğü. Evet, bu sefer daha kolay olmuştu.
                Ayağa kalkan karısı, önce mızmızlandı istemiyorum, ben yaşlıyım, bu gençlere yakışır diye ama yüz bulamayınca kocasından boynuna sarılıp yanağından öptü kocasının.  Orta yaşlı tezgâhtar adama dönerek: “Şuna bak şuna, ihtiyarım diyor bir de. Laf ola torba dola” dedi gülerek.  “Efendim sizler çok gençlere taş çıkartırsınız maşallah” deyince kendisini tutamayıp gençliğinde ilk nişanlandıklarında isteyip de bir türlü yapamadığını yaptı. Hızlı kaçamak bir öpücük konduruverdi titreyen dudaklarına karısının. Kibarca bir alkış geldi tezgâhtar adamdan. “Efendim kutlarım sizi. Daha nice uzun ömürleriniz olsun dilerim.”  Dedi.
                O gün akşama kadar birlikte el ele dolandılar çarşı Pazar. Hiç gitmedikleri, bilmedikleri yerleri gördüler. Kırlarda uzandılar. Her ikisi için de muhteşem bir gündü. Gönüllerince yaşadılar o günü. Hiçbir kısıtlama koymadılar kendilerine. Bir hafta geçti, geçmedi bir sabah kalktı yaşlı kadın. Her zamanki gibi kahvaltılarını hazırladı. Çayları bardaklarına koydu. Şaşırdı kocasının gelmemesine. “Hiç böyle yapmazdı”   diyerek seslendi önce: “Beeey, kahvaltı hazııır.” Ses vermedi. Hızlı hızlı yürüdü yatak odalarına doğru. Önce uyandırmak istemediyse de fikrini değiştirerek her zamanki gibi kahvaltılarını birlikte yaptıktan sonra isterse uyusun diye karar verip yorganın dışında olan eline dokundu. Buz gibiydi eli. Sallamaya çalıştı ama bedeni katıydı. Hemen ambulansı aradı arkasından da çocuklarını.
                Hepsi geldiler hastaneye. Bir süre beklediler. Gece saatlerinde kaybedilmiş olduğunu söyledi doktor. “başınız sağ olsun” dedi ve uzaklaştı yanlarından. O günden sonra yaşlı kadın bir daha hiç dışarıya çıkmadı. Penceresinin önüne koydurduğu sallanan sandalyesinden gülümseyerek sokağı seyretti. Arada bir umut belirdiği olurdu içinde, sokağın başından çıkıverecek şimdi diye. O günkü buket ve tek taşlı yüzük hep karşısında durdu pencerenin kenarında ama sokağı görmesine engel olmuyorlardı. 06.04.19

Görsel: Google Görseller

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.