Suçluluk
Ölüm türlü
türlü olur derlerdi de aklım sarmazdı çocukluğumda, bence tek bir ölüm vardı,
yatıp ölmek, ölüp kalmak, vurulmak, … Velhasıl
gömülmekti kara toprağın altına.
Tepesindeki
saçlar dökülmüş, bembeyaz saç ve sakallarıyla sakin adımlarla yürürken yolda,
arada bir başını da sallayarak iki yana, sanki yanı başındaki birisiyle konuşur
gibiydi. Yaşlı adamın kafasında binbir düşünce var olduğu belliydi, bakışları
donuk, cansızdı. Yılları arkasında bırakmış demek ne kadar doğru bir ifade olur
bilemem ama adeta arkadan koşturuyorlardı geride bıraktığı yıllar,
yetişemiyorlardı sanki. Kendisi o yaşlı haliyle daha öndeydi geçmişindeki
zamanlardan.
Her şey
uzaktan güzel görünür diye geçirdi aklından. Kendisini iyi hissediyordu
uyandığından beri. Kendi kendini kovarak çıkardı evden. Kahvaltı bile yapmadan
sokağa attı kendini. Ceza mı yoksa ödül müydü hiç üzerinde durmadı
düşüncesinin. Önemli bir şey olsa elbette üzerinde düşünürdü. Bu gün evden
dışarıya çıkmak büyük ödüldü çünkü.
Ne yapıyorum
ben böyle? Sorusu ilk aklına düştüğünde afalladığını hatırladı, kızmıştı kendi
kendine. Kaç yıllar geçmişti kendini cezalandırmaya başlayalı. Bu kadar ağır
cezayı hak edecek ne yapmıştı sanki? Ama gönül öyle demiyordu. Hasretini
çektikleri kalmıştı geride. Onlar için
bir şeyler yapamamanın üzüntüsünü yaşamıştı yıllardır kendi kendine.
Evdekilere
hiçbir haber bırakmadan alıp başını gitmek isteği içinde ilk belirdiğinde
korkuya kapılmasını aklına getirmek istemeden adımlarını sıklaştırdı. Acele
edercesine yürümeye başladı. Hayatının neredeyse kırk yılını acele ederek
geçirmişti, işe bir an önce yetişmek için koşar adım yürümüştü. Alışkanlık işte
diye başını sallayıp yavaşladı biraz ama alışkanlıklar öyle kolay
bırakılamıyordu ha dediğinde. Dile kolay, kırk yıllık alışkanlıklardan bunlar.
Bakalım
arayan soran olacak mı? Kıymeti de belli olacaktı böylece. Acaba çocukça mı
davranıyordu bu yaşından sonra? Olsun, çocukça, mocukça. Oldu işte. Şunun şurasında
birkaç saat olur olsa olsa. Yatıya gittiğim yok ya diye bahane uydurdu kendine.
Neredeyse yolu yarılamak üzere olduğunu fark etti karşıdaki sevdiği pastaneyi
görünce. Keşke ihtiyarı da getirseydim diye düşününce üzüldü. Durakladı bir an.
Olduğu yerde
dikilip düşündü, düşündü. Ayaklarında isteksizlik vardı, bir türlü ileriye adım
atmak istemiyorlardı. Eğilip baktı yerindeler mi diye. Yerindeydi her ikiside.
Evlendiğinden beri karısından ayrı hiç kahvaltı yapmamış olduğunu düşündü.
Garibim her sabah kör karanlıklarda mutlaka kahvaltısını hazırlamış,
bitirinceye kadar da yanıbaşında beklemişti. Hasta olduğu zamanlar bile bir
güne bir gün hastalığını bahane edip yatakoymamıştı sıcacık yatağında. Olmaz,
olmadı, olmadı bu iş. Doğru yapmadım. Bunamışım ben bunamışım.
Suçluluk ve
minnet duygusu ağır bastı. Hızlı döndü gerisin geriye, geldiği yoldan hızlıca
evin yolunu tuttu. Hanımına sürpriz yapmaya karar verdi. Kahvaltıya onu da
çıkaracak. Kırmaz kendisini. Hem neden kıracakmış canım. Kaç defa çıkardı yemeğe
veya kahvaltıya da kıracak. Tam tersine, şaşıracak da kafayı yedi ihtiyar, aklı
başından gitti, yetişin çocuklar diyecek. Bak görürsün!
Acele Et
Yavaşça açtı
kapıyı. Gürültü yapmadan yatak odalarına geçti parmak uçlarına basa basa. Ama
uyanıktı hanımı. Oturduğu yerden: “Bey, neredeydin sen? Evin her yerine baktım
da bulamayınca meraklandım kötü bir şey mi oldu diye? Giyiniksin de. Neler
oluyor beey?” işaret parmağıyla sus işareti yaparak yanına vardı hanımının.
“hadi kalk gidiyoruz, hazırlan çabuk!” oturdu yatağın ayakucuna. “Nereye
gidiyoruz bey. Ne bu acelen? Aklımı alma başımdan sabahın köründe. Neler oluyor
hele bi güzel anlat önce?”
“Sabahın bir
yerinde uyandım birden. Uyuyamadım. Uyumak için uğraştımsa da olmadı. Ben de
kızdım kendi kendime ve kahvaltı yapmak için çıktım başıma. Ama bir yere
varınca ayaklarım isyan ettiler ve beni taşımadılar daha ileriye. Bir süre
dikilip kaldım olduğum yerde. Tekrar niyetlendim yine olmadı. Sen geldin
aklıma. Yıllarca kahrımı çektin benim. Bir güne bir gün kahvaltı ettirmeden
yollamadın beni işe. Hasta bile olduğunda yine hazırladın kahvaltımı. Ben de
oradan dönüp geldim seni de götürmek için. Oldu mu, rahatladın mı şimdi? Hadi
kalk, hazırlan. Bu gün kahvaltımızı dışarıda, istediğin neresi varsa oraya
gidiyoruz.”
“ilahi bey!
Çocuklaştın iyice. Çocuklara ne diyeceğiz şimdi. Uyanmışlardır…”
“Anlamam ben
çocuk mocuk. Kimseyi istemiyorum. Ben seninle yapacağım bu gün kahvaltıyı.”
Aynanın karşısında üstüne başına çeki düzen verdi. Saçlarını eliyle geriye
aktardıktan sonra kapıya doğru yürüyüp uyanmış olan var mı diye baktı. Kimseyi
göremedi kapı aralığından. “hadisene be kadııın. Düğüne mi gidiyoruz. Şunun
şurasında kahvaltı yapıp geleceğiz.”
“Geldim,
geldim. Patladın sen de haa! Sana bir şeyler olmuş bu gece. Bekle de kıza haber
bırakayım bari merak etmesinler.”
Sokağa çıkıp
birkaç adım atınca kolunu kaldırıp “Gir bakayım şöyle koluma da.” Hanımı koluna
girip birlikte yürümeye başladılar. “Bundan sonra böyle, işine gelse de gelmese
de.”
“Bey, sen şu
işin aslını astarını bir güzel anlatsan da ben de anlasam ya. Hem vakit geçmiş
olur gideceğimiz yere varıncaya kadar.”
“Anlatayım
hanım. Bak… Ne zamandır aklım karışıp duruyordu ömür bitiyor diye düşündükçe.
Ben düşünmek istemedikçe de kafamın etini yedi durdu düşünceler. Biz doğru
dürüst gün mü gördük? Hep iş, hep iş. Yok, kız okusun, aman oğlanı everelim.
Aman çeyiz düzelim. Öyle değil mi? Üstüne üstelik üç beş kuruş emekliliği de
onun bunun yırtığını, söküğünü kapatalım diye veriyoruz. Bundan sonra kendimize
zaman ayırmaya karar verdim. İkimiz, sadece ikimiz. Arta kalan olursa yardım
ederiz. Nasıl olsa çalışıyorlar hepsi de. İşleri güçleri iyi. Kimseye
muhtaçlıkları da yok. Yetiremezsek biz onlardan isteriz bu sefer de.”
“İlahi bey.
Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi bütün bu dediklerin. Senin bu kadar
değişeceğin. Ben de senin içine kapanmandan endişeleniyordum da bir türlü sana
açamamıştım kırılırsın diye. İyi oldu aklının estiği. Hah şöyle, bırak, dünya
yıkılıp da altında kalan yok ya. Herkesin keyfi, sağlığı yerinde. Kimsenin
senden bir şey istediği de yok zaten bu zamandan sonra. Haa, isteyen olursa da
bakarsın duruma göre. Kırk yıl öncesi geldi gözlerimin önüne. Ağlamamak için
zor tutuyorum kendimi. Sağol bey sağol.”
“Sen de sağ
ol hanım sen de. Neredeyse ölmeyi bekler olmuşuz yahu. Nasılsa ölünecek öyle
değil mi, niye yaşarken de ölüyü oynayalım. Gelsin alsın Azrail Efendi,
alabiliyorsa. İşte buradayız.”
Baş başa Kahvaltı
“Biliyor
musun Bey, ben buraya ta genç kızlığımdan beri girmek istemişimdir. Çocuklar babalarının,
analarının ellerinde gelirlerdi bayramlarda, seyranlarda. Bu güneymiş nasip,
sayende.”
Yaşlı
adamın içinde sevinçle karışık buruk bir hüzün de kapladı karısının buğulu gözlerine
bakarken. Ellerini ellerinin içine almış, karısının söylediği kelimeler
kafasının içinde dolanıp dururlarken neleri kaçırdığını fark etti ama şimdi bu
yaşlı kadına söylemenin zamanı değil diye düşünüp “ne iyi etmişim öyleyse bu
sabah böyle bir delilik etmekle.” diyerek gözleri parladı.
Her
bir lokmanın tadına varmaya çalışıyorlarmışcasına gayet yavaş ağızlarına
götürüp yavaş yavaş çiğniyorlar itinayla. Sanki tabaktakilere çatallarını
batırırken onları incitmek istemiyorlar gibi bir hava da seziliyor. Bir an
çatalı bıçağı bırakıp başını kaldırdı dikkatlice karşısındaki bir çift göze
baktı: “Neden bu güne kadar bir şey demedin bana, başka zamanlarda da birlikte
çıktığımız olmuştu seyrek de olsa?”
Neden
bu gün böyle sorular sorup duruyor bu adam diye düşünürken çatalı ve bıçağı
bırakıp ellerini birleştirerek arkasına yaslandı ve kocasının gözlerini esir
alırcasına bakarak: “Bey, o zamanlar sen genç bir delikanlıydın ve bana bir şey
sormadan her şeyin en iyisini sen biliyorsun diye düşünürdüm. Arada aklımdan
geçse bile bir yere gitmek, kırılırsın diye korkuyordum. Olsun, hiç birinden de
bir şikâyetim olmuyordu ki. Her birisi benim için muazzam bir şeydi, ilktiler
hepsi de. Seninle baş başa olmak her zaman benim için paha biçilmezdi, bırak
beğenmemeyi adeta ayaklarım yerden kesiliyordu da giderken bile uçuyormuşum
gibi hissederdim. Galiba bu yüzden de ihtiyaç duymadım.”
Üzerlerinden
geçen o kadar şey birbirlerine olan tutkularını yıpratmamış tam tersine
perçinlemiş sanki. Kahvaltılarını bırakmışlar birbirlerini seyre dalmışlardı.
Etraflarındaki masalardan gelen sesleri bazen duyuyorlar bazen duymuyorlardı.
“Ah,
ah. Ne kadar da hızlı geçmiş zamanlar. Hiç aklıma takılmamıştı bu zamanlara
kadar. İlk kızımız doğduğunu hatırlıyorum da, daha dünmüş gibi geliyor. Hem
sevinmiştim, hem de hüzünlenip kaygılanmıştım. Sevinçliydim, ilkti, minicik
elleri, yumuş yumuş gözleri vardı. İlk gözünü açtığını hatırladın mı hanım? Ben
el sallamıştım da hemşire gülmeye başlamıştı ve arkasından ‘görmez daha bir
süre daha’ dediğinde ne kadar utanmıştım bir bilsen. Hüzünlendim, çünkü hiçbir
şeyimiz yoktu, ne doğru dürüst bir işim ne de yakın zamanda bir iş ümidi. Nasıl
geçiniriz? Diye kendime eziyetler ettim aylarca. Taa ki iş haberini baban
verdiği o akşama kadar. Oldu gitti her şey işte. Nasıl olduğunu bile anlamadan.
Bu arada seni bile doğru dürüst göremedim belki de. İnan hiçbir zaman kötü bir
niyet beslemedim senden yana, tam tersine en sıkıntılı zamanlarımda bile hep
senden umut ve yardım bekledim. Fazlasıyla da aldım ve buldum. Bazen geceler
boyu düşünmeden edemezdim seni ve yaptığın iyilikleri, hele o konuşmalarının
sımsıcak tonu yok mu, panzehirim oldular daima. Salağım ben, salak. Şımarırsın
diye bir güne bir gün bir çift kelam edemedim. Bilemedim, düşünemedim bu
günlere kadar, senin şımarmayacağını tam tersine beni daha fazla sevebileceğini,
senin de rahatlayabileceğini, kendini güvende hissedebileceğini… İşte saçma
sapan şeyler söylemeye başladım yine… “
gözlerini ayırıp tabağa dikerek: “Ben bunamaya başladım hakikaten hanım.
Baksana ağzımdan neler dökülüyor!..”
Sürpriz Taş Plak
Yılların
yıkamadığı dağ gibi kocasının karşısında mum gibi ezilip büzülmesini bir türlü
kendisine yediremeyen yaşlı kadının anaç duyguları hemen devreye girdiler.
Eğilip kocasının ellerini tuttu. Hala başı önde duruyordu. Bir eliyle çenesinin
altına dokunarak: “Bak, bak bakayım bana Bey!”
Kafasını
kaldırıp karısının sevgi dolu gözlerinin içine gömülüp kaldı yaşlı adam, bir
korumasız bebek gibi hissediyordu kendisini. Çenesinin altındaki iki, üç
parmağı bile yakmaya, tutuşturmaya yetmişti. Eridikçe eridi, eridikçe eridi
parmaklarının ucunda. Sesler kafasının içinde uçuşuyorlar, bir türlü
anlaşılmıyorlardı.
“Bey,
sen hiç kaygılanma benden yana. Sen her zaman bir dağdın benim için. Sırtımı
yasladığım tek güvencemdin benim. Her zaman da öyle oldun. Hala da öylesin. Çocuklarımız
bir yana sen bir yanasın. Bak, çocuklar uçup gittiler, biz yine baş başayız
seninle. Nasıl başladıysak yine öyleyiz. Sen aslında kendi kendine yanıp
tutuşuyorsun böyle. Ben senden yana çok, çooook memnunum. Hiç kırmadın beni.
Kırılmadım hiçbir sözünden de. Haklıydın zaman zaman. Şimdi bırakalım
sızlanmayı da şu güzelim nimetlerin tadını çıkaralım, ha, ne dersin?” yaşlı
kocasının gözlerindeki ışık değişmişti, yine parlamaya başladılar eskiden
olduğu gibi. Çatal, bıçaklarını ellerine almışlar, itinayla hazırladıkları
lokmalarını ağızlarına atmaya başladılar.
Başını
kaldırıp duvardaki saate bakan yaşlı adam, “işte, yine ne kadar hızlı geçmiş
zaman, bize kastı var bu saatin!” dedi. Ağzındaki son lokmasını çiğnemeye
başladı yavaş yavaş.
“Bey,
biliyor musun; hayatımın en güzel saatleri şu saatler. Gençleşmiş gibi
hissediyorum şu anda. Dans bile edebilirim seninle.” Gülümseyen yaşlı adam:
“Neden olmasın!” dedi karşıya bakarak. Servisi toplamak için tam da arkasında
beklemekte olan delikanlı garson, yaşlı kadının “dans edebilirim” sözünü
duyunca onlara sürpriz yapmak için duvardaki süs gibi duran gramofona bir taş
plak koydu. Cızırtılar eşliğinde gençliklerinde sık sık duydukları bir müzik
sesi doldurmaya başladı salonu. Bütün müşterilerin de dikkatini çeken müzik,
herkesin başını kaldırıp müziğin nereden geldiğini anlamaya çalışmalarına yol
açmıştı.
Yaşlı
kadın kocasının gözlerinin içine bakmaya başladı sürprizin ondan geldiğini
düşünerek. Gülümseyen yaşlı adam elini öne uzatmış bekliyordu karşısında. “Ne
bekliyoruz, hadisene. Acele et, acele et, bitecek plak.” Deyip ayağa kalktılar
kalabalığın alkışlarına aldırmadan. Bütün gözler kendilerine dikilmiş, çatal,
tabak sesleri kesilmişti. Bir, iki bebek sesinden başka bir ses takılmıyordu
kulaklarına. Masalarının yanındaki boşlukta dans ederek bitirdiler taş plağı.
Müzik sesi kesilmiş cızırtılar kaplamıştı her yeri. Oturdular tekrar yerlerine.
Yaşlı adam elini kaldırıp hesap istedi.
Yanlarına
gelen genç garson: “Efendim kahvelerinizi nasıl söyleyeyim?” şaşırdılar önce
ama birer şekersiz kahve söylediler. Kahvenin gelmesi biraz geç olmuştu.
Aksilikten dolayı özür diledi genç garson ve kahvelerini bıraktı önlerine.
Arkada
hareketlilik artmış gözler kapıya yönelmişti. Belli olsun istemediklerinden
dikkatli davranmaya çalışıyorlardı çalışanlar. “işte geldi” dediği duyuldu
birisinin. Genç garson koşarak gitti arkaya doğru ve elinde güzel bir çiçek
buketiyle geldi masaya, hesap yerine. Şaşkın şaşkın garsona bakan iki yaşlı,
gözlerini birbirlerine çevirdiler. “Efendim, bu sizin için, bizim sürprizimiz.
Sizin gibiler pek yok artık. Oldukça uzun zamandır karşılaşamadık maalesef.
Ayrıca hesabınızı da bizim ikramımız olarak kabul edin lütfen.” Diyerek
eğiliyordu önlerinde. Duyguları allak bullak olmuştu. Bir an bir şeyler
söylemek istemişler ama dilleri damaklarına yapışmış söyleyememişlerdi.
Alkışlar
salonu inletircesine dalga dalga bir yükselip bir alçalıyordu. Her ikisi de
ayağa kalkarak. “çocuklar, bizleri oldukça şaşırttınız. Ne söylesek azdır. Bir
o kadar da mutlu ettiniz bizi bu yaşımızda. Dileriz her istediğiniz gönlünüzce
olur. Çok, çok teşekkür ederiz hepinize de teker teker. Hoşça kalın.”
Ezberlenmiş gibi her ikisinin de dudaklarından aynı kelimeler dökülüyordu ancak
yaşlı adam karısına bıraktı son sözleri söylemesini. Sonra da el ele tutuşarak yavaş adımlarla
çıktılar kapıdan dışarıya.
Hınzırlık
Bir
süre yürüdüler kalabalık caddede. Kayboldular hareketlilik içinde. El ele
tutuşan kendi yaşlarında hiç yoktu kalabalığın arasında. Gençler vardı sadece.
Kendileri de gençti demek ki. Neden olmasın diyen, içlerinden gelen sese kulak
vererek vitrinlere göz gezdirerek ilerledi yaşlı adam.
Yaşlı
adam kendine göre planlar yapmış, araştırmasını önceden yaparak tek taşlı bir
yüzük alma planını kafasına koymuştu. Kaç yıllar olmuştu kim bilir karısına
doğru dürüst bir hediye alamayalı. Çok istemişti am bir türlü iki yakasını
denkleştirip yapamamıştı işte. Kendisini suçlamanın anlamı yoktu. Ancak bu
günler nasip olmuştu. Bir seferinde damadı kızına aldığında kendi kendine cezalar
verdiğini düşündü. Olmadı oğlundan para isteyecek oldu ama gururuna
yediremediği için isteyememişti. Her birinin kendine göre ihtiyaçları olduğunu
düşünüp fikrinden dönmüştü. Kim bilir kaç yıllar geçmişti bunları düşündüğünün
üstünden. Hem oğlundan isteyerek para aldığını öğrenseydi karısı kabul de
etmezdi zaten “niye borca girdin bunun için. Değer mi Bey?” der “nereden
aldıysan ver bunu geriye” diye çevirirdi de. Bilmez miydi bu kadar yıllık
karısını. Bakmayın siz ne inattır o, kafaya takmaya görsün kötü bir şeyi.
Dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme belirdi başını çevirip karısına
baktığında.
Dudaklarındaki
belli belirsiz gülümsemeyi fark eden karısı da gülümseyerek: “Ne hınzırlık
peşindesin yine Bey?” dedi. “Ne hınzırlığı hanım, hiçbir şey düşündüğüm yok,
sana öyle gelmiş” diyerek ciddileşti birden.
Vakit
daha erkendi. Eve gitmeyi istemiyordu adam. Son sürprizi de tamamlamak
istiyordu ama yorulmuşlardı. Biraz dinlenseler iyi olacaktı. Gönlünce çeşit
çeşit yaş pasta ve tatlıların olduğu bir vitrin aradı gözleri. İstediği, gönlünden
geçen bir şey olmalıydı. Yaş pastayı çok severdi. Çocuklarının yaş günlerinde
alamayacağımızı anladığında ne yapar eder kendisi bir şeyler uydururdu evde.
Hiçbir zaman çocukları anlayamamıştı durumu. Kendisine kocaman bir parça
ayırırdı her zaman gece çalışmasında olduğu zaman ama emindi kendisinin parmak
ucuyla tattığından. Şöyle ağzı dolusu yiyememiştir. Aklından geçenleri
düşündükçe, bu güne kadar yapamadıklarının hepsini de bir anda yapmak isteği
kalbini güm güm attırıyordu.
Bildiği
bir yer vardı ama hanımının istediği bir yer olsun yine diye düşünerek başını
çevirdi hanımına doğru: “Yorulmadın mı hanım? Ben biraz yorulmaya başladım.
Şöyle otursak bir pastaneye diyorum, gençler gibi de dinlensek biraz. Ne dersin,
var mı bildiğin temiz bir yer?”
Kocasının
kendisine bakmakta olduğunu gördü başını çevirince. Kocasının alnında terler
kabarmaya başladığını fark etti. “Olmaz mı bey, olmaz mı? Ben pastanelerde
dolaştım durdum. Hem babam pastaneciydi, ne çabuk unuttun!” kıkır kıkır
kıkırdıyordu karısı yanında yürürken. “Hınzırlığın da tutmasa olmaz yanı, değil
mi? Hadi söyle bir yer de dinlenelim biraz. Hem benim canım yaş pasta çekti..”
dedi, ciddi bir tavır takınarak. “anlaşıldı Bey, anlaşıldı. Şu sokağı dönelim
var bir tane. Çocukların yaş pastalarını hep oradan alıyorduk ya hani,
hatırladın mı? Taptaze olurdu her zaman.”
“Sen
alırdın, ben mi alıyordum. Aldıysam da unutmuşum ben.” Bir süre daha yürüdüler.
“İşte, şu karşıdaki renkli panjurlu olan…” dedi karısı parmağıyla işaret
ederek. “iyiymiş, çarşıdan fazla uzaklaşmadık. Hava da güzel oldu şansımızdan.
Benim eve gidesim yok nedense bu gün.”
Anladııım!
“Biliyor
musun Bey?”
“Neyi
biliyor muyum?”
“Ben
çok şanslıyım, çok şanslı saydım kendimi her zaman. Sen yanı başımda olmadığın
zamanlar çok yalnız hissettim kendimi. Akşamları eve geldiğini daha sokağa
geldiğinde hissediyordum.”
“Şimdi
anladııım, neden o kapı her zaman ben geldiğimde hemen açılıyor, ya da açık
oluyordu. Kafa yormadım değil ama işin sırrını çözememiştim, sana da sormayı
yedirememiştim kendime suçlanırsın diye. İşin doğrusunu diyeyim mi sana hanım,
ben de öyleydim. Bir an önce akşam olsun diye saate bakar dururdum çalışırken.
Fabrikadan çıkınca da koşturmaya başlardım. Bir süre devam etti öyle. Ne kadar
bilmiyorum. Mahalleye gelince de rahatlardım. Birden aheste vitese atardım
kendimi. Yemek kokusunu ayırt ederdim de yine sevdiğim yemeği yapmış derdim
kendi kendime. Senin yemeklerin mahallede kokan yemeklerden farklıydı her
zaman. Nasıl becerdiğini bilemem ama bir şeyler yapıyordun işte.”
İçeriye
girdiklerinde kucak açarak kendisine doğru gelen kadını görünce kollarını açtı
yaşlı kadın. “Demek ki yıllar olmuş buraya da gelemeyeli” diyerek sarıldılar
pastanene sahibi kadınla. “hiç değişmemişsin be abla” dedi kadın sarılırken. Ayaküstü
hasret giderirlerken kadının kocası giriverdi ellerinde poşetler dolusu
malzemeyle. “Hanım, sen misafirlerini hep böyle ayak ta mı ağırlarsın. Bu da
yeni moda galiba” diyerek sitem etti hanımına. Ellerindeki torbaları masanın
üzerine bıraktı.
“Sahi
abla ya! Haklı benim adam. Ayakta tuttum sizi” de diyerek dönüp “Hoş geldiniz
Abi” dedi. Hemen pencerenin dibindeki yola karşı olan masayı belindeki bezle
sildi kadın el çevikliğiyle. “Buyurun, buyurun şöyle” diyerek gülümsedi. Kısa
bir süre birlikte sohbet edip hasret giderdikten sonra siparişlerini aldı
kadın. Siparişlerini önlerine bıraktıktan sonra da “yalnız bırakayım ben sizi,
rahatsızlık vermemeyim. Keyfinize bakın. Afiyetler olsun.” Diyerek işinin
başına döndü kadın.
“Ne
demek, olur mu öyle şey. Ne rahatsızlığı. Tam tersine memnun oluruz” deseler de
ayrıldı kadın. Ne de olsa işyeriydi ve gelen müşterilerinin rahat olması
isteniyordu.
Çatalını
dolu dolu iştahla ağzına atan kocasını gördükçe, şekerin çıkmaz değil mi Bey?
Diyesi gelse de ağzını açıp söyleyemedi kadın kocasına. O kadar iştahla yiyordu
ki karşısında dese de vızıltıdan başka bir şey olmayacaktı söyledikleri. Bırak
gönlünce yesin, bir seferden ne olacak ki diyerek kendisini teselli etti.
“Hımm,
çok nefismiş, taptaze” diyerek homurtular arasında dolu çatal gelip gidiyordu
ağzıyla tabak arasında.
Pastaneden
vedalaşarak ayrıldılar yine el ele. Öğleye yaklaşmak üzereydiler. Öğleden önce
halletmeyi düşündü kafasının içindeki planını yaşlı adam. Hanımını çarşı içindeki
dükkânlara doğru yönlendirdi. Bu gün ne de olsa onların günü olacaktı.
Sarraflar ışıl ışıldı. Vitrinler göz alıcıydı. Işıkta bazı taşlar renk
değiştiriyorlar parlıyorlardı.
Tek Taş Yüzük
Önden
daldı yaşlı adam içeriye. Elini bırakmamıştı hanımının. Tezgâha doğru yaklaşıp
hanımının elini biraz öne doğru çekerek: “Bak bakalım hanım, beğendiğin bir şey
var mı?” deyince iyice şaşırdı yaşlı kadın. Ne yapmak istediğini anlayamadığı
için de gözlerine bakıp ne yapmaya çalıştığını kestirmeye çalışsa da boşunaydı.
Karşısında bu güne kadar hiç görmediği kadar parlayan, alev alev bir çift gözle
karşılaşmıştı kadın.
“Bey,
ne beğeneceğim ben?” diye sordu tereddütlü bir sesle. “İstediğini beğen hanım.”
Dedi yaşlı adam. Cebinde yeteri kadar parası olmayabileceğini düşünerek bir
adım geriye çekilip dimdik durarak: “Madem sen istiyorsun Bey, sen seç. Beni
bilirsin yıllardır. Senin benim için seçtiğin başımın tacıdır.” Deyip bir adım
yana döndü ve oturdu.
Adam
birkaç tane tek taşlı yüzük aldı eline ve birbirleriyle kıyasladı. İki
taşlısından, üç taşlısından aldı. Baktı, baktı. Yan çevirip baktı, yan yana
getirip baktı ve bir tane tek taşlısını tuttu elinde. Diğerlerini bıraktı.
Oturan hanımına doğru yürüyerek “Uzat bakayım şu parmağını” dedi. İncitmekten
korkarcasına uzanan elin parmağını tuttu ve yüzüğü takmaya çalıştı. Karısının
parmağı kuruydu. Takılıyordu yüzük. Zorlasa canı yanabilir korkusuyla tezgâhtara
baktı. “kayganlaştıracak bir şey yok mu?” dedi. Tezgâhtar yüzüğü eline alıp bir
şey sürdü içine “Buyurun efendim, bir daha deneyin” diyerek uzattı yüzüğü. Evet,
bu sefer daha kolay olmuştu.
Ayağa
kalkan karısı, önce mızmızlandı istemiyorum, ben yaşlıyım, bu gençlere yakışır
diye ama yüz bulamayınca kocasından boynuna sarılıp yanağından öptü
kocasının. Orta yaşlı tezgâhtar adama
dönerek: “Şuna bak şuna, ihtiyarım diyor bir de. Laf ola torba dola” dedi
gülerek. “Efendim sizler çok gençlere
taş çıkartırsınız maşallah” deyince kendisini tutamayıp gençliğinde ilk
nişanlandıklarında isteyip de bir türlü yapamadığını yaptı. Hızlı kaçamak bir
öpücük konduruverdi titreyen dudaklarına karısının. Kibarca bir alkış geldi tezgâhtar
adamdan. “Efendim kutlarım sizi. Daha nice uzun ömürleriniz olsun
dilerim.” Dedi.
O gün
akşama kadar birlikte el ele dolandılar çarşı Pazar. Hiç gitmedikleri,
bilmedikleri yerleri gördüler. Kırlarda uzandılar. Her ikisi için de muhteşem
bir gündü. Gönüllerince yaşadılar o günü. Hiçbir kısıtlama koymadılar kendilerine.
Bir hafta geçti, geçmedi bir sabah kalktı yaşlı kadın. Her zamanki gibi
kahvaltılarını hazırladı. Çayları bardaklarına koydu. Şaşırdı kocasının
gelmemesine. “Hiç böyle yapmazdı” diyerek
seslendi önce: “Beeey, kahvaltı hazııır.” Ses vermedi. Hızlı hızlı yürüdü yatak
odalarına doğru. Önce uyandırmak istemediyse de fikrini değiştirerek her
zamanki gibi kahvaltılarını birlikte yaptıktan sonra isterse uyusun diye karar
verip yorganın dışında olan eline dokundu. Buz gibiydi eli. Sallamaya çalıştı
ama bedeni katıydı. Hemen ambulansı aradı arkasından da çocuklarını.
Hepsi
geldiler hastaneye. Bir süre beklediler. Gece saatlerinde kaybedilmiş olduğunu
söyledi doktor. “başınız sağ olsun” dedi ve uzaklaştı yanlarından. O günden
sonra yaşlı kadın bir daha hiç dışarıya çıkmadı. Penceresinin önüne koydurduğu
sallanan sandalyesinden gülümseyerek sokağı seyretti. Arada bir umut belirdiği
olurdu içinde, sokağın başından çıkıverecek şimdi diye. O günkü buket ve tek
taşlı yüzük hep karşısında durdu pencerenin kenarında ama sokağı görmesine
engel olmuyorlardı. 06.04.19
Görsel: Google Görseller
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.