SAHİP OLMAK YA DA OLMAK
Çeviren: Aydın ARITAN, Baskı: Arıtan Yayınevi 2003, İstanbul; 274 sayfa.
Ks.9- Özetle "sahip olmak"
ilkesine göre kurulmuş olan tüm düzenler ve toplumsal sistemler, insanları
mutlu etmekten, onları doğru yöne yöneltip, evrimleşmelerini sağlamaktan
uzaktırlar, yani yanlıştırlar. Öyleyse sorunun çözümü kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
İnsanlığın kurtulabilmesi için ilk ve tek şart, "sahip olmak"
ilkesinden "olmak" ilkesine geçmektir. Bunu gerçekleştirebilmek; toplumsal
düzeni, sosyal, ekonomik ve politik kurumları yenilemek, böylece o toplumdaki
insanların "olmak" ilkesine göre davranmalarını sağlamakla olur.
İnsanlık değişmek, yeni bir ahlâk, yeni bir toplum ve yeni bir insan oluşturmak
zorundadır. Aksi takdirde yok olacaktır. Çözüm: "Yaşamak veya ölmek, yani
sahip olmak ya da olmak" arasındaki seçimin doğru yapılabilmesinde
gizlidir.
s.15- “İnsanlar ne yapmaları gerektiğini değil,
daha çok ne olduklarını düşünmelidirler. “ Meister
Eckhart
s.19- Endüstri çağı başladığından beri
insanları ayakta tutan umut ve güven kaynağı, sınırsız bir gelişmenin, insana
her istediğine ulaşabilme imkânını vereceği vaadiydi. Doğa, insan egemenliğine girecek,
sınırsız bir maddesel bolluk insana olabilecek en büyük mutluluğu getirecek ve
kısıtlanmamış gerçek özgürlüğe ulaşılacaktı.
Gerçi insan imkânları ölçüsünde, varolduğu andan itibaren doğaya egemen olmaya çalışmıştı. Ama endüstri çağı başlayana dek, bu imkânları oldukça kısıtlıydı.
s.20-21- Albert Schweitzer 1952'de Nobel Barış
Ödülü'nü almak üzere Oslo'ya geldiğinde,
bütün dünyaya şöyle seslenmişti: "Olayları oldukları gibi görmeye cesaret
edelim. İnsan, insan üstüne yükselmiştir... Ama insanüstü güce erişmenin
gerektirdiği, insanüstü akılcılığı gösterememektedir. Artık şu gerçeği itiraf
etmenin zamanı gelmiştir sanırım: Üstün insan, gücünün artmasıyla birlikte,
gerçekte zavallı ve acınacak insan haline gelmiştir... Uzun süredir anlamamız
gereken bu gerçeği, şimdi lütfen kabul edelim. Üstün insan olmakla, gerçekte,
insan dışı bir varlık olduk biz."
ks.30- Nasıl oluyor da, insandaki içgüdülerden en güçlüsü olan, yaşamı korumak ve yaşamda kalmak güdüsü, artık işlemez oluyor?
Bu durumun en akla yakın açıklamasının, politikacıların yaptıkları işlemler ile felâkete doğru olan gidişin önünün alındığını, halka inandırmaları olduğunu söyleyebiliriz. Bir sürü konferanslar, brifingler ve silahsızlanma görüşmeleri toplumda, sorunların kıvranıldığı ve bunlara karşı önlemler alındığı izlenimini yaratmaktadır. Ama aslında insanlığa gerçekten yaran dokunan hiçbir adım atılmamaktadır. Yapılan iş, yöneticiler ile yönetilenlerin vicdanlardan gelen "yaşama isteğinin" doğru yöne yönelindiği aldatmacasıyla, uyuşturulup, susturulmasından ibarettir.
s.66- İnsanların, üniformalar ile ünvanları,
kişiye yetki veren kaliteler olarak kabul etmeleri olayı, kendiliğinden
gerçekleşmemiştir. Otoriteyi ellerinde tutanlar ve bundan yararlanan çevreler, insanları
bu kurgusal yanıltmacaya inandırarak, onların gerçekçi ve eleştirel düşüncelerinin
uyutulmasına ve zayıflatılmasına çalışmışlardır. Her düşünen insan, eleştirel
düşünce gücünü zedeleyen, şaşkınlaştırıcı klişe fikirlere zorlayan ve kişileri
kendine esir alan propaganda yöntemlerini iyi bilir. Bazen bu propaganda öylesine
güçlenir ki, insan, gözüyle gördüklerine ve kendi düşüncesi ile vardığı
yargılarına bile inanamaz olur. Yaratılan bu yapay gerçeklik giderek, özdeki
gerçekliğin üzerini örter ve onu kavranılmaz kılar.
Ks.111- İnsan her şeye sahip gibi gözükse
de, gerçekte hiçbir şeye sahip değildir. Çünkü bir nesneye sahip olmak,
saklamak ya da onu denetlemek, yaşam sürecinin belirli ve kısa alanlarına özgü,
onunla kısıtlıdır.
"Ben o şeye
sahibim" cümlesi bir de, o nesneye sahip olmak açısından ben'in (öznenin)
açıklanmasına yarar. Bu durumda "ben" sözcüğü özne olmaktan çıkar ve
"ben", "sahip olduğum o şey" ile özdeşleşir. Böylece sahip
olunan şey ya da mülkiyetim altındaki nesne, benim kişiliğimi ve karakterimi
biçimlemiş olur. "Ben, benim" sözünün anlamı da, "ben o şeye
sahip olduğum için benim” özelliğini kazanır. Burada "o şey" kendi
gücüm ile denetimim altına aldığım insanların ve nesnelerin tümünü göstermektedir.
s.194- İnsan toplumları iki ayrı ilke
tarafından organize edilmektedirler. Bunlar ataerkil ve anaerkil ilkelerdir.
Anaerkil ilke, sevgi dolu
bir anne figürü ile sembolize edilir. Bu konuda en önemli çalışmaları yapmış
olan J.J. Bachofen ve L.H. Morgan'ın gösterdikleri gibi, anaerkil ilke,
karşılık beklemeyen bir sevgi demektir. Anne çocuğunu ondan bir şey beklediği ya
da bu yolla mutlu olduğu için değil, kendi çocuğu olduğu için sever. Bu nedenle
anne sevgisini "iyi davranışla" kazanmak mümkün olmadığı gibi,
"kötü davranışla" bunu yitirmek de mümkün değildir. Anne sevgisi,
merhamet, bağışlama ve şefkat doludur.
Buna karşılık baba
sevgisi, bazı koşullara bağlıdır. Sevgisinin artması için çocuğun iyi davranışlı
olması gereklidir. Ayrıca baba kendine en çok benzeyen oğlunu, yani kendi
mirasını devredebileceği çocuğunu daha çok sever. Baba sevgisini yitirmek, ama
yeni bir bağlılık gösterisi ve teslimiyet ile onu yeniden kazanmak da
mümkündür. Baba sevgisi, adaleti temsil eder.
Kadınsı ve anaerkil ilke
ile erkeksi ve ataerkil ilke aynı zamanda, her insanın içindeki bağışlanma ve
adalet ihtiyacının da bir göstergesidir. Ve insan bu iki ilkeyi kendi içinde
birleştirmeye ve kaynaştırmaya çalışır. İnsanlığın en derin özlemi, bu iki ayrı
karşıt ucu (analık ve babalık, erkeklik ve kadınlık, bağışlanma ve adalet,
düşünce ve duygu, doğa ve zekâ) bir etmek ve onların uzlaşması sonucu
çelişkiden kurtulup, huzur duymaktır.
s.214- Schweitzer, endüstri toplumunun
özgürlükleri engelleyici olmasının yanı sıra, aşın bir gayret ve zorlama çabası
içinde olması özelliğinin de farkındaydı. "İki ya da üç nesildir, birçok
kişi artık insan olarak değil de, yalnızca çalışan olarak yaşamaya
başlamıştır." İnsanı insan kılan özelliklerin giderek yozlaşması, böyle
yozlaşmış ana ve babaların yetiştirdiği çocukların da gerçek bir insan olma
yolunda engellerle karşılaşması sonucunu doğuruyordu.
"Aşın çalışmaya
böylesine teslim oluş, insanları giderek dışsal değerlere yönelmeye zorluyordu.
Hiçbir şey yapmak istememek, kendini düşünmekten kaçınmak ve her şeyi unutmak
arzusu, bu türlü kişiler için artık fiziksel birer ihtiyaç haline
gelmiştir."
s.223- Ben, aşağıdaki noktalar
gerçekleştirildiği takdirde, insan karakterinin istenilen olumlu yönde
değişebileceğine inanıyorum.
Sözünü ettiğim bu dört ön koşulu, şöyle sıralamak mümkün:
• Acı çekmek ve bunun bilincinde olmak.
• Huzursuzluğumuzun nedenlerini tanımak ve bilmek.
• Bu bunalımı atlatabilecek bir yol, bir imkân bulmak.
• Belirli davranış biçimlerini kendimize özgü kılmak ve acıları
aşabilmek için, çağdaş yaşam pratiğimizi değiştirmemiz gerektiğine inanmak.
Bu dört nokta, Buddha'nın insan varoluşu üzerine kurduğu öğretisinin
çekirdeğini oluşturan "dört yüce gerçek” ile hemen hemen aynıdır. Buddha’nın
öğretisinde dile gelen bu değişim gerekliliği, Marks’ın teorisinde de vardır.
s.246- Politik, ekonomik ve her türlü reklâmda, beyin
yıkama yöntemleri yasaklanmalıdır.
s.247- Zengin ve fakir uluslar arasındaki büyük fark
kapatılmalıdır.
s.249- Kapitalist ve komünist sistemlerde, herkese
belirli bir asgari gelir düzeyinin sağlanması,
bir çok sorunun çözülmesini sağlayabilir.
s.250- Kadınları ataerkil bir esaretten kurtarmak
gereklidir.
s.253- Hükümete, politikacılara ve vatandaşlara her
an ve her durumda yardım edip, akıl verecek,
yani danışmanlık görevini yüklenecek bir kültür komitesi kurulmalıdır.
Güzel tesbitler, güzel çözüm önerileri. Paylaşım için teşekkürler, emeğinize sağlık.
YanıtlaSilrica ederim, iyi okumalar dilerim. :)
Sil