SAYFALAR

Perşembe, Nisan 23, 2020

Kitap-SAHİP OLMAK YA DA OLMAK

SAHİP OLMAK YA DA OLMAK

 Yazar: Erich Fromm
Çeviren: Aydın ARITAN, Baskı: Arıtan Yayınevi 2003, İstanbul; 274 sayfa.

Ks.9-                Özetle "sahip olmak" ilkesine göre kurulmuş olan tüm düzenler ve toplumsal sistemler, insanları mutlu etmekten, onları doğru yöne yöneltip, evrimleşmelerini sağlamaktan uzaktırlar, yani yanlıştırlar. Öyleyse sorunun çözümü kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. İnsanlığın kurtulabilmesi için ilk ve tek şart, "sahip olmak" ilkesinden "olmak" ilkesine geçmektir. Bunu gerçekleştirebilmek; toplumsal düzeni, sosyal, ekonomik ve politik kurumları yenilemek, böylece o toplumdaki insanların "olmak" ilkesine göre davranmalarını sağlamakla olur. İnsanlık değişmek, yeni bir ahlâk, yeni bir toplum ve yeni bir insan oluşturmak zorundadır. Aksi takdirde yok olacaktır. Çözüm: "Yaşamak veya ölmek, yani sahip olmak ya da olmak" arasındaki seçimin doğru yapılabilmesinde gizlidir.


s.15-    “İnsanlar ne yapmaları gerektiğini değil, daha çok ne olduklarını düşünmelidirler. “                                                                                                                Meister Eckhart
s.19-                Endüstri çağı başladığından beri insanları ayakta tutan umut ve güven kaynağı, sınırsız bir gelişmenin, insana her istediğine ulaşabilme imkânını vereceği vaadiydi. Doğa, insan egemenliğine girecek, sınırsız bir maddesel bolluk insana olabilecek en büyük mutluluğu getirecek ve kısıtlanmamış gerçek özgürlüğe ulaşılacaktı.

Gerçi insan imkânları ölçüsünde, varolduğu andan itibaren doğaya egemen olmaya çalışmıştı. Ama endüstri çağı başlayana dek, bu imkânları oldukça kısıtlıydı.

s.20-21-           Albert Schweitzer 1952'de Nobel Barış Ödülü'nü almak üzere Oslo'ya      geldiğinde, bütün dünyaya şöyle seslenmişti: "Olayları oldukları gibi görmeye cesaret edelim. İnsan, insan üstüne yükselmiştir... Ama insanüstü güce erişmenin gerektirdiği, insanüstü akılcılığı gösterememektedir. Artık şu gerçeği itiraf etmenin zamanı gelmiştir sanırım: Üstün insan, gücünün artmasıyla birlikte, gerçekte zavallı ve acınacak insan haline gelmiştir... Uzun süredir anlamamız gereken bu gerçeği, şimdi lütfen kabul edelim. Üstün insan olmakla, gerçekte, insan dışı bir varlık olduk biz."

ks.30-              Nasıl oluyor da, insandaki içgüdülerden en güçlüsü olan, yaşamı korumak ve yaşamda kalmak güdüsü, artık işlemez oluyor? 

                   Bu durumun en akla yakın açıklamasının, politikacıların yaptıkları işlemler ile felâkete doğru olan gidişin önünün alındığını, halka inandırmaları olduğunu söyleyebiliriz. Bir sürü konferanslar, brifingler ve silahsızlanma görüşmeleri toplumda, sorunların kıvranıldığı ve bunlara karşı önlemler alındığı izlenimini yaratmaktadır. Ama aslında insanlığa gerçekten yaran dokunan hiçbir adım atılmamaktadır. Yapılan iş, yöneticiler ile yönetilenlerin vicdanlardan gelen "yaşama isteğinin" doğru yöne yönelindiği aldatmacasıyla, uyuşturulup, susturulmasından ibarettir.
s.66-                İnsanların, üniformalar ile ünvanları, kişiye yetki veren kaliteler olarak kabul etmeleri olayı, kendiliğinden gerçekleşmemiştir. Otoriteyi ellerinde tutanlar ve bundan yararlanan çevreler, insanları bu kurgusal yanıltmacaya inandırarak, onların gerçekçi ve eleştirel düşüncelerinin uyutulmasına ve zayıflatılmasına çalışmışlardır. Her düşünen insan, eleştirel düşünce gücünü zedeleyen, şaşkınlaştırıcı klişe fikirlere zorlayan ve kişileri kendine esir alan propaganda yöntemlerini iyi bilir. Bazen bu propaganda öylesine güçlenir ki, insan, gözüyle gördüklerine ve kendi düşüncesi ile vardığı yargılarına bile inanamaz olur. Yaratılan bu yapay gerçeklik giderek, özdeki gerçekliğin üzerini örter ve onu kavranılmaz kılar.
Ks.111-            İnsan her şeye sahip gibi gözükse de, gerçekte hiçbir şeye sahip değildir. Çünkü bir nesneye sahip olmak, saklamak ya da onu denetlemek, yaşam sürecinin belirli ve kısa alanlarına özgü, onunla kısıtlıdır.
                        "Ben o şeye sahibim" cümlesi bir de, o nesneye sahip olmak açısından ben'in (öznenin) açıklanmasına yarar. Bu durumda "ben" sözcüğü özne olmaktan çıkar ve "ben", "sahip olduğum o şey" ile özdeşleşir. Böylece sahip olunan şey ya da mülkiyetim altındaki nesne, benim kişiliğimi ve karakterimi biçimlemiş olur. "Ben, benim" sözünün anlamı da, "ben o şeye sahip olduğum için benim” özelliğini kazanır. Burada "o şey" kendi gücüm ile denetimim altına aldığım insanların ve nesnelerin tümünü göstermektedir.
s.194-              İnsan toplumları iki ayrı ilke tarafından organize edilmektedirler. Bunlar ataerkil ve anaerkil ilkelerdir. Anaerkil ilke, sevgi dolu bir anne figürü ile sembolize edilir. Bu konuda en önemli çalışmaları yapmış olan J.J. Bachofen ve L.H. Morgan'ın gösterdikleri gibi, anaerkil ilke, karşılık beklemeyen bir sevgi demektir. Anne çocuğunu ondan bir şey beklediği ya da bu yolla mutlu olduğu için değil, kendi çocuğu olduğu için sever. Bu nedenle anne sevgisini "iyi davranışla" kazanmak mümkün olmadığı gibi, "kötü davranışla" bunu yitirmek de mümkün değildir. Anne sevgisi, merhamet, bağışlama ve şefkat doludur.
                        Buna karşılık baba sevgisi, bazı koşullara bağlıdır. Sevgisinin artması için çocuğun iyi davranışlı olması gereklidir. Ayrıca baba kendine en çok benzeyen oğlunu, yani kendi mirasını devredebileceği çocuğunu daha çok sever. Baba sevgisini yitirmek, ama yeni bir bağlılık gösterisi ve teslimiyet ile onu yeniden kazanmak da mümkündür. Baba sevgisi, adaleti temsil eder.
                        Kadınsı ve anaerkil ilke ile erkeksi ve ataerkil ilke aynı zamanda, her insanın içindeki bağışlanma ve adalet ihtiyacının da bir göstergesidir. Ve insan bu iki ilkeyi kendi içinde birleştirmeye ve kaynaştırmaya çalışır. İnsanlığın en derin özlemi, bu iki ayrı karşıt ucu (analık ve babalık, erkeklik ve kadınlık, bağışlanma ve adalet, düşünce ve duygu, doğa ve zekâ) bir etmek ve onların uzlaşması sonucu çelişkiden kurtulup, huzur duymaktır.
s.214-              Schweitzer, endüstri toplumunun özgürlükleri engelleyici olmasının yanı sıra, aşın bir gayret ve zorlama çabası içinde olması özelliğinin de farkındaydı. "İki ya da üç nesildir, birçok kişi artık insan olarak değil de, yalnızca çalışan olarak yaşamaya başlamıştır." İnsanı insan kılan özelliklerin giderek yozlaşması, böyle yozlaşmış ana ve babaların yetiştirdiği çocukların da gerçek bir insan olma yolunda engellerle karşılaşması sonucunu doğuruyordu.
"Aşın çalışmaya böylesine teslim oluş, insanları giderek dışsal değerlere yönelmeye zorluyordu. Hiçbir şey yapmak istememek, kendini düşünmekten kaçınmak ve her şeyi unutmak arzusu, bu türlü kişiler için artık fiziksel birer ihtiyaç haline gelmiştir."
s.223-              Ben, aşağıdaki noktalar gerçekleştirildiği takdirde, insan karakterinin istenilen olumlu yönde değişebileceğine inanıyorum.
Sözünü ettiğim bu dört ön koşulu, şöyle sıralamak mümkün:
• Acı çekmek ve bunun bilincinde olmak.
• Huzursuzluğumuzun nedenlerini tanımak ve bilmek.
• Bu bunalımı atlatabilecek bir yol, bir imkân bulmak.
• Belirli davranış biçimlerini kendimize özgü kılmak ve acıları aşabilmek için, çağdaş yaşam pratiğimizi değiştirmemiz gerektiğine inanmak.
Bu dört nokta, Buddha'nın insan varoluşu üzerine kurduğu öğretisinin çekirdeğini oluşturan "dört yüce gerçek” ile hemen hemen aynıdır. Buddha’nın öğretisinde dile gelen bu değişim gerekliliği, Marks’ın teorisinde de vardır.
s.246-  Politik, ekonomik ve her türlü reklâmda, beyin yıkama yöntemleri yasaklanmalıdır.
s.247-  Zengin ve fakir uluslar arasındaki büyük fark kapatılmalıdır.
s.249-  Kapitalist ve komünist sistemlerde, herkese belirli bir asgari gelir düzeyinin sağlanması, bir çok sorunun çözülmesini sağlayabilir.
s.250-  Kadınları ataerkil bir esaretten kurtarmak gereklidir.
s.253-  Hükümete, politikacılara ve vatandaşlara her an ve her durumda yardım edip, akıl        verecek, yani danışmanlık görevini yüklenecek bir kültür komitesi kurulmalıdır.

Görsel: H. G.

2 yorum:

  1. Güzel tesbitler, güzel çözüm önerileri. Paylaşım için teşekkürler, emeğinize sağlık.

    YanıtlaSil

Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.