Hayat Yolları-Alice Miller
Çeviren: Haluk
Barışcan; Metis Yayınları, Birinci Basım: Mart 2002, 167 sayfa.
Bu kitaptan alıntıları dikkatle
okursanız birçoğunuz yabancılık çekmediği şeylerle karşılaşacaktır. Örneğin, çocuk
eğitimi: Bebeğin kucağa alıştırılmaması, şımarmasının önüne geçmek için yüz verilmemesi,
kızılcık sopasıyla dövülmesi gibi durumları duymuş veya yaşamış olanlar
çıkacaktır. “Falaka” kitabını okuyanımız da çoğunluktadır.
Hitler Almanya’sını anlamaya, çözmeye çalıştıysanız ve fazla
ilerleyemediyseniz, bu notlar içinde nedenini bulacaksınız ve Türkiye’yi
anlamaya imkân bulabileceksiniz böyle yaşanmış bir deneyden yola çıkarak.
Türkiye, Almanya olabilir
mi? Türkiye’nin yolu nereye çıkar? “Bu günlere nasıl geldi?” sorusunun cevabını
veremeden daha kötü bir evreye –iç savaş- girebilir mi? Almanya'daki 30-40
yıllık eğitimin sonunda ortaya çıkan durumun Türkiye’de ortaya çıkmaması için
ne engel var? Şu anda öncesini saymadan bile 18 yıllık bir eğitim süreci
yaşanmış haldedir.
Sizlere önerim, bu kitabı temin edip okumanız, çevrenizin de
okumasını sağlamanızdır.
s.11- İnsanın hayatını nasıl yoluna
koyacağının reçetesi yoktur. Hedefler ve bunları gerçekleştirme olanakları kişiden kişiye değişir. Çocukluğumuzda
potansiyelimizin tümünü geliştirmemiz her zaman mümkün olmadıysa da, eski
korku, güvensizlik ve yoksunlukların kalıntıları hala bizimle olsa da, bilincimizin
genişlemiş olması pek çok şeyi daha iyi bir hale getirmemize olanak tanır. Bunda
sevgi ve saygı içerisinde büyüme, çocukluklarında
kaygısızca zevk ve neşe duyma şansına sahip olmuş ve bu yüzden de ileriki yaşlarında
daha kolay ve mutlu bir hayat sürebilmiş duyarlı insanlarla temasın rolü de
küçümsenemez.
s.133- Hitler de kitlelerin hayranlığını,
büyüklüğünün kanıtı olarak görüyordu. Bu hayranlığı yalanlarla elde etmiş
olduğunu çabucak unutabilmişti. Sonuçta da kendini bir dahi saymaya başlamıştı.
Gurular da anne ya da babavari kurtuluş vaatleriyle, tıpkı Hitler gibi kitlelerin
tam onayını kazanırlar. Bu vaatler kitleleri erken çocukluk dönemlerine geri itmek
suretiyle, sınırsız bir hayranlık içerisinde taşlaştırır ve köreltir. Bu
gerileme durumunda guru ya da önder gibi ebeveyni temsil eden kişilere eleştiri
yöneltmek mümkün değildir. Önderden özeleştiri beklemek de, bu kişilerde
iktidar sarhoşluğu ve kendi görünümünü ayakta tutma çabası her şeyi bir kenar itmiş
olduğundan, aynı derecede nafiledir.
s.138- Duygusal ilgiden tümüyle yoksun
kalmış olan çocuk, gerek cinsel gerekse diğer türden sömürüyü bir tür besinmiş
gibi özümler. Sevgiye, sıcaklığa, esirgenmeye aç bir çocuk yalnızca cinsel sömürüye
değil, dayağa, hakarete ve aşırı yüklenmeye de, sırf terk edilmesin diye,
oburca saldırır. …
Anne ve babamıza duyduğumuz
ilk, bozulmamış, çocuksu sevgi o denli köklüdür ki, her hangi bir şeyin, hele
gerçeğin öğrenilmesinin bunu sarsması beklenemez.
Bu, sevgi
görmek ve sevgi göstermek şeklindeki doğal ihtiyaçtan kaynaklanır. Yaşamı
sürdürmeyi sağlayan bu olumlu duygulara sarılmamızda şaşılacak bir şey yoktur.
Ancak aynı zamanda, bunları yitirme kaygısı, kendi gerçeğimizle yüzleşmemizi
engelleyebilir ve ebeveynimize, kendimizi inkâr ederek ödeyeceğimiz bir borcumuz
olduğu şeklinde garip bir düşünceye takılıp kalmamıza yol açabilir. …
s.139- Pek çok kişi çocukluklarında içinde
bulundukları gerçeklikle yüzleşmeye katlanamaz. Bu yüzden de kurtuluş olarak inkâra
yönelir. Ancak yetişkin insanlar haline geldiğimizde, kendimizi kandırmanın yarattığı
sonuçlarından, bunun hastalık belirtilerinden kurtulmak amacıyla kendi
gerçekliğimize yaklaşmayı öğrenebiliriz. Bunun için anne ve babamıza karşı duyduğumuz
olumlu duygularımızdan vazgeçmemiz gerekmez. Yetişkin insanlar olarak, onların
durumlarını anlama, farkına varmadan ya da varmak istemeden bize zarar vermiş olmalarının
nedenini öğrenme olanağımız vardır.
s.142- Nefreti başka hedeflere kaydırma
mekanizmalarının nelere yol açtığını pek çok diktatör gözler önüne sermiştir.
Kitleleri kendi yanlarına çekmeyi ve cinayete teşvik etmeyi başarmalarının
nedeni, insanların içlerinde uyumakta olan güçlü duygulan günah keçilerine yönlendirebilmeleri
olmuştur.
s.143- Örneğin Luther, akıllı ve okumuş
bir insandı, ama Yahudilerden nefret ederdi ve ebeveynlere, çocuklarını sıkı
bir biçimde terbiye etmelerini öğütlemişti. Hitler'in infazcıları gibi sapık
bir sadist değildi gerçi, ama Hitler'den 400 yıl önce yıkıcı öğütler vermişti.
Annesi tarafından daha küçük yaşlardan itibaren sıkı bir şekilde terbiye
edilmişti ve sözde kendisine “yaramış” olan şeyin doğru olduğuna inanıyordu.
Bedenine kaydedilmiş olan zayıf bir
varlığa eziyet etme eyleminin, anne ve babalar tarafından yapıldığına göre yanlış
olamayacağı inancı, tanrının, yakınlarını sevme ve zayıflara acıma buyruklarından
daha güçlü bir etki yapmıştı Luther üzerine.
Philip Greven da, son
derece aydınlatıcı kitabında" Amerikan kültürel ortamından benzer örnekler
veriyor. Dayakla verilen dersin ömür boyu etkili olabilmesi için, çocukları kızılcık sopasıyla dövmeye yaşamlarının
ilk aylarından itibaren başlamayı öğütleyen erkek ve kadın pek çok kilise
görevlisine değiniyor. Gerçekten de bu dayakların etkisi ömür boyu sürüyor!
Anne ve babaların kafalarını bulandıran bu korkunç, yıkıcı metinler dayağın
kalıcı etkisinin en iyi delilleri. Böylesi metinleri, bir zamanlar kıyasıya
dövülmüş ve daha sonra da başlarından geçeni yüceltmiş olan kişiler kaleme alabilir
ancak. …
Aynı şeyler günümüzün
teröristleri için de geçerli. Kendilerine hiçbir kötülüğü dokunmamış insanlara
işkence eden, onları öldüren bu kişiler, gaddarlıklarını sözde dini fikirlerle süslerler.
Bu insanlardan, küçük bir çocukken kendilerine uygulanmış şiddetin intikamını almakta
olduklarının farkında bile değildirler.
s.144- Babasının Hitler'e insafsızca
eziyet etmiş, onu aşağılamış ve alaya almış olduğunun yanı sıra Hitler'in
babasına duyduğu gerçek duyguları inkar ettiğini bilirsek, nefretinin kaynakları
hemen gözümüze çarpar.
s.146- Çocukluklarını yakından
incelediğim bütün despotların yaşam öykülerinde, çocukluklarının erken ve
bastırılmış dönemlerini çağrıştıran paranoyak düşünce yapılarıyla karşılaştım.
Mao, babası tarafından düzenli olarak kamçılanmıştı ve babasına öfke
yönelmemesi uğruna 30 milyon insanı öldürttü. Stalin, iktidarının en güçlü döneminde
bile çocukluğundan kalma bilinçdışı korkunun etkisi ile davrandığından milyonlarca
insanın acı çekmesine ve ölümüne neden oldu. Gürcistan'da yoksul bir kunduracı
olan babası, hayata duyduğu öfkeyi içkiyle boğmaya çalışıyor ve oğlunu kanlar
içine bırakana dek kamçılıyordu. Annesi psikotik karakter özelliklerine sahipti
ve çocuğunu korumaktan tümüyle acizdi. Zaten ya kilisede dua ediyor ya da
papazın ev işlerini görüyor olduğundan genellikle evde değildi.
Stalin, anne
ve babasını idealleştirmekten ölene kadar vazgeçmedi ve her yerde, çoktan
ortadan kalkmış oldukları halde, beyninde sürekli mevcut olarak kaydedilmiş
tehlikeler görmeyi sürdürdü.
Aynı
şeyler diğer despotlar için de geçerlidir. Hepsi, değişik insan gruplarını,
değişik gerekçeler öne sürerek izletmiş olmalarına karşın, sonuçta hepsinin de
nedeni aynı idi: İdeolojileri, gerçeği ve paranoyayı gizlemeye yarıyordu.
Kitleler coşku ile peşlerinden gitmişti, çünkü gerek bu olayın, gerekse kendi
geçmişlerinin arka planı örtük olarak kalmıştı. Despotların çocuksu intikam
fantazileri, eğer toplum naif bir tavırla bunları gerçekleştirmede yardımlarına
koşmasa, zararsız kabul edilebilirdi.
s.148- Tabii ki, çocukluklarında ağır
tacizlere maruz kaldıkları halde ne katil olan ne de çocuklara tecavüz eden
insanlar da vardır. Ama şimdiye dek, çocukluğunda tacize uğramamış bir suçlu
ile karşılaşmadım. Sorun, bu insanların pek çoğunun duygularına ve anılarına ulaşamadıkları
için, kendi güdülerinin ne olduğunu bilmemeleridir.
s.149- …, Yahudi soykırımının neden
Almanya'da ve neden başka bir zaman diliminde değil de, tam o dönemde
gerçekleşmiş olduğu sorusuna ışık tutabilecek, şimdiye dek göz önüne alınmamış başka
etkenlerin var olması gerekir. Bence bunlardan biri, küçük çocukların
yetiştirilmesinde başvurulan ve 20. yüzyılın başında Almanya'da geniş ölçüde
kabul görmüş olan yıkıcı yöntemdir. Bu yöntemi, süt çocuklarının tacizi olarak
tanımlıyorum ben.
Başka ülkelerde de
çocuklar, eğitim adına tacize uğramış ve uğramaktadır.
Ama bunlar,
Almanya'daki kara pedagojiye has sistemlilik ve kapsamlılığa ulaşmaktan
uzaktır. Hitler'in yükselişinden önceki iki nesil, bu yöntemleri mükemmelliğe
ulaştırmıştı. Bunun sonucunda da Hitler, ihtiyacı olanı elde etmiş oldu. Bunu
kendisi şöyle ifade etmişti: "Benim pedagojim serttir. Zayıf olanın ezilip
yok edilmesi gerekir. Benim tarikatımın kalelerinde, dünyanın ürkeceği bir gençlik yetişecek.
Zorba, korkusuz, şiddet uygulayan, vahşi bir gençlik istiyorum. Gençlik bu
özelliklerin hepsini taşımalıdır. Acıya katlanmalıdır. İçinde zayıf ve şefkatli
bir yön bulunmamalıdır. Gözlerinde özgür ve azametli yırtıcı hayvanın
parıltıları olmalıdır. Gençliğim, güçlü ve güzel olmalıdır... Yeniyi ancak bu
şekilde yaratabilirim." Canlılığın kökünün kazınmasına yönelik bu pedagoji
programının ardından bir halkın kökünün kazınması planlan gelmişti. İlkine,
başarının ön koşulu denebilir. …
Dr. Daniel Goulieb Moritz
Schreber'in, ebeveynlere, çocukların hayattaki ilk günlerinden itibaren
sistematik olarak yetiştirilmesine yönelik öğütler veren, kimisi kırk baskı
yapmış ve çok sayıda okuyucu bulmuş pek çok eseri vardı. O dönemde, imparatorun
iradesine boyun eğmenin yurttaşın ilk görevi olarak kabul edilmesi de bu
eserlerin bu denli tutulmasında etkili olmuştu. Almanya o zamana kadar bir
devri yaşamamıştı. Bu yüzden de pek çok kişi saf bir şeklide, çocuklarını uzun
süreli etkileri olan bir işkenceye maruz bırakıyor olduklarının farkında bile
olmaksızın, Schreber ve benzeri yazarların, küçük tebaaların terbiyesine
ilişkin öğütlerini uygulamaya koyuldu. "Sertleştiren şey sağolsun" ya
da öldürmeyen şey sertleştirir" gibi eski kuşak pedagogların hala
kullandığı deyimler bu dönemden kalma olsa gerek.
s.150- …, Schreber, ağlayan süt
çocuklarının "bedensel olarak hissedilecek uyarmalarla susmaya
zorlanmalarını da önerir. "Böyle bir girişim sadece bir, bilemediniz iki
kez gerekebilir. Ardından çocuğun ebediyen efendisi olursunuz. Bu noktadan
sonra, çocuğu yönetmek için bir bakış, tehditkâr bir jest yeterlidir,"
diye de teminat verir. Yeni doğmuş bebek ne pahasına olursa olsun daha ilk
günden itibaren ağlamamaya ve itaat etmeye koşullandırılmalıdır.
s.151- 20. yüzyılın başında itaate şartlanan
çocuklar, bedensel terbiye yöntemlerinin yanı sıra, ağır duygusal yoksunlukla
da karşı karşıya idiler. Okşama, sarılma, öpme gibi çocuklara yönelik şefkatli
temaslar, o dönemin çocuk yetiştirme kılavuzlarında "maymun sevgisi" olarak
adlandırılıyor ve ebeveynler, sertlik ideali ile kesinlikle bağdaşmayan şımartmanın
tehlikelerine karşı uyarılıyordu. Bu nedenle süt çocukları ebeveynin şefkatli
temasından yoksun kalmanın acısını çekiyordu. Bu ihtiyaçlarını olsa olsa
hizmetçilerde giderebiliyor, ancak çoğu durumda onlar tarafından haz nesnesi
olarak kullanılıyor ve sömürülüyorlardı. Bu da kimi zaman durumlarını daha karmaşık
bir hale getiriyordu.
…, Araştırmacılar, yalnızca
tacizlerin değil, ebeveynin şefkatli bedensel temasından yoksun kalmanın da,
özellikle duyguları kontrol eden beyin bölümlerindeki gelişmenin geri kalmasına
yol açtığını saptamıştır. Bu yüzden de, "bakışlarla yönetilen"
çocuklar, yıkıcı sonuçları muhtemelen ancak bir sonraki nesilde ortaya çıkan,
duygusal zararlara uğramışlardı.
s.152- Bundan 20 yıl önce İsveç'te,
çocuklara dayak atılmasını yasaklayan yasa yürürlüğe girdiğinde, halkın yüzde 70'i
yasaya karşıydı. Bugün bu oran yüzde 10'a düşmüştür. Anlaşılan yeni deneyimler pek
çok kişinin gözünün açılmasını sağlamış durumda. Ancak ne yazık ki Avrupa'daki
büyük ülkelerde, küçük çocukların, ileride uslu yurttaş denen her neyse ondan
olmaları için değnekle "disiplin altına'' alınmalarına hala izin
verilmektedir. Fransa'da bu tür değnekler bugün bile üretilmekte ve çok sayıda
alıcı bulmaktadır.
Süt çocukluğu aşamasında
katlanmak zorunda kaldığı bedensel ve ruhsal yoksunlukların, tacizlerin ve
bunların yanı sıra bastırılmış duygusal tepkilerin çocukların ruhsal yapısını
nasıl etkilediğini bilirsek, bu bastırılmış duyguların güçlü bir intikam
duygusu bırakması anlaşılır bir hale gelir. Bu yüzden de bu duyguların, 30-40 yıl
sonra, dışavurumuna izin verildiği, hatta talep edildiği bir dönemde ortaya
çıkması akla yakın geliyor.
s.166- Gerçeği aramaktan kaçınarak
sevgiyi kurtarmış olmayız. Bu, anne ve babalarımıza duyduğumuz sevgi için de
geçerlidir. Bağışlama eğer geçmişte olanların üzerini örtüyorsa, bir yarar
sağlamaz. Çünkü sevgi ve kendine ihanet bir arada var olamaz. Suçsuz insanlara yöneltilen
nefret, yalandan, kendi geçmişimizdeki acının inkârından doğar. Nefret, kendine
ihanete uzanan bağdır, çıkmaz sokaktır. Gerçek sevgi, gerçeğe katlanabilir.
Görsel: H. G.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.