SAYFALAR

Çarşamba, Nisan 29, 2020

Kitap-Beden Asla Yalan Söylemez

Beden Asla Yalan Söylemez-Alice Miller

 Orijinal Adı: Die Revolte des Körpers
Yayın: Okuyan Us Yayıncılık, 15. Basım İstanbul, Aralık 2019
Almancadan Çeviren: Cihan Dansuk

s.12-                Bu kitaptaki temel kaygım, gerçek ve güçlü duygularımızın inkarının bedenlerimiz üzerindeki etkileridir. Böylesi bir inkârı bizden ahlak ve din talep eder. 
             Hem kişisel tecrübem hem de çok sayıda insanın anlattıklarına dayanan psikoterapi hakkında bildiklerim doğrultusunda şu sonuca ulaştım: Çocukluklarında suistimal edilen çocuklar, gerçek duygularını muazzam bir şekilde bastırarak ve onlardan uzaklaşarak Dördüncü Emre -—Anne ve babaya saygılı ol, hürmet et– uymaya kalkışabilirler. Anne babalarını sevemezler ve onlara hürmet edemezler çünkü bilinç dışında hala onlardan korkuyorlardır. Ancak ne kadar isteseler de, rahat ve güvene dayalı bir ilişki kuramazlar.
            Onun yerine, gerçekleşen şey hastalıklı bir bağlanma, pek de gerçek sevgi olmayan, korku ve görev duygusunun karışımıdır, bir görüntüden ibarettir.



s.13-                Hissetmeleri gerekeni hissettiğine inanan ve hissetmeyi kendilerine yasakladıkları duyguları hissetmemek için ellerinden geleni yapan bireyler, sonunda hastalanırlar, yani, kabullenemedikleri duyguları çocuklarına yansıtarak faturayı onlara ödetirler. Burada dinin ve ahlakın talepleri ile çok uzun bir süre üstü kapatılan psiko-biyolojik bir yasayı ortaya koyuyorum.
s.15-        Hastalıklar, genellikle bedenin, hayati işlevlerinin sürekli görmezden gelinmesine gösterdiği tepkilerdir.
s.16-                Bir çocuk dünyaya geldiği zaman, ebeveynlerinden en çok ihtiyaç duyduğu şey sevgidir; yani şefkat, dikkat, ilgi, korunma, dostluk ve iletişim kurma isteğidir. Bunlar sağlandığı takdirde, bedenleri hayatları boyunca bu iyi anıları taşıyacaktır ve sonra yetişkinler olarak aynı sevgiyi kendi çocuklarına aktarabileceklerdir. Ancak durum böyle değilse, çocuklar hayatları boyunca ilk hayati ihtiyaçlarının tatmin edilmesine dair bir özlemle başbaşa kalacaklardır. Hayatlarının geri kalanında bu özlem, başka insanlara yönelik olacaktır. Buna karşılık, çocuklar "yetiştirme" adı altında ne kadar acımasız bit şekilde sevgiden mahrum bırakılır, yadsınır ya da kötü muamele görürse, yetişkin oldukları zaman -en çok ihtiyaç duyduklarında o sevgiyi vermeyen- aynı anne babaya ya da onların yerindeki kişilere o kadar çok bel bağlayacaklardır. Bu bedenin normal bir tepkisidir. Beden tam olarak neye ihtiyaç duyduğunu bilir, mahrum kaldıklarım unutamaz, mahrumiyet ya da boşluk oradadır, doldurulmayı bekler.
            Ne var ki, yaşlandıkça, anne babamızın bize vermediği sevgiyi verebilecek başka insanlar bulmak daha da zorlaşır. Ancak bedenin beklentileri yaşla azalmaz, tam tersi. Yalnızca başkalarına yönelik hale gelir, genellikle kendi çocuklarına ve torunlarına yönelik olur. Bu düzeneklerin farkına varır, baskı ve inkârdan kurtulursak kendi çocukluğumuzun gerçekliğini görebiliriz. Böylece daha önce değilse de, doğumdan itibaren tatmin edilmek üzere bekleyen ihtiyaçlardan kurtulabilen bir insan yaratabiliriz kendi içimizde. Sonra anne babamızın bize göstermediği ilgiyi, saygıyı, duygularımıza dair anlayışı, gerekli olan korumayı ve koşulsuz sevgiyi kendimize gösterebiliriz.
s.19-                Emrin kapsamı ve gücü, ölçülemez boyuttadır, zira çocuğun anne babasına olan doğal bağlılığından beslenir. En büyük filozoflar ve yazarlar, bu emre saldırmaktan çekinmişlerdir.
s.20-                Affetmenin asla şifa verici bir etkisi olmamıştır (Miller, 1 990 / 2003 ).
            Halkına Tanrı adına On Emri dayatan Musa da anne babası tarafından dışlanmış bir çocuktur. Terk edilen çocukların çoğu gibi, onlara anlayış ve hürmet göstererek bir gün anne babasının sevgisini tekrar kazanabileceğini umut etmişti. Anne babasının onu zulümden kurtarmak için bıraktığı söylenir. Ancak hasır bir sepet içindeki bir bebek bunu pek anlayamazdı.
s.21-                Küçük çocuğun bedeninde saklı duran hakiki duygular -çaresizlik ve ölümcül korku Musa'nın içinde yaşamaya devam etmiş ve On Emri halkına sunduğu zaman davranışlarını etkilemişti. Yüzeysel olarak bakıldığında, Dördüncü Emir, belki o zamanlarda gerekli olan, yaşlı insanlar için bir tür hayat sigortasıydı, ancak bugün böyle olması gerekmiyor. Ne var ki, daha da yakından baktığımız zaman, Dördüncü Emir bir tehdit, bugün de etkili olan ahlaki bir şantajdı: Uzun yaşamak istiyorsanız, onlar bunu haketmese de, anne babanıza hürmet etmeniz gerekir; aksi halde erken ölürsünüz.
            Benim inancıma göre, çocukluktaki yaraları ve onların sonuçlarını ciddiye almamızın, kendimizi bu emirden kurtarmamızın zamanı geldi. Bu, ebeveynlerimizden intikam almamız gerektiği anlamına gelmiyor, onları oldukları gibi görmemiz ve biz küçükken bize nasıl davrandıklarını anlamamız gerektiği anlamına geliyor. Böylece böylesi davranış örüntülerinin tekrarından kendimizi ve çocuklarımızı uzak tutabiliriz. Kendimizi içimizdeki yıkıcı uğraşlarını sürdüren içselleştirilmiş ebeveynlerden kurtarmamız gerekiyor, ancak böyle kendi hayatlarımızı onaylayıp kendimize saygı duymayı öğrenebiliriz.
s.22-                Zehirli pedagoji, yalnızca -çocukken sürekli cezalandırılma korkusuyla yaşadıkları için- takmak zorunda oldukları maskeye güvenebilen aşırı derecede iyi uyum sağlamış bireyler yetiştirir. "Senin iyiliğin için seni böyle eğitiyorum" cümlesi bu yaklaşımın arkasındaki asıl ilkedir. "Seni döversem ya da sana acı çektirecek ya da seni küçük düşürecek sözler söylersem, bu tamamıyla senin iyiliğin içindir."
s.23-                Siyaset dünyası, güç ve sayılma açlığının nasıl da asla doyurulamadığının mükemmel bir örneğidir. Tatmin edilemez, asla tamamıyla doyurulamaz bu açlık. Bu insanlar ne kadar çok güce sahip olurlarsa, zorlama bir tekrar süreci içinde, kaçmaya çalıştıkları o en baştaki iktidarsızlık, acizlik duygularını yeniden canlandıracak eylemlere girişmek için o kadar cesaret bulurlar: Hitler bunu sığınağında, Stalin paranoid korkularında, Mao halkı tarafından sonunda reddedilişinde, Napolyon sürgünde, Miloşeviç hapiste, Saddam Hüseyin iktidardan küçük düşürücü bir biçimde düşüşünde bulur. Bu adamları, elde ettikleri gücü, nihayetinde onları acizliğe ve güçsüzlüğe gömecek kadar suistimal etmeye sevk eden neydi? Bence bu onların bedenlerindeydi; bedenleri, çocuklukta hissettikleri iktidarsızlık, acizlik bilgisini taşıyordu; bu bilgiyi hücrelerinde sakladılar, bu bilgiyle yüzleşmek için kendi sahiplerini zorlamak üzere yola çıktılar. Ancak çocukluklarına dair bu gerçek, bu diktatörlerin kalplerine öylesine bir korku aşılamıştı ki, hakikatle -kendi hakikatleriyle- yüzleşmektense, insanların hepsini silmeyi, milyonlarca insanı yok etmeyi tercih etmişlerdi.
s.37-                Ebeveyn Dehşeti ve Trajik Etkileri: (Dostoyevski, Çehov, Kafka, Nietzsche)
Dostoyevski'nin yaşam öyküsünden, Dostoyevski'nin önceleri bir doktor olan babasına daha sonra miras yoluyla yüzden fazla serfle birlikte bir mülk kaldığını öğrenmiştim. Babası bu insanlara o kadar acımasızca davranıyormuş ki, sonunda onu öldürme cesaretini göstermişler.
s.38-                Dostoyevski'nin sağlığının çok kötü olduğu bilinir. Kronik uykusuzluk çekiyor ve korkunç kâbuslar görüyordu, bu kâbuslarda, muhtemelen kendisi gerçeğin farkına varmadan çocukluk travmaları ifade buluyordu. Dostoyevski' nin yıllarca epilepsi nöbetlerinden muzdarip olduğunu da biliyoruz.
            Anton Çehov'un hayatında da benzer bir mücadele tespit ettim, “Baba” adlı öyküsünde bence eski bir serf ve alkolik olan kendi babasını kusursuz bir biçimde anlatır.
s.39-    Gençliğinde babasından neredeyse her gün yediği acımasız tokatlar için duyduğu          kızgınlığa dair herhangi bir iz yok.
s.40-                “Fark Etmeyeceksin” (Du sollst nicht merken) adlı kitabımda Franz Kafka'nın hayatına göndermede bulunarak şunu söylemiştim, yazmak onun hayatta kalmasına yardımcı olsa da, ne içinde hapsolan çocuğu kurtarmak ne de o çocuğun yoksun kaldığı canlılığı, hassasiyeti ve güveni ona geri vermek için yeterli olmuştu, zira bu özgürleşme süreci için aydınlanmış bir şahit şarttır.
            Franz Kafka'nın çektiği acılara şahit olanlar vardı, büyük aşkı Milena ve her şeyden önce kız kardeşi Ottla vardı. Çoğu şey için onlara güvenebiliyordu, ancak erken dönemdeki kaygıları ve anne babasının elinden çektikleri konusunda bunu yapamadı. Bunlar tabu olarak kaldı. Sonunda o meşhur "Babaya Mektup" adlı yapıtını yazacak kadar ileri gitti, ancak bunu babasına değil, annesine gönderdi ve ondan mektubu babasına iletmesini rica etti. Aydınlanmış şahidi annesinde aramış, mektubu okuyunca nihayet onun çektiklerini anlayacağını ve babasıyla arasında bir arabulucu olmayı teklif edeceğini ummuştu. Ancak annesi mektubu tuttu ve orada yazanlar hakkında oğluyla konuşmak için asla bir girişimde bulunmadı. Aydınlanmış bir şahidin desteği olmadan, Kafka babasıyla kendi başına yüzleşemedi. Cezalandırılma tehdidi fazlasıyla korkutucuydu. Böylesi bir tehditten duyduğu korkuların gerçekte ne kadar ileri gittiğini anlamak için yalnızca “Yargı” ya da “Dönüşüm” adlı yapıtlarını hatırlamamız yeterli olur. Ne yazık ki, Kafka'nın onu bu korkuları yenmeye teşvik edebilecek ve mektubu gönderecek kimsesi yoktu. Olsaydı, belki hayatını kurtarabilirdi. Bu adımı tek başına atamadı, tüberküloza yakalandı ve kırklı yaşlarının başında hayatını kaybetti.
s.41-                Nietzsche'nin müthiş yapıtlarını, yalanlardan, sömürüden, riyakarlıktan ve kendi aşırı uyumundan kurtulmak için uzun süreli bir çığlık olarak yorumluyorum, hiç kimse -Nietzsche bile- küçük bir çocuk olarak bütün bunları nasıl çektiğini göremezdi. Ancak bedeni bu yükün altında durmadan uğraşıp didindi. Gençken pekâlâ şiddetli baş ağrıları gibi, güçlü duygularının bastırılmasına atfedilebilecek bir durum olan romatizmadan şikâyetçiydi. Sayısız başka şikâyetleri daha vardı, okulda geçirdiği bir yıl boyunca yüz kadar şikâyeti olmuştu. Sıkıntısının asıl kaynağının, günlük hayatını yöneten sahte bir ahlak olduğunu hiç kimse fark edemezdi, etrafındakilerin hepsi onunla aynı havayı teneffüs ediyordu. Ancak onun bedeni, riyakârlığı, başkalarından çok daha sert bir şekilde emiyordu. Biri Nietzsche'ye bedeninde saklı olan bilgiyi kabul etmesi için yardım etseydi, hayatının geri kalanında kendi hakikatine kör kalmak için "aklını yitirmesi" gerekmeyecekti.                   

s.43-    Dıramalardaki Özgürlük Mücadelesi ve Bedenin Duymazdan Gelinen Çığlığı (Friedrich von Schiller)
                                   Bugün bile ara sıra tokat atılan çocuklara kalıcı bir zarar verilmediği yönündeki görüşü sık sık duyarız. Pek çok kişi kendi hayatlarının bu görüşün en iyi kanıtı olduğuna inanırlar. Ancak yalnızca yetişkinliklerinde geçirdikleri hastalıklar ile çocuklukta yedikleri tokatlar arasındaki bağlantılar gizli kaldığı sürece buna inanmayı sürdürebilirler.
            Friedrich von Schiller, hayatının en önemli ilk üç yılını yalnızca sevgili annesiyle birlikte geçirmiştir ve onun ilgisi sayesinde kişiliğini ve muazzam yeteneklerini geliştirebilmiştir. Ancak henüz dört yaşındayken despot babası savaştan dönmüştür. Schiller'in yaşam öyküsünü yazan Friedrich Burschell, yazarın babasını "sınırlı bir bencillikle birlikte" katı, sabırsız, asabi bir adam olarak tasvir eder. Çocuk yetiştirme anlayışı, hayat dolu küçük oğlunun gösterdiği bütün kendiliğindenlik ve yaratıcılık belirtilerini bastırmak üzerine kuruluydu. Buna rağmen, Schiller, büyük ölçüde zekâsı ve hayatının ilk üç yılında annesinin sağladığı duygusal güven ortamında geliştirebildiği öz güven sayesinde okulda başarılıydı. Ancak on üç yaşında, babası tarafından bir askeri okula gönderildi ve orada kendisine dayatılan acımasız eğitimden anlatılamayacak derecede muzdarip oldu. Gencecik Nietzsche gibi her türlü hastalığın hücumuna uğradı ve dikkatini toplayamadı, revirde haftalar boyu kaldı ve sonunda kendisini en zayıf öğrencilerin arasında buldu. Okuldaki başarısızlığı hastalıklarına bağlandı, asıl sebebin hayatının sekiz yılını geçirdiği ve onun bedensel ve zihinsel gücünü tamamıyla tüketen yatılı okulda dayatılan insanlık dışı ve absürt disiplin olduğunu hiç kimse fark etmedi. Hastalığın dili, yüzyıllarca sonra da herkes tarafından görmezden gelinen ve yanlış anlaşılan kendi bedeninin dilsiz dili dışında sıkıntısını ifade etmenin yolunu bulamadı. Friedrich Burschell, okulu şöyle tarif ediyor:   
                  "Burada en hassas yıllarında, genç ve özgürlük düşkünü oğlan, bir esir gibi hissediyordu kendini, zira okulun kapıları yalnızca askeri muhafızların gözetimindeki zorunlu bir yürüyüş için açılıyordu. Bu sekiz yıl boyunca Schiller'in nadiren kendisine ayırdığı bir günü ve ara sıra istediğini yapabildiği birkaç saati olabiliyordu. Okul tatili o zamanlar bilinmiyordu, izin diye bir şey  yoktu. Bütün gün askeri düzen vardı. Öğrenciler, devasa yatakhanelerde uyuyor ve yazın sabah saat beşte ve kışın sabah altıda uyandırılıyorlardı. Alt kademedeki subaylar, yatakların yapılmasını ve kişisel temizliği denetliyordu.                      
                  Sonra öğrenciler, sabah yoklaması için eğitim alanına yürüyorlardı ve oradan da ekmek ve lapadan oluşan kahvaltı için yemekhaneye geçiyorlardı. İster dua etmek için ellerin bükülmesi, ister oturma, ister sıradan çıkmak için olsun, her şey emirle yapılıyordu. Dersler yediden öğlen on ikiye kadar sürüyordu. Sonra genç Schiller'in sürekli azarlandığı ve bir "domuz" olma şöhretine sahip olduğu yarım saatlik süre, "proprete" olarak bilinen kişisel temizliğe ayrılan zaman gelirdi. Öğrenciler askeri kıyafet giyerlerdi. Siyah manşetli soluk mavi palto, beyaz yelek ve beyaz pantolon, kıvrılan çizme ve ince uzun bir kılıç, dikişli ve     tüyle süslenmiş üç köşeli bir şapka. Okulun kurucusu olan Dük, kızıl saça tahammül edemediği için, Schiller saçını pudralamak zorunda kalıyordu. Diğer öğrenciler gibi, saçına domuz kuyruğuna benzer uzun ve yapay bir kuyruk takıyordu, şakaklarında ise yapıştırılan iki bigudi vardı. Bu şekilde giyinerek öğrenciler önce öğlen yoklamasına sonra da yemekhaneye gidiyorlardı. Yemekten sonra zorunlu yürüyüş vardı, sonra da askeri eğitim. Ondan sonra da saat iki ile altı arasında dersler ve sonrasında da yine temizlik vardı. Günün geri kalanı katı bir plan doğrultusunda kişisel çalışmaya ayrılmıştı. Akşam  yemeğinden hemen sonra öğrenciler uyumaya gönderiliyordu. Genç Schiller, yirmi bir yaşına gelene kadar bu değişmez rutinin deli gömleğine hapsolmuştu." (Burschell 1958, s.25).
s.45-    Schiller, arka arkaya bedeninin pek çok yerinde aşırı derecede acılı kasılmalar ve kramplar yaşıyordu. Kırklı yaşlara geldiğinde, onu sürekli olarak ölüm korkusuyla yüzleşmeye zorlayan birkaç ciddi hastalık geçirdi. Bu hastalıkla hezeyanları ile bağlantılıydı ve nihayet kırk altı yaşında hayatını kaybetmesine sebep oldu.
s.47-    Haydutlar'dan Wilhelm Tell'e kadar Schiller'in bütün yapıtlarında, otoritenin gözü kör kudretini uygulamasına karşı tutkulu bir isyan görürüz ve o isyanın ifade bulduğu dilin o asil hitabeti, pek çok kişiye bir gün bu isyanın başarılı olabileceğini umut etme cesaretini vermiştir. Ancak bu yapıtların hiçbirinde, Schiller, otoritenin absürt uygulamalarına karşı isyanını, bedeninde saklı çocukluk tecrübelerinin ateşlediğini asla bilmez. Korkunç ve güç delisi babasının elinden çektikleri onu yazmaya itmiştir, ancak yazma isteğinin arkasındaki güdünün ne olduğunu anlayamamıştır. Tek istediği, büyük ve kalıcı edebiyat eserleri üretmektir. Bulduğu hakikati tarihi figürler aracılığıyla ifade etmeye çalışmıştır ve bu amacına olağanüstü bir başarıyla ulaşmıştır. Ancak babasının yüzünden çektiklerine ilişkin hakikate hiç değinmez; çektiği sıkıntı, erken yaşta ölene kadar onun için bir sır olarak kalmıştır.
s.49-                Anılara İhanet (Virginia Woolf):
                        Yirmi yıldan uzun bir süre önce, Fark Etmeyeceksin' de (Dusollst nicht merken) tıpkı kız kardeşi Vanessa gibi, çocukken ve görünüşe göre ergenliğe kadar iki üvey erkek kardeşinin cinsel istismarına uğrayan Virginia Woolf'un hayatını ele almıştım. Louise  deSalvo'nun (1990) sağladığı bilgiye göre, yirmi dört ciltlik günlüğünde Woolf, sürekli olarak onlardan hiçbir destek göremeyeceğini bildiği için anne babasına güvenip de açmaya cesaret edemediği o korkunç döneme geri döner. Hayatı boyunca tekrarlayan bir depresyondan muzdariptir ve ancak yine de romanları üstünde çalışma gücünü bulur, acısını böyle ifade etmeyi ve sonunda çocukluk ve ergenlik travmalarından kurtulmayı umar. Ancak 1941 yılında depresyonu galip gelir ve Virginia Woolf kendini boğar.
s.53-                Kendinden Nefret Etme ve Karşılıksız Sevgi (Arthur Rimbaud):
                        Arthur Rimbaud, 1854 yılında doğmuş ve 1891 yılında, otuz yedi yaşında sağ bacağı kesildikten birkaç ay sonra kanserden ölmüştü.
            "Rimbaud'nun annesi, hırslı, gururlu, dediğim dedik, sıkıcı ve içi nefret dolu biriydi. Bağnaz bir dindarlıktan edinilen saf güçle alevlenen biri. 1900 yılı civarında yazdığı hayret verici mektuplar, onun ölüme ve yıkıma olan tutkusunu ortaya koyuyor. İnsan nasıl mezara girmekten dolayı bir coşku yaşayabilir ki. Yetmiş beş yaşında, gelecek olan ebedi geceyi önceden tadabilmesi için, mezar kazıcılarının onu daha sonra ölmüş olan çocukları Vitali ve Arthur ile paylaşacağı mezara indirmesini istemişti." (Bonnefoy 1999, s. 17) … Zeki ve hassas bir çocuğun böylesi bir kadının himayesinde büyümesi nasıldı kimbilir?
            "(Annesi) gelişimine engel olmak ve onu durdurmak için elinden geleni yaptı. Bu konuda başarılı olamayınca oğlunun her bir bağımsızlık arzusunun, özgürlük belirtisinin daha en başında önünü kesmiş. Oğlu, kendisini bir yetim olarak görmeye başlamış ve annesi ile olan ilişkisi bir yanda nefret, öte yanda esaret olmak üzere ikiye ayrılmış. Hiçbir sevgi görmemesinin bir sonucu olarak, Rimbaud bir şekilde suçlu olması gerektiği sonucuna varmış. Masumiyetinin verdiği bütün güçle, annesinin yargılarına şiddetle başkaldırmış."
s.54-                Rimbaud'nun annesi çocuklarının üstündeki tam hakimiyetini sürdürmüş ve buna anne sevgisi demiş. Keskin bir zekâya sahip oğlu ise bunun bir yalan olduğunu görmüş, annesinin bu etkileyici kaygısının sevgi ile bir ilgisinin olmadığını fark etmişti, ancak bu gözlemini tamamıyla kabul edemedi, zira bir çocuk olarak sevgiye, en azından onun yanılsamasına ihtiyacı vardı. Annesinden nefret etmemeliydi, görünüşte oğlu için kaygılandığından bunu yapamıyordu. O yüzden onun yerine kendisinden nefret etti, anlaşılmaz bir şekilde böylesi bir sahteliği ve soğukluğu hak etmiş olması gerektiğine şuursuzca inanmıştı. Tiksinti duygusundan muzdarip halde, Nietzsche gibi bu nefreti yaşadığı şehre, içinde yaşadığı ahlak sisteminin riyakârlığına ve kendisine yöneltti. Hayatı boyunca bu duygulardan kaçmaya çalıştı; alkole, haşhaşa, absente, afyona ve uzak yerlere yaptığı aşırı seyahatlere başvurdu. Gençliğinde evden kaçmak için iki girişimde bulundu, ancak her ikisinde de yakalandı ve geri döndü.
s.59-                Hapsolmuş Çocuk ve Acıyı İnkar Etme İhtiyacı (Yukio Mişima):
                        1970 yılında kırk dört yaşında harakiri yapan meşhur Japon şair Yukio Mişima, içinde marazi ve sapkın şeylere karşı bir eğilim hissettiği için, kendisinden sıkça canavar olarak söz ediyordu. Fantazileri ölüm, karanlık dünya ve cinsel şiddet ile ilgiliydi.
            Neredeyse en başından beri, o sırada elli yaşında olan büyükannesinin odasında kalıyordu. Karyolası onun yatağının yanında duruyordu, yıllarca orada dış dünyadan uzak ve tamamıyla onun ihtiyaçlarına açık bir şekilde yaşadı. Mişima'nın büyükannesi şiddetli depresyondan muzdaripti, ara sıra küçük çocuğu histeri krizleri ile dehşete düşürüyordu. Kocasını ve oğlunu, yani Mişima'nın babasını hor görüyordu, ancak kendi üslubuyla küçük torununa tapıyor ve yalnızca ve yalnızca kendisine ait olmasını istiyordu.
s.60-                Dört yaşındayken ciddi bir hastalık geçiriyor; daha sonradan kronik olduğu ortaya çıkan, kendi kendini zehirleme tanısı konan bir hastalık. Altı yaşında okula ilk gittiğinde, diğer çocuklarla hayatında ilk kez temas kuruyor ve onların arasında kendisini tuhaf ve yabancı hissediyor. Gayet doğal olarak, başka çocuklarla ilişki kurmada zorlanıyor.

            Nihayet on iki yaşında anne babasının yanına taşındığı zaman, annesi, yazdıklarıyla gurur duydu, ancak babası yazdıklarını yırtıp attı ve Mişima gizlice yazmayı sürdürmeye zorlandı. Evde ne anlaşılıyor ne de teşvik ediliyordu. Büyükannesi ondan bir kız yaratmaya çalıştı, öte yandan babası da şiddetli dayaklarla onu bir erkeğe çevirmeye kalkıştı. Sonuç olarak, Mişima sık sık büyükannesini ziyaret etti, oraya gitmek, onun için babasının zulmünden kaçışı temsil ediyordu. On üç yaşındayken büyükannesi onu ilk kez tiyatroya götürdü. Bu da ona yepyeni bir dünyanın - duygular dünyasının- kapılarını açtı.

Görsel: H. G.

2 yorum:

  1. Bu kitap uzunca bir süredir aklımda. Listemde de başlarda geliyor. İnşallah kısa zamanda okuyabilirim.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ben geciktirmeyin okumanızı derim. Türkiye'de de kanayan bir yara çünkü kitabın konusu.

      Sil

Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.