Beden Asla Yalan Söylemez-Alice Miller
Yayın: Okuyan
Us Yayıncılık, 15. Basım İstanbul, Aralık 2019
Almancadan
Çeviren: Cihan Dansuk
s.12- Bu kitaptaki temel kaygım,
gerçek ve güçlü duygularımızın inkarının bedenlerimiz üzerindeki etkileridir.
Böylesi bir inkârı bizden ahlak ve din talep eder.
Hem kişisel tecrübem hem de çok sayıda insanın anlattıklarına dayanan psikoterapi hakkında bildiklerim doğrultusunda şu sonuca ulaştım: Çocukluklarında suistimal edilen çocuklar, gerçek duygularını muazzam bir şekilde bastırarak ve onlardan uzaklaşarak Dördüncü Emre -—Anne ve babaya saygılı ol, hürmet et– uymaya kalkışabilirler. Anne babalarını sevemezler ve onlara hürmet edemezler çünkü bilinç dışında hala onlardan korkuyorlardır. Ancak ne kadar isteseler de, rahat ve güvene dayalı bir ilişki kuramazlar.
Hem kişisel tecrübem hem de çok sayıda insanın anlattıklarına dayanan psikoterapi hakkında bildiklerim doğrultusunda şu sonuca ulaştım: Çocukluklarında suistimal edilen çocuklar, gerçek duygularını muazzam bir şekilde bastırarak ve onlardan uzaklaşarak Dördüncü Emre -—Anne ve babaya saygılı ol, hürmet et– uymaya kalkışabilirler. Anne babalarını sevemezler ve onlara hürmet edemezler çünkü bilinç dışında hala onlardan korkuyorlardır. Ancak ne kadar isteseler de, rahat ve güvene dayalı bir ilişki kuramazlar.
Onun yerine, gerçekleşen şey
hastalıklı bir bağlanma, pek de gerçek sevgi olmayan, korku ve görev duygusunun
karışımıdır, bir görüntüden ibarettir.
s.13- Hissetmeleri gerekeni
hissettiğine inanan ve hissetmeyi kendilerine yasakladıkları duyguları
hissetmemek için ellerinden geleni yapan bireyler, sonunda hastalanırlar, yani,
kabullenemedikleri duyguları çocuklarına yansıtarak faturayı onlara ödetirler. Burada
dinin ve ahlakın talepleri ile çok uzun bir süre üstü kapatılan psiko-biyolojik
bir yasayı ortaya koyuyorum.
s.15- Hastalıklar, genellikle bedenin,
hayati işlevlerinin sürekli görmezden gelinmesine gösterdiği tepkilerdir.
s.16- Bir çocuk dünyaya geldiği zaman,
ebeveynlerinden en çok ihtiyaç duyduğu şey sevgidir; yani şefkat, dikkat, ilgi,
korunma, dostluk ve iletişim kurma isteğidir. Bunlar sağlandığı takdirde,
bedenleri hayatları boyunca bu iyi anıları taşıyacaktır ve sonra yetişkinler
olarak aynı sevgiyi kendi çocuklarına aktarabileceklerdir. Ancak durum böyle değilse,
çocuklar hayatları boyunca ilk hayati ihtiyaçlarının tatmin edilmesine dair bir
özlemle başbaşa kalacaklardır. Hayatlarının geri kalanında bu özlem, başka
insanlara yönelik olacaktır. Buna karşılık, çocuklar "yetiştirme" adı
altında ne kadar acımasız bit şekilde sevgiden mahrum bırakılır, yadsınır ya da
kötü muamele görürse, yetişkin oldukları zaman -en çok ihtiyaç duyduklarında o
sevgiyi vermeyen- aynı anne babaya ya da onların yerindeki kişilere o kadar çok
bel bağlayacaklardır. Bu bedenin normal bir tepkisidir. Beden tam olarak neye
ihtiyaç duyduğunu bilir, mahrum kaldıklarım unutamaz, mahrumiyet ya da boşluk
oradadır, doldurulmayı bekler.
Ne var ki, yaşlandıkça, anne
babamızın bize vermediği sevgiyi verebilecek başka insanlar bulmak daha da
zorlaşır. Ancak bedenin beklentileri yaşla azalmaz, tam tersi. Yalnızca
başkalarına yönelik hale gelir, genellikle kendi çocuklarına ve torunlarına
yönelik olur. Bu düzeneklerin farkına varır, baskı ve inkârdan kurtulursak
kendi çocukluğumuzun gerçekliğini görebiliriz. Böylece daha önce değilse de,
doğumdan itibaren tatmin edilmek üzere bekleyen ihtiyaçlardan kurtulabilen bir
insan yaratabiliriz kendi içimizde. Sonra anne babamızın bize göstermediği ilgiyi,
saygıyı, duygularımıza dair anlayışı, gerekli olan korumayı ve koşulsuz sevgiyi
kendimize gösterebiliriz.
s.19- Emrin kapsamı ve gücü, ölçülemez
boyuttadır, zira çocuğun anne babasına olan doğal bağlılığından beslenir. En
büyük filozoflar ve yazarlar, bu emre saldırmaktan çekinmişlerdir.
s.20- Affetmenin asla şifa verici bir etkisi
olmamıştır (Miller, 1 990 / 2003 ).
Halkına Tanrı adına On Emri dayatan
Musa da anne babası tarafından dışlanmış bir çocuktur. Terk edilen çocukların çoğu
gibi, onlara anlayış ve hürmet göstererek bir gün anne babasının sevgisini tekrar
kazanabileceğini umut etmişti. Anne babasının onu zulümden kurtarmak için bıraktığı
söylenir. Ancak hasır bir sepet içindeki bir bebek bunu pek anlayamazdı.
s.21- Küçük çocuğun bedeninde saklı duran
hakiki duygular -çaresizlik ve ölümcül korku Musa'nın içinde yaşamaya devam
etmiş ve On Emri halkına sunduğu zaman davranışlarını etkilemişti. Yüzeysel olarak
bakıldığında, Dördüncü Emir, belki o zamanlarda gerekli olan, yaşlı insanlar
için bir tür hayat sigortasıydı, ancak bugün böyle olması gerekmiyor. Ne var
ki, daha da yakından baktığımız zaman, Dördüncü Emir bir tehdit, bugün de
etkili olan ahlaki bir şantajdı: Uzun
yaşamak istiyorsanız, onlar bunu haketmese de, anne babanıza hürmet etmeniz
gerekir; aksi halde erken ölürsünüz.
Benim inancıma göre, çocukluktaki
yaraları ve onların sonuçlarını ciddiye almamızın, kendimizi bu emirden
kurtarmamızın zamanı geldi. Bu, ebeveynlerimizden intikam almamız gerektiği anlamına
gelmiyor, onları oldukları gibi görmemiz ve biz küçükken bize nasıl davrandıklarını
anlamamız gerektiği anlamına geliyor. Böylece böylesi davranış örüntülerinin tekrarından
kendimizi ve çocuklarımızı uzak tutabiliriz. Kendimizi içimizdeki yıkıcı
uğraşlarını sürdüren içselleştirilmiş ebeveynlerden kurtarmamız gerekiyor,
ancak böyle kendi hayatlarımızı onaylayıp kendimize saygı duymayı öğrenebiliriz.
s.22- Zehirli pedagoji, yalnızca
-çocukken sürekli cezalandırılma korkusuyla yaşadıkları için- takmak zorunda
oldukları maskeye güvenebilen aşırı derecede iyi uyum sağlamış bireyler
yetiştirir. "Senin iyiliğin için seni böyle eğitiyorum" cümlesi bu
yaklaşımın arkasındaki asıl ilkedir. "Seni döversem ya da sana acı
çektirecek ya da seni küçük düşürecek sözler söylersem, bu tamamıyla senin iyiliğin
içindir."
s.23- Siyaset dünyası, güç ve sayılma
açlığının nasıl da asla doyurulamadığının mükemmel bir örneğidir. Tatmin edilemez,
asla tamamıyla doyurulamaz bu açlık. Bu insanlar ne kadar çok güce sahip
olurlarsa, zorlama bir tekrar süreci içinde, kaçmaya çalıştıkları o en baştaki
iktidarsızlık, acizlik
duygularını yeniden canlandıracak eylemlere girişmek için o kadar cesaret
bulurlar: Hitler bunu sığınağında, Stalin paranoid korkularında, Mao halkı
tarafından sonunda reddedilişinde, Napolyon sürgünde, Miloşeviç hapiste, Saddam
Hüseyin iktidardan küçük düşürücü bir biçimde düşüşünde bulur. Bu adamları,
elde ettikleri gücü, nihayetinde onları acizliğe ve güçsüzlüğe gömecek kadar
suistimal etmeye sevk eden neydi? Bence bu onların bedenlerindeydi; bedenleri,
çocuklukta hissettikleri iktidarsızlık, acizlik bilgisini taşıyordu; bu bilgiyi
hücrelerinde sakladılar, bu bilgiyle yüzleşmek için kendi sahiplerini zorlamak
üzere yola çıktılar. Ancak çocukluklarına dair bu gerçek, bu diktatörlerin
kalplerine öylesine bir korku aşılamıştı ki, hakikatle -kendi hakikatleriyle-
yüzleşmektense, insanların hepsini silmeyi, milyonlarca insanı yok etmeyi
tercih etmişlerdi.
s.37- Ebeveyn Dehşeti ve Trajik Etkileri: (Dostoyevski, Çehov, Kafka,
Nietzsche)
Dostoyevski'nin yaşam öyküsünden, Dostoyevski'nin önceleri bir doktor
olan babasına daha sonra miras yoluyla yüzden fazla serfle birlikte bir mülk
kaldığını öğrenmiştim. Babası bu insanlara o kadar acımasızca davranıyormuş ki,
sonunda onu öldürme cesaretini göstermişler.
s.38- Dostoyevski'nin sağlığının çok
kötü olduğu bilinir. Kronik uykusuzluk çekiyor ve korkunç kâbuslar görüyordu, bu
kâbuslarda, muhtemelen kendisi gerçeğin farkına varmadan çocukluk travmaları
ifade buluyordu. Dostoyevski' nin yıllarca epilepsi nöbetlerinden muzdarip olduğunu
da biliyoruz.
Anton Çehov'un
hayatında da benzer bir mücadele tespit ettim, “Baba” adlı öyküsünde bence eski
bir serf ve alkolik olan kendi babasını kusursuz bir biçimde anlatır.
s.39- Gençliğinde babasından neredeyse her gün
yediği acımasız tokatlar için duyduğu kızgınlığa
dair herhangi bir iz yok.
s.40- “Fark Etmeyeceksin” (Du sollst
nicht merken) adlı kitabımda Franz Kafka'nın hayatına göndermede bulunarak
şunu söylemiştim, yazmak onun hayatta kalmasına yardımcı olsa da, ne içinde hapsolan çocuğu
kurtarmak ne de o çocuğun yoksun kaldığı canlılığı, hassasiyeti ve güveni ona geri
vermek için yeterli olmuştu, zira bu özgürleşme süreci için aydınlanmış bir
şahit şarttır.
Franz
Kafka'nın çektiği acılara şahit olanlar vardı, büyük aşkı Milena ve her
şeyden önce kız kardeşi Ottla vardı. Çoğu şey için onlara güvenebiliyordu,
ancak erken dönemdeki kaygıları ve anne babasının elinden çektikleri konusunda
bunu yapamadı. Bunlar tabu olarak kaldı. Sonunda o meşhur "Babaya
Mektup" adlı yapıtını yazacak kadar ileri gitti, ancak bunu babasına
değil, annesine gönderdi ve ondan mektubu babasına iletmesini rica etti. Aydınlanmış
şahidi annesinde aramış, mektubu okuyunca nihayet onun çektiklerini anlayacağını
ve babasıyla arasında bir arabulucu olmayı teklif edeceğini ummuştu. Ancak annesi
mektubu tuttu ve orada yazanlar hakkında oğluyla konuşmak için asla bir
girişimde bulunmadı. Aydınlanmış bir şahidin desteği olmadan, Kafka babasıyla
kendi başına yüzleşemedi. Cezalandırılma tehdidi fazlasıyla korkutucuydu. Böylesi
bir tehditten duyduğu korkuların gerçekte ne kadar ileri gittiğini anlamak için
yalnızca “Yargı” ya da “Dönüşüm” adlı yapıtlarını hatırlamamız yeterli olur. Ne
yazık ki, Kafka'nın onu bu korkuları yenmeye teşvik edebilecek ve mektubu
gönderecek kimsesi yoktu. Olsaydı, belki hayatını kurtarabilirdi. Bu adımı tek
başına atamadı, tüberküloza yakalandı ve kırklı yaşlarının başında hayatını kaybetti.
s.41- Nietzsche'nin
müthiş yapıtlarını, yalanlardan, sömürüden, riyakarlıktan ve kendi aşırı uyumundan
kurtulmak için uzun süreli bir çığlık olarak yorumluyorum, hiç kimse -Nietzsche bile- küçük bir çocuk olarak
bütün bunları nasıl çektiğini göremezdi. Ancak bedeni bu yükün altında durmadan
uğraşıp didindi. Gençken pekâlâ şiddetli baş ağrıları gibi, güçlü duygularının bastırılmasına
atfedilebilecek bir durum olan romatizmadan şikâyetçiydi. Sayısız başka
şikâyetleri daha vardı, okulda geçirdiği bir yıl boyunca yüz kadar şikâyeti
olmuştu. Sıkıntısının asıl kaynağının, günlük hayatını yöneten sahte bir ahlak
olduğunu hiç kimse fark edemezdi, etrafındakilerin hepsi onunla aynı havayı
teneffüs ediyordu. Ancak onun bedeni, riyakârlığı, başkalarından çok daha sert bir
şekilde emiyordu. Biri Nietzsche'ye bedeninde saklı olan bilgiyi kabul etmesi
için yardım etseydi, hayatının geri kalanında kendi hakikatine kör kalmak için
"aklını yitirmesi" gerekmeyecekti.
s.43- Dıramalardaki Özgürlük Mücadelesi ve
Bedenin Duymazdan Gelinen Çığlığı (Friedrich von Schiller)
Bugün
bile ara sıra tokat atılan çocuklara kalıcı bir zarar verilmediği yönündeki
görüşü sık sık duyarız. Pek çok kişi kendi hayatlarının bu görüşün en iyi
kanıtı olduğuna inanırlar. Ancak yalnızca yetişkinliklerinde geçirdikleri
hastalıklar ile çocuklukta yedikleri tokatlar arasındaki bağlantılar gizli
kaldığı sürece buna inanmayı sürdürebilirler.
Friedrich von Schiller, hayatının en önemli ilk üç yılını
yalnızca sevgili annesiyle birlikte geçirmiştir ve onun ilgisi sayesinde
kişiliğini ve muazzam yeteneklerini geliştirebilmiştir. Ancak henüz dört
yaşındayken despot babası savaştan dönmüştür. Schiller'in yaşam öyküsünü yazan Friedrich
Burschell, yazarın babasını "sınırlı bir bencillikle birlikte" katı,
sabırsız, asabi bir adam olarak tasvir eder. Çocuk yetiştirme anlayışı, hayat
dolu küçük oğlunun gösterdiği bütün kendiliğindenlik ve yaratıcılık belirtilerini
bastırmak üzerine kuruluydu. Buna rağmen, Schiller, büyük ölçüde zekâsı ve
hayatının ilk üç yılında annesinin sağladığı duygusal güven ortamında
geliştirebildiği öz güven
sayesinde okulda başarılıydı. Ancak on üç yaşında, babası tarafından bir askeri
okula gönderildi ve orada kendisine dayatılan acımasız eğitimden
anlatılamayacak derecede muzdarip oldu. Gencecik Nietzsche gibi her türlü hastalığın
hücumuna uğradı ve dikkatini toplayamadı, revirde haftalar boyu kaldı ve
sonunda kendisini en zayıf öğrencilerin arasında buldu. Okuldaki başarısızlığı
hastalıklarına bağlandı, asıl sebebin hayatının sekiz yılını geçirdiği ve onun
bedensel ve zihinsel gücünü tamamıyla tüketen yatılı okulda dayatılan insanlık
dışı ve absürt disiplin olduğunu hiç kimse fark etmedi. Hastalığın dili,
yüzyıllarca sonra da herkes tarafından görmezden gelinen ve yanlış anlaşılan
kendi bedeninin dilsiz dili dışında sıkıntısını ifade etmenin yolunu bulamadı.
Friedrich Burschell, okulu şöyle tarif ediyor:
"Burada en hassas yıllarında,
genç ve özgürlük düşkünü oğlan, bir esir gibi hissediyordu kendini, zira okulun
kapıları yalnızca askeri muhafızların gözetimindeki zorunlu bir yürüyüş
için açılıyordu. Bu sekiz yıl boyunca Schiller'in nadiren kendisine
ayırdığı bir günü ve ara sıra istediğini yapabildiği birkaç saati olabiliyordu. Okul tatili o zamanlar
bilinmiyordu, izin diye bir şey yoktu.
Bütün gün askeri düzen vardı. Öğrenciler, devasa yatakhanelerde uyuyor ve yazın
sabah saat beşte ve kışın sabah altıda uyandırılıyorlardı. Alt kademedeki subaylar, yatakların
yapılmasını ve kişisel temizliği denetliyordu.
Sonra
öğrenciler, sabah yoklaması için eğitim alanına yürüyorlardı ve oradan da ekmek ve lapadan oluşan
kahvaltı için yemekhaneye geçiyorlardı. İster dua etmek için ellerin bükülmesi, ister oturma,
ister sıradan çıkmak için olsun, her şey
emirle yapılıyordu. Dersler yediden öğlen on ikiye kadar sürüyordu. Sonra genç Schiller'in sürekli
azarlandığı ve bir "domuz" olma şöhretine sahip olduğu yarım saatlik süre,
"proprete" olarak bilinen kişisel temizliğe ayrılan zaman gelirdi.
Öğrenciler askeri kıyafet giyerlerdi. Siyah manşetli soluk mavi palto, beyaz yelek ve beyaz pantolon,
kıvrılan çizme ve ince uzun bir kılıç, dikişli ve tüyle süslenmiş üç köşeli bir şapka. Okulun kurucusu
olan Dük, kızıl saça tahammül
edemediği için, Schiller saçını pudralamak zorunda kalıyordu. Diğer öğrenciler gibi, saçına
domuz kuyruğuna benzer uzun ve yapay bir kuyruk takıyordu, şakaklarında ise yapıştırılan iki
bigudi vardı. Bu şekilde giyinerek öğrenciler
önce öğlen yoklamasına sonra da yemekhaneye gidiyorlardı. Yemekten sonra zorunlu
yürüyüş vardı, sonra da askeri eğitim. Ondan sonra da saat iki ile altı arasında dersler ve sonrasında da
yine temizlik vardı. Günün geri
kalanı katı bir plan doğrultusunda kişisel çalışmaya ayrılmıştı. Akşam yemeğinden
hemen sonra öğrenciler uyumaya gönderiliyordu. Genç Schiller, yirmi bir yaşına gelene kadar bu
değişmez rutinin deli gömleğine hapsolmuştu."
(Burschell 1958, s.25).
s.45- Schiller,
arka arkaya bedeninin pek çok yerinde aşırı derecede acılı kasılmalar ve kramplar
yaşıyordu. Kırklı yaşlara geldiğinde, onu sürekli olarak ölüm korkusuyla yüzleşmeye
zorlayan birkaç ciddi hastalık geçirdi. Bu hastalıkla hezeyanları ile
bağlantılıydı ve nihayet kırk altı yaşında hayatını kaybetmesine sebep oldu.
s.47- Haydutlar'dan Wilhelm Tell'e kadar Schiller'in bütün yapıtlarında, otoritenin
gözü kör kudretini uygulamasına karşı tutkulu bir isyan görürüz ve o isyanın
ifade bulduğu dilin o asil hitabeti, pek çok kişiye bir gün bu isyanın başarılı
olabileceğini umut etme cesaretini vermiştir. Ancak bu yapıtların hiçbirinde,
Schiller, otoritenin absürt uygulamalarına karşı isyanını, bedeninde saklı
çocukluk tecrübelerinin ateşlediğini asla bilmez. Korkunç ve güç delisi
babasının elinden çektikleri onu yazmaya itmiştir, ancak yazma isteğinin arkasındaki
güdünün ne olduğunu anlayamamıştır. Tek istediği, büyük ve kalıcı edebiyat
eserleri üretmektir. Bulduğu hakikati tarihi figürler aracılığıyla ifade etmeye
çalışmıştır ve bu amacına olağanüstü bir başarıyla ulaşmıştır. Ancak babasının
yüzünden çektiklerine ilişkin hakikate hiç değinmez; çektiği sıkıntı, erken
yaşta ölene kadar onun için bir sır olarak kalmıştır.
s.49- Anılara İhanet (Virginia
Woolf):
Yirmi yıldan uzun bir
süre önce, Fark Etmeyeceksin' de (Dusollst nicht merken) tıpkı kız kardeşi
Vanessa gibi, çocukken ve görünüşe göre ergenliğe kadar iki üvey erkek kardeşinin
cinsel istismarına uğrayan Virginia
Woolf'un hayatını ele almıştım. Louise deSalvo'nun (1990) sağladığı bilgiye göre,
yirmi dört ciltlik günlüğünde Woolf, sürekli olarak onlardan hiçbir destek
göremeyeceğini bildiği için anne babasına güvenip de açmaya cesaret edemediği o
korkunç döneme geri döner. Hayatı boyunca tekrarlayan bir depresyondan muzdariptir
ve ancak yine de romanları üstünde çalışma gücünü bulur, acısını böyle ifade etmeyi
ve sonunda çocukluk ve ergenlik travmalarından kurtulmayı umar. Ancak 1941
yılında depresyonu galip gelir ve Virginia Woolf kendini boğar.
s.53- Kendinden Nefret Etme ve
Karşılıksız Sevgi (Arthur
Rimbaud):
Arthur Rimbaud, 1854 yılında doğmuş ve 1891 yılında, otuz yedi
yaşında sağ bacağı kesildikten birkaç ay sonra kanserden ölmüştü.
"Rimbaud'nun annesi, hırslı, gururlu, dediğim dedik, sıkıcı ve içi
nefret dolu biriydi. Bağnaz bir dindarlıktan edinilen saf güçle alevlenen biri.
1900 yılı civarında yazdığı hayret verici mektuplar, onun ölüme ve yıkıma olan
tutkusunu ortaya koyuyor. İnsan nasıl mezara girmekten dolayı bir coşku
yaşayabilir ki. Yetmiş beş yaşında, gelecek olan ebedi geceyi önceden tadabilmesi
için, mezar kazıcılarının onu daha sonra ölmüş olan çocukları Vitali ve Arthur
ile paylaşacağı mezara indirmesini istemişti." (Bonnefoy 1999, s. 17) … Zeki
ve hassas bir çocuğun böylesi bir kadının himayesinde büyümesi nasıldı
kimbilir?
"(Annesi) gelişimine engel
olmak ve onu durdurmak için elinden geleni yaptı. Bu konuda başarılı olamayınca
oğlunun her bir bağımsızlık arzusunun, özgürlük belirtisinin daha en başında
önünü kesmiş. Oğlu, kendisini bir yetim olarak görmeye başlamış ve annesi ile olan
ilişkisi bir yanda nefret, öte yanda esaret olmak üzere ikiye ayrılmış. Hiçbir
sevgi görmemesinin bir sonucu olarak, Rimbaud
bir şekilde suçlu olması gerektiği sonucuna varmış. Masumiyetinin verdiği bütün
güçle, annesinin yargılarına şiddetle başkaldırmış."
s.54- Rimbaud'nun annesi çocuklarının üstündeki tam hakimiyetini sürdürmüş
ve buna anne sevgisi demiş. Keskin bir zekâya sahip oğlu ise bunun bir yalan
olduğunu görmüş, annesinin bu etkileyici kaygısının sevgi ile bir ilgisinin olmadığını
fark etmişti, ancak bu gözlemini tamamıyla kabul edemedi, zira bir çocuk olarak
sevgiye, en azından onun yanılsamasına ihtiyacı vardı. Annesinden nefret etmemeliydi,
görünüşte oğlu için kaygılandığından bunu yapamıyordu. O yüzden onun yerine
kendisinden nefret etti, anlaşılmaz bir şekilde böylesi bir sahteliği ve soğukluğu
hak etmiş olması gerektiğine şuursuzca inanmıştı. Tiksinti duygusundan muzdarip
halde, Nietzsche gibi bu nefreti yaşadığı şehre, içinde yaşadığı ahlak
sisteminin riyakârlığına ve kendisine yöneltti. Hayatı boyunca bu duygulardan kaçmaya
çalıştı; alkole, haşhaşa, absente, afyona ve uzak yerlere yaptığı aşırı
seyahatlere başvurdu. Gençliğinde evden kaçmak için iki girişimde bulundu,
ancak her ikisinde de yakalandı ve geri döndü.
s.59- Hapsolmuş Çocuk ve Acıyı İnkar Etme
İhtiyacı (Yukio Mişima):
1970 yılında kırk dört yaşında
harakiri yapan meşhur Japon şair Yukio
Mişima, içinde marazi ve sapkın şeylere karşı bir eğilim hissettiği için,
kendisinden sıkça canavar olarak söz ediyordu. Fantazileri ölüm, karanlık dünya
ve cinsel şiddet ile ilgiliydi.
Neredeyse en başından beri, o sırada
elli yaşında olan büyükannesinin odasında kalıyordu. Karyolası onun yatağının
yanında duruyordu, yıllarca orada dış dünyadan uzak ve tamamıyla onun
ihtiyaçlarına açık bir şekilde yaşadı. Mişima'nın
büyükannesi şiddetli depresyondan muzdaripti, ara sıra küçük çocuğu histeri
krizleri ile dehşete düşürüyordu. Kocasını ve oğlunu, yani Mişima'nın babasını hor görüyordu, ancak kendi üslubuyla küçük
torununa tapıyor ve yalnızca ve yalnızca kendisine ait olmasını istiyordu.
s.60- Dört yaşındayken ciddi bir
hastalık geçiriyor; daha sonradan kronik olduğu ortaya çıkan, kendi kendini
zehirleme tanısı konan bir hastalık. Altı yaşında okula ilk gittiğinde, diğer
çocuklarla hayatında ilk kez temas kuruyor ve onların arasında kendisini tuhaf
ve yabancı hissediyor. Gayet doğal olarak, başka çocuklarla ilişki kurmada
zorlanıyor.
Nihayet on iki yaşında anne
babasının yanına taşındığı zaman, annesi, yazdıklarıyla gurur duydu, ancak
babası yazdıklarını yırtıp attı ve Mişima
gizlice yazmayı sürdürmeye zorlandı. Evde ne anlaşılıyor ne de teşvik
ediliyordu. Büyükannesi ondan bir kız yaratmaya çalıştı, öte yandan babası da
şiddetli dayaklarla onu bir erkeğe çevirmeye kalkıştı. Sonuç olarak, Mişima sık sık büyükannesini ziyaret etti,
oraya gitmek, onun için babasının zulmünden kaçışı temsil ediyordu. On üç
yaşındayken büyükannesi onu ilk kez tiyatroya götürdü. Bu da ona yepyeni bir
dünyanın - duygular dünyasının- kapılarını açtı.
Bu kitap uzunca bir süredir aklımda. Listemde de başlarda geliyor. İnşallah kısa zamanda okuyabilirim.
YanıtlaSilBen geciktirmeyin okumanızı derim. Türkiye'de de kanayan bir yara çünkü kitabın konusu.
Sil