Bir koca bavul dolusu mesleki kitap
"çiçeği burnunda mühendis" |
Yıl
1984 mart veya nisan ayıydı, bir uzun zarf verdi postacı elime ve imzamı
istedi. Taahhütlüydü gelen zarf. Merakla aldım zarfı ve imzayı çaktım kara
kaplı defterine postacının.
Askerden
geleli birkaç ay olmamıştı henüz ve birkaç devlet memurluğu sınavına
katılmıştım. Askerlik havasını yeni yeni atmak üzereydim üzerimden. Heyecanla
açtım zarfı ve içinden çıkardım katlanmış kâğıdı, okumaya başladım. “… tarihinde görev yerinizde olmanız
gerekmektedir aksi halde atamanız geçersiz sayılacaktır” ifadesi beynimden
kızgın sular döktü birden.
Görev
yeri Van'dı ve benim en geç iki gün içinde görev yerimde olmam isteniyordu.
Sevinemedim atandığıma, üzülemedim de. Bir garip oldum o anlarda. Sersem tavuk
gibi tekrar tekrar okudum yazıyı, tarihine baktım tekrar tekrar, ne kadar bakıp
okusam da değişen bir şey olmuyordu; hepsi de yerinde duruyordu.
İkindi
vaktiydi mektup elime geçtiğinde ve ben sersemliğimi gece yarılarında ancak
atabildim üzerimden. Ne edip edip gidilecekti başka bir yolu yoktu. Oturup plan yaptım kendimce.
Sabaha
kadar bavulumu hazırlayacaktım, sabahleyin Van’a gidişin yollarını arayacaktım,
büyük ihtimalle uçak olacaktı. Öğrenciliğimde Almanya’ya gittiğim için uçak
yolculuğu pek yabancı değildi hatta hoşuma da giderdi. Biraz rahatlayınca 01
sularında koyuldum mesleki kitapları dolaplardan indirmeye.
Bu
arada yazmayı unuttum, Denizli’de öğrenciyken kaldığım evdeyim ve
yalnızım. Odanın ortasında bir sürü kitap
yığıldı kaldı; dönüp bakınca gözüm korktu bir anda. Yapı statiği, mekaniği,
malzeme bilgisi, jeoloji, betonarme, ahşap, çelik, su yapıları, kara yolu,
köprüler… ne aklınıza gelirse hepsi de oradaydı. Ayrıca ek kaynak ve bilgi için
edindiğim ilave kitaplar vardı.
Abartmıyorum,
yaklaşık ölçülerle körüklü, 1,50x1,00x0,30 ebatlarında bir bavul koydum
kitapların yanına ve hepsini de dizdim itinayla. Benim cankurtaranımdı hepsi de.
Belki de lazım olursa en ihtimal dışı olan bile diye koydum bavula.
Giyeceklerimi
çıkardım dolaplardan ve yerleştirmeye başladım tıka basa. Bir kısmını
aldıramadım ne kadar tepindiysem de bavulun üzerinde ve geriye bıraktım. Çok da
önemli değildiler benim için. İhtiyaç duyarsam alırdım oralardan ama ya kitap
lazım olursa? İşte o zaman ayvayı yerdim, nereden bulurdum kitabı Van’da. Zaten
Denizli’de bile zor bulmuştuk bazılarını, rica minnet kitapçılara taa
İstanbul’lardan getirtmiştim rica minnet.
Sabah
ezanı okunmaya başladı bu arada. Sahi ben nereye tayin olmuştum, hangi kurum, ne
yapılırdı o kurumda? Emin olmak için
tekrar açtım zarfı ve okudum. “İller Bankası 13. Van Bölgesi emrine” atanmışım.
O
zamanlar İller Bankası, Yerel Yönetimlerin yani belediyelerin alt ve üst yapı
işlerini yapıyordu. Elektrik, su, hizmet binası falan. Okul yıllarında hakkında bir şeyler duymuştuk
hocalardan. Özellikle sevgili hocamız
Prof. Dr. Ahmet Samsunlu’nun Su yapıları dersinde günde yedi sınav olunca ister
istemez İller Bankası Yönetmeliği aklına kazınıyor insanın.
Kan
ter içinde kalsam da bavulum hazırdı artık. Önümde 36 saatten az zaman
kalmıştı. Heyecanla güneşin biraz olsun yükselmesini ve Türk Hava Yolları’nın
nazlı ofisinin açılmasını bekledim bir süre. Kahvaltı falan aklıma gelmedi hiç.
Kalkıp bir duş aldım alel acele ve üstüme bir tişört ve ince kazak geçirip
vardım Thy’na.
Uçak
hafta da bir gün İzmir’den İstanbul'a ve oradan da Van'a gidiyordu. Günlerden
hangi gün olduğunu tam hatırlamıyorum ama hatırladığım aynı gün öğleden sonraki
saatlerden birinde İzmir’den kalkacak olduğu. Yine bir afallama geldi bana.
Hesap kitap yapamıyordum bir türlü. “Usluğum tutuldu” denir ya hani. Aynen öyle
oldum işte. Gişedeki genç sarışın alımlı bayan bana bakıyor ben ona mı yoksa
hiçbir yere mi bakıyorum bilmiyordum. Bir süre ayakta öylece kalakaldım. “Evet
beyefendi, kararınız nedir?” sesiyle irkildim birden ve silkelendim. Bayan
şaşkın bir halde bana bakıyordu. Gülüyor muydu, üzülüyor muydu halime
bilmiyordum o anda…
“Evet,
evet alıyorum bileti” dedim birden laf olsun diye. Dedim ama aklıma da geliverdi
cebimde ne kadar param vardı acaba? Diye el attım ceplerime. Küçük bir miktar
eksikti istenen rakamdan. Yüzüm ateş gibi yanmaya başladı, terlemeye başladım
sıkıntıdan. Gene bakışmaya başladık. Tabii ki benim bakışlarım aptalcaymıştır,
ondan kesin eminim. Kızdım kendi kendime o anda. Bir insan bu kadar mı aptal
olur? Sorusu geçiverdi vınnnn diye aklımdan. Hemen toparladım kendimi ve saate
baktım duvarda asılı duruyordu. Fazla zamanım yoktu hovardaca harcanacak. Bir
an önce halledip İzmir'e kara yoluyla gitmeliydim. 3 saate yakın kara yolu
çekiyordu ve bana kalan bir saat kadar zamandı. Öyle cep telefonu falan mı var
ortalıkta. Konkosörlü telefon bile çok seyrekti köşe başlarında. Hele ki PTT’ye
yakındı da Telefon kulübesine ulaşmak kolaydı. Ya bir de arıza varsa? İşte o
zaman ayvayı yediğimin resmiydi.
Vezne
de bana bakan yeşil mi, mavi i, yoksa kara mıydı o gözler hatırlamıyorum ama
işaret parmağımla “bir dakika” anlamında işaret ederek hiçbir şey söylemeden
hızla dışarıya fırladığım o günkü gibi hatırımda. “Beye…” dediği kulaklarımda
çınladı bir an ve ben kendimi dışarıda buldum. Telefon kulübesine koşturdum
hemen baktım yanımda jeton yok. Hemen içeriye koşturup jeton aldım iki tane ve
bir arkadaşımı aradım. İstediğim parayı getirmesini istedim. “Ban durmadan
“tamam, tamam, bağırma; neredesin onu söyle” diyordu. Söyledim nihayet ve
tekrar THY’ye girdim. Bir taraftan da alnımı ve gözlerimi siliyordum ellerimin
tersiyle. Terlemiştim iyice. Gözlerimi yakmaya başlamıştı ter damlacıkları.
Sanırım
veznedeki bayan anladı durumumu ve ne ben ona bir şey söyledim ne de obana bir
şey söyledi. Ben veznenin yanında ayakta dikilmiş, kapıyı gözlüyordum o da
beni. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama yıllardan fazlaydı benim için.
Arkadaşımı aşağıda kaldırımda görünce “alabilirim şimdi biletimi” dedim gülerek
bayana. Kibarca kesti benim biletimi ve uzattı gişenin boşluğundan, bu arada
arkadaşım da benim kolumdan tutuyordu. Para aşağıda, aklı sıra benim asaletimi
korumuştu bayandan. Parayı aldım altta
ve cebimden çıkarmış gibi saydım bayana. “İyi günler” dediğimde kadının hiçbir
şey demeden gülmesi hiç gözlerimin önünden gitmedi yıllarca.
Arkadaşımdan
biraz daha fazla para aldım. Bir taksiye atladım doğru eve ve bavulumu
zorlanarak 50 metre kadar taşıdım taksici görünce yardıma geldi. “Abi cenaze mi
var bunun içinde?” deyince ciddiye alıp çok şaşırmıştım. Gülmeye başlayınca
rahatladım ve kitap dedim. Garaj ve İzmir
nihayet. Evden ayrılırken kimseye haber vermek veya not bırakmak aklıma
gelmemişti hiç.
Nihayet
hava alanı ve bizim bavul 30 kilodan fazla çıkınca ek ücrete tabi oldu. Olsun
önemli değildi benim için. Haydi yavrum İstanbul, şansım yaver gitti orada da
beklemeden fazla Van uçağına aktarıldım ve Ver elini Vaaaaaan. Akşam olmak
üzereydi. Bir otele attım kapağı, rahat bir nefes almıştım zaman açısından.
Yarın öğleye kadar emeklesem bile bulurdum artık İller Bankası 13. Bölge
Müdürlüğü’nü. Eve haber verebilmenin
yollarını düşünmeye başladım. Yakın yerlerde telefon yoktu. Ev sahiplerinde
vardı ama şimdi nereden bulunurdu o telefon.
Kalın
rehber gözüme takıldı yan tarafta sehpanın üzerinde. Her yerde olmazsa
olmazlardandı o zamanlar telefon rehberi. Kalın bir kitaptı. “İyi olacak
hastanın ayağına gelirmiş doktor” denilir ya aynen öyle işte rehber ayağımın
ucundaydı. Demek ki ben hala yaşayacaktım. Buldum ad ve soy addan. Adresi de
buldum iş garanti. Telefon ettim aşağıdan ve haber bıraktım “Ben Van’dayım”
diye. Onlar da şaşırdı önce inanmadılar bana. Şaka yaptığımı zannettiler karı
koca. Ben ısrarla aynı şeyi söyleyince “Tamam, söyleriz” dediler artık.
Kardeşim vardı zaten yalnızca. O da okulu bırakmıştı ve yeni işe girmişti bir
gofret imalathanesine…
Acıktığım
aklıma geldi. Sahi ben ne kahvaltı yapmıştım mektubu alalı beri ne de bir şey yiyip
içmiştim. Otelde yoktu öyle bir şeyler. Orta halli bir oteldi zaten. Bir tostçu
aradı gözlerim çevrede, yüz-iki yüz metre kadar açıldım hiçbir şey göremedim
tostçu gibi. Birisine sordum. Bana yan
taraftaki dükkânı göstererek “kahvaltı salonu var buralarda senin dediğinden
yok” dedi. “Vay be ne de zengin yermiş buralar” diye fısıldadım kendime adım
atarken. Girdim içeriye ve her taraf bal, peynir, yumurta, kaymak görünüyordu.
“Açım,
hafif bir şeyler alacağım” dedim esmer orta boylu, orta yaşlı adama. “Heman begim” dedi ve tezgâhın arkasına
geçti. Ben de pencere kenarında yola bakan bir masaya oturdum. Büyük bir tabak
içinde, adını sonradan öğrendiğim otlu peynir, bolca bal, tereyağı, camız
kaymağı, salatalık, domates, az yeşillik getirip bıraktı ve yumurta isteyip
istemediğimi sordu. Önümdekiler gözümü doyurmuştu zaten “İstemiyorum, sağ olun”
dedim, başladım acelem varmış gibi atıştırmaya. Otlu peyniri ilk defa yiyordum
ama taze olmasından dolayı hoşuma gitmişti pek yabancılık çekmemiştim. Tıka
basa şiştim iyice. İki büyük bardak da süt içtim bu arada. Ilık süt beni balla
birlikte hamur gibi yaptı. Ben diyeyim fazla yemekten, siz deyin ballı
sütten. Otele zor attım kendimi. Bir
uyumuşum. Sabah ezanı okunuyordu uyandığımda. Deliksiz bir uyku olmuştu benim
için ve hayatımda o uykudan başka hatırlamıyorum öylesini.
Sabırsızlanıyordum
odamda. Bir an önce güneş çıksaydı, ortalık aydınlansaydı da şu bölgeyi
bulsaydım. Saat sekiz oldu. İndim aşağıya ve kalıp kalmayacağıma öğleye yakın
karara vereceğimi söyleyerek İller Bankası’nı sordum. Herkes bilirmiş orayı ve
bulması kolaymış onun tarifine göre. Bir bir buçuk kilometrelik uzaklıktaymış
ve caddeden görünürmüş. Dediği yola düştüm başladım yürümeye. Yürü babam yürü
şehirden çıktım iyice, evler toprak örtü ve tek tük görünmeye başladı, yanlış
geldiğimi düşünüp ilk rast geldiğim birine daha sordum. Cadde olmasına rağmen
öyle sık gelip giden yoktu ne arabayla ne de yaya olarak. Şans işte yaşlı bir
adam çıktı bir den sokak başından.
“Aha
geldin” dedi gülerek bana. Başımı çevirdiğimde bina karşımda duruyordu. Dört
katlı bir bina ve yanlarında lojmanlar görünüyordu. Babamın dükkanıymış gibi
girdim içeriye ve danışmaya yanaştım. Yeni atandığımı söyleyip zarfı gösterdim.
Adam beni bin bir hürmetle alıp götürdü personel işlerine. “Begim yeni
mühendis” dedi ve gitti. Elimdeki zarfı verdim personelde çalışan orta yaşlı
hafif kırlaşmış saçları olan zayıfça biri adama. Oturacak yer gösterip, “hoş
gelmişsiniz” deyip çay söylediler. Farklı bir dünyaya gelmişim sanki. Kendimi
bir kuş kadar hafif, özgür ve rahat hissetmeye başlamıştım.
"içme suyu isale hattı" |
Evvet
ilk memurluk günüm böylece başlamış oldu. Bir saat kadar personel şubede
oturduktan sonra personel şefi olduğunu sonradan öğreneceğim arkadaş beni alıp
içme suyu ve kanalizasyon şube müdürüne götürdü, tanıştırdı ve “Tekrar hayırlı,
uğurlu olsun” diyerek geriye döndü.
Zaman
içinde takdir ettiğim gönlü geniş, görmüş geçirmiş, halden anlayan iyi insan
İnşaat Müh. Alizer Çelik’ti odasında oturduğum insan. Birer çay daha içip biraz
hakkımda bilgi aldıktan sonra beni alıp oda oda gezdirerek İçme suyu ve
kanalizasyon şubesindeki tüm personelle tanıştırdı tek tek. Daha sonra imar ve harita, makine, idari
işler katlarıyla da tanıştırıldım. Dünyam değişivermişti birden. Öğrencilik,
askerlik derken memuriyetlik başlamıştı benim için.
Tanışma
faslından sonra tekrara personel şefinin yanına uğradım. Nerede kaldığımı sordu ben de otelde
kaldığımı söyleyince “Misafirhanemiz müsait, eşyalarınızı getirin hemen, yer
ayarlayacağım” deyince çok sevindim tabii ki…
Hemen
otele gidip, resepsiyon görevlisinin yardımıyla bavulumu aşağıya indirip bir
taksiye atarak götürdüm ve misafirhanede tek kişilik bir odaya yerleştim. Artık İnşaat Mühendisi Halil Bey olmuştum. Alışmak
zordu benim için; çok yadırgamıştım ilk zamanlar “Halil Bey” hitabını. Aynı zamanda da içimde bir tuhaflık hisseder
oldum bir süreliğine…
Evet
sevgili misafirim şimdilik bu bölümü burada kesmek istiyorum. Çok uzatıp
sıkmayayım sizi. Daha sonraki bölümde, adaptasyon eğitimimiz- benden bir gün
sonra gelen başka bir arkadaşla birlikte- ve arkadaşla birlikte dertleşip
ağlaşmamız, gibi ilk bir yıllık süreç içindeki yaşadığımız ve benim hafızamda
yer eden olayları yazmaya çalışacağım.
17-04-2017
Halil
Gönül
Görsel:Pixabay.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.