Gülme Krizi
Mehmet’in
ağzını bıçak açmıyordu yürürken. Caddeye doğru çıktık ve öylesine yürümeye
başladık aheste aheste. Vitrinlere göz
attık, bir yerlerde oturduk tekrar; bir türlü zaman geçmek bilmedi. Hiç de
konuşmadık bu arada. Mehmet kendine gelmeye başladı yavaş yavaş.
“Ekildik ulan ekildik be, vay ansına!” diyordu durmadan. Sağ ayağıyla da yere vuruyordu, komik geldi hali bana ve gülmemi tutamadım birden pıskırdım. Birden döndü bana baktı; gözlerinden ateş fışkırıyordu. “Sen de üstüme gelme ya Halil, yeterince kızdım zaten bir de seni hiç çekemem” demesi daha da tetikledi beni ve koyuverdim kendimi.
Ellerimi dizlerime yasladım eğilerek gülüyordum alabildiğine vitrinin önünde. Bir süre sonra dükkânın kapısında bayanlar dikilmeye başladılar, bana bakıp bakıp onlar da gülümsüyorlardı. Bulaşıyordu gülme virüsü. Gözlerimden yaşlar gelmeye başladı ve Mehmet de dayanamadı o da koyuverdi kendini.
Bizi
çok sevimli buldu bayanlar ve içeriye davet ettiler bizi bir şey ikram edelim
diye. Daha da şaşırmıştık bu davet ve teklife. Birbirimize baktık Mehmet’le ve
girmeye karar verdik. Çay istedik. Geldi çaylarımız, zorla birkaç yudum
aldıktan sonra meraklı gözlerle bize bakan bayanlardan; daha kısa boylu ve
tombul, kıvır kıvır saçlı olanı: “neden o kadar güldüğünüzü merak ettik
aslında, hoşumuza da gitmedi değil hani. Bu günlerde gülene pek rastlamadık
da!” dedi gülümseyerek sevecen bir sesle.
Mehmet
bana ben Mehmet'e baktım.
“Ekildik, ekildik
ağaç olduk;
Toprağa kök saldık,
Yetmedi:
Dallanıp budaklandık.
Zaman geçti,
Budandık;
Odun olduk,
Yontulduk;
Ellere kaşık olduk.”
Dedi Mehmet zikir eder gibi başını aşağı
yukarı sallayarak, bir taraftan da parmaklarını şaklatıyordu oyun oynar gibi.
Şair kesilmişti bizim Mehmet. “Ne cevhermişsin
sen ya!” dedim gülmemi tutmaya çalışarak.
Hiç kimse bir şey anlayamamıştı tabii ki; bir anlam çıkarmaya çalışıyorlardı
dediklerinden. “Bir şey anlamadım ama neyse; ilginç şeyler yaşadığınız belli
laf aramızda” dedi soruyu soran bayan.
Çaylarımızı
içip teşekkür ettikten sonra izin istedik kendilerinden ve acelemiz varmış gibi
telaşla çıktık dışarıya. Koşturmamak için zor tutuyordum kendimi. Bir saat
kadar daha dolaştık kitapçılarda ve yemeği erken yemeye karar verdik.
Aslında
demlenmek için tam da zamanıydı ancak benim İngilizce kursum vardı akşamüzeri,
dersi ekmek istemiyordum. Mehmet’in teklifini mazeretle geri çevirdim ve
yalnızca yemek yemeye karar verilmiş oldu böylece…
Yemekte bir anda dondu; çatalı ağzına götürürken. Telaşla “ne oldu?” dedim. “Ya! Sorma gitsin; duyarsa hapı yuttuk demektir, daha doğrusu ben yutarım!” dedi çatalı tabağına bıraktıktan sonra. “Kim duyarsa?..”
“Cumali ya! Ulan bir kulağına giderse ben yandım demektir; rezil eder beni, burayla yetinmez memlekete kadar gider vallahi! Ne olur çıtlatayım falan deme; kapansın bu iş böylece, olmaz mı?”
“Git oğlum
işine ya! İşim gücüm yokta Cumali’ye odun olduğumuzu mu anlatacağım; hadi canım
sende. Asıl sen kendine bak; bi boş boğazlık etme de! Gerisi kolay…”
Neredeyse
yemek bitinceye kadar korkusundan, Cumali'nin jurnalciliğinden, hatta Deniz
Abi’ye yapılan şakadan bahsettik. “Deniz Abi’ye
yapılan şaka” dediğinde: “Sen nereden biliyorsun?” dedim birden.
“Arkadaş, duymayan mı kaldı; ‘Cumali ibnesi yapmıştır’ diyor herkes, kadıncağız
kimseyle konuşmaya korkar oldu son zamanlarda…”
“Pes vallahi bu kadarına da!” dedim kızgın bir ses tonumla.
“Bence de
Cumali'nin haltıdır o iş. Bak görürsün yakında çıkar kokusu. Ağzında bok ılımaz
ki! Birkaç kişi mutlaka biliyordur, kendisi söylemiştir.” Deyince iyiden iyiye
şaşırdım ve kendi korkusunu da anlamaya başladım Mehmet’in…
Yemek, çay,
kahve ve Mehmet’i teselli derken benim kurs zamanı geldi ve Mehmet’i yalnız
bırakarak kursa gittim. Kurstan dönüşüm geç oluyordu. Pazar günü de Mehmet’in işleri varmış, bir
program yapamadık.
Kursa
girinceye kadar kafamda dönüp dolaştı durdu durumumuz. Ne güzel de avlandık,
ders oldu bize. “Her kuşun eti yenmez” dedikleri bu galiba diye düşününce biraz
gülümseme geldi içimden. Hoş, ben niye etkileniyordum bu kadar; kaşınan
Mehmet’ti. Bir de Cumali'nin diline düşerse bak sen o zaman onun halini; saklanacak
delik arar milletten.
Zil çaldı, ne
de kibar zilmiş, ilk kez fark ediyordum iki aya yakındır. Dersler oldukça
keyifli geçiyordu, herkes de çok meraklı olunca daha da canlıydı kurs. İki kişi
bırakmıştı kursu; “olmayacak bu iş” diyerek.
Gece yarısında
misafirhaneye geldiğimde arkadaşların çoğu salonda TV seyrediyorlarmış. Ben de
katıldım aralarına ve bitmek üzere olan bir film seyrettik hep beraber. Film
bittikten sonra bazı arkadaşlar çıktı odalarına ama kalan yedi kişiydik
salonda. Birbirimize baktık ne yapalım der gibi, “hadi sessiz sinema ya da
kelime bulmaca oynayalım” dedi bir ses.
Aramıza bir ay sonra katılan bir kız arkadaştı; gülümseyerek, merakla
bakıyordu herkese.
Tamam dedik
hep beraber ve sessiz film oynamaya karar verildi. Zamanın nasıl geçtiğini
anlayamadık, salonda görevli eleman hazırlanmaya başladı. Kişisel eşyalarını
toplarken “benim mesai doldu” diyordu bizlere bakarak. “Var mı istediğiniz bir
şey?” diye sordu son kez. Zaten her şey
ortadaydı; isteyebilecek bir şey yoktu. Bizim de yatma vaktinin geldiğini
anlamış olduk böylece.
24-07-2017-1100
Halil GÖNÜL
Not: 3/7
2/7 gelsin...
4/7 gelsin...
Görsel:Pixabay.com
halil abi sizde o kızları ekecektiniz :) bu şekilde hesaplaşmış olacaktınız :D
YanıtlaSilFakir Yazar,
Silkızlar kayıp, nerede bulacaksın? dedektif gibi izlemek lazım, onun için de zaman lazım bolca. :)
yok abi sizi davet eden kızları da siz ekecektiniz gülerken davet edenleri :)
YanıtlaSilFakir yazar,
SilVitrinlerin önünde, cadde üzerindeyken, dükkanlarda çalışan kızlar içeriye davet ettiler; gülme krizimizden etkilendikeri için. bize de iyi geldi içeriye geçip biraz oturup nefeslenmek. :)