SAYFALAR

Cuma, Haziran 22, 2018

Ölünün Dirilişi

Fazlalık

                Haftalardan sonra banyo yapmaya karar verdi adam; kokusundan rahatsız olduğu için. Her zaman duymuştu ama nedense bu sefer daha da fazla rahatsızlık hissetti kendi vücut kokusundan. Bu insan vücudu ne kadar da pis şeymiş diye düşünce tırmaladı beyninin her yanını. Leş desen leş kokusu değildi, yağ, tereyağı desen değildi; bazen burnunu sıkıp çıkardığı yağlar geldi aklına ve tekrar sıktı patlıcan burnunu -burnu kocaman duruyordu suratının ortasında kendine göre- sağ baş parmağıyla işaret parmağına bulaşan beyaz, krem yağları gördü, burnuna yaklaştırıp kokladı, birden çekti başını geriye; burnunun direği kırılmıştı. Tiksinti geldi, kendinden tiksindi o haliyle.
                “Yürü oğlum, yürü banyoya, sen derelere girsen bulandırırsın koskoca derenin suyunu, bir hafta yatman lazım ki arınasın suyun altında” diye çıkıştı kendine. Kulaklarını tırmaladı kendi sözleri, yabancı birisi söylemiş gibiydi duyguları; umursamıyordu kendi dediklerini. Doğru dürüst bir şey diyemiyordu ki kendine. Varsa yoksa olumsuzluk, varsa yoksa eksiklik; hakir görüyordu, farklı bir yanı vardı diğer insanlardan ya da yoktu, ona öyle geliyordu.
                Bir an pencereden dışarıya bakmak için kaldırdı öküz kafasını, işte yine olumsuz bir benzetme. Öküze benzeyen nesi vardı sanki; boynuzları mı vardı, öküz kulağı gibi kulakları mı vardı; varsa yoksa o ablak suratının ortasında domates, patates, patlıcan… işte öyle her ne dersen de bir şey duruyordu sadece. Niye başkalarına göre eksiklik sayılıyordu da fazlalık sayılmıyordu bu burun meselesi; başkalarından fazlalığı kesindi, heyet oluştursan hatta çocuklara sorsan onlar da söylerdi kocaman olduğunu. Basbayağı başkalarından fazlalığı vardı işte.
                “Haydi, haydi pis mendebur, banyoya; bir tıraş, ılık bir duş kendine getirir belki seni, kalk fazlalığına şükret ve kabullen” dedi neredeyse bağırırcasına, başkaları duydu mu diye bakındı sağa sola. Kimseler göremeyince rahatladı.
                Yerinden korku ve endişeyle kalktı yavaş yavaş. Üşeniyor tıraş olmaya ve duş almaya. Kendine kızgınlığı, kırgınlığı bir türlü geçmemişti yıllardır. İnsan kendine bu kadar kırılır mı? Nasıl yaşadın bu durumda sen bu günlere kadar geldin, yaşaman ve bu günlere kadar gelmen bile mucize; çöplüklerde bile bu kadar pislik ve kırgınlık yoktur, zaman içinde erir akar giderler yavaş yavaş, sendekiler ne eriyor ne de akıyor akıp giden zaman içinde tam tersine yığılıyorlar üst üste; dağlar kadar olmuşlar hala da üstüne atmaya uğraşıyorsun tepelerin.
                Yok yok geçmeyecek bu kafanın içindekiler, değişmeyecek böyle hımbıl hımbıl oturmayla, kalk pis herif yerinden ve yürü çabuk banyoya, beynine yüklendi vücudunu harekete geçirmek için. Vücuduna ne söylese reddediyordu kendini, hiç söz geçiremediğini biliyordu; beynine yüklendiğinde bazen bir çaresini buluyordu beyni ve arada bir istediğini yaptırıveriyordu vücuduna. Yine işe yaradı beynine yüklenmesi, ayaklar harekete geçip yönlenmişti banyoya doğru. İşte gidiyor, gidiyor diye sevinerek kendisi de arkasından gitti vücudunun.
1/20
                                                                                                                             19-10-2017
                                                                                                                            

El Birliğiyle Beceririz Biz Bu İşi

                Sakin olmaya gayret göstererek, yavaş ve temkinli adımlarla banyoya girmek için kapıya vardığında durakladı kafasının içinde geçenleri dinlemek için. Olumsuzluk vardı geçenlerde, pek istekli değildi arınmaya zor geliyordu, üşengeçlik alıp yürümüştü, üstüne öyle bir oturmuş ki hangi terzi diktiyse helal olsun ne güzel de oturtmuş bedenine tam yapışmış. Ulan terzinin merzinin başlayacağım şimdi terzinden senin, yürü, yürü çabuk diyerek itti kendini içeriye, kapıyı açarak. Dur ya, lambayı aç, karanlıkta mı tıraş olacaksın, yaparsın onu da sen hani projektör gibi göz var ya sende, gece görüşü pek kuvvetli…
                Ulan şaşı herif, üç numara olmuş gözler, dur dur şimdi anladım, haklısın elbette, ha ışık ha olmayan ışık ne fark ediyor değil mi?  Değil değil, yak şu lambayı da aydınlansın içerisi, el yordamıyla tıraş da olunmaz, duş da alınmaz, yarım yamalak kalır suratın, üzerinde de köpükler kurur kemikleşir tenin. Hoş hissetmezsin ya! Teninin duyarlılığı da kaybolmuştur senin.
                Yeter be diye isyan etti beyni kendine, her şey bir anda değişti. Hareketler hızlandı, hemen üstündekileri çıkarıp attı kirli sepetine, sepet değil, plastik derince bir leğen işte. Amaaan her neyse attı işte içine fırlatarak. Altını çıkaracaktı ki bir an durdu, üşürüm dedi, ha şöyle ikiniz bir olsanız hatta dörtlü olsa, kalbim, gönlüm, beynim ve vücudum; ne de güzel olacak, bir başka oluyorum o zaman. Tadı damağımda öyle zamanların, bazısı Nuh zamanından kalma neredeyse.
                Altını çıkarmaktan vazgeçtiler el birliğiyle. Pijaması ve donu vardı altında. Tıraş oluncaya kadar kalacaklardı, üşümeye engel olacaklardı tıraş oluncaya kadar.  Banyodaki lavaboya ilerledi, duvarda asılan orta boy aynaya baktı, kafasını ve göğsünün yarısını görebiliyordu, üzerindeki lekelerden lekeli görünüyordu suratı.
                Olsun ya, ne zararı var, silmeye gerek yok dedi birisi, diğerlerinden bazıları sil diyordu ama bu sefer kendi dediğine uyarak silmeyecekti. Musluğu açtı biraz, akan suyla iki elini birleştirerek içine su doldurdu, buz gibiydi, iliklerinde hissetti; yüzüne çarptı avuç dolusu soğuk suyu. Bir daha yaptı aynı şeyi kızarak. Üşürsen üşü umurumda değil; inadına birkaç kez daha çarptı sudan. Aynaya baktı tekrar ve iki yanağını ovdu, çenesine doğru indirdi elini, çene ve çene altını da ovdu sakalları yumuşasın diye.
                Ha! Halt ettin şimdi, geri zekalı, acele acele getirdin beni buraya, nah olursun tıraşı sen böyle! Bu kadar uzun sakalı permatikle nasıl alacaksın yavrum, çocuğum benim, akıl küpü kuzum! Sana bir önerim var bakarsan bana eğer, aynaya bakarak konuşuyordu kendi kendine. He söyle canım benim, patates burunlum.
                Şimdi bornozunu giy üstüne git odandan diğer makinayı al gel önce kısalt bu pis sakalları, arkasından permatikle olursun; hatırladın mı eskilerden öyle yapardın. Haklısın be yavrum. Senin bu fazlalıkların işe yarıyor bak, bir de beğenmiyorsun fazlalıklarını.
                Nereye, dur dur! Öncesinde bir şey daha yapmalısın a canım benim, bay kuşum. Aynada gülümseyen bir surat görünce hoşuna gitti hımbıl adamın. Dudaklarının iki yana çekilmeye başladığını gördü, vay be! Oluyormuş, yapabileceğim demek ki, işte gülümsüyorlar bak bak, işaret etti parmağıyla aynadaki suratı göstererek. Parmağını ve elini de gördü aynada. Demek ki kendisinindi bunlar ve kendi dediği zaman dediğini yapıyorlardı. Yine dördü de bir araya geldiler el birliği yapıyorlardı bana çaktırmadan. Aferin çocuklar aferin, birlikten güç doğarmış haklılar, siz bunu ispatlıyorsunuz bazen ama teoriyi kesinleştirmeliyiz el birliğiyle. Kandırmaya çalıştı diğerlerine gaz vererek.
Çıktı banyodan mavi yıpranmış bornozunu giyerek, önünü bağladı göğsünü örtmek için.
 2/20
                                                                                                                                             19-10-2017

Fırsatçı Beyin

                Saç makinasını alıp geldi odadan, üzerindeki bornozu çıkarıp makinanın düğmesini itti ileriye çalışmaya başladı makine. Tarak yoktu dişlerinde, ince ayardaydı. Hafifçe suratına dokundurdu, bir anda çekti makinayı suratından, hem de suratına dokunur dokunmaz istem dışı oldu bu iş. Aynada görebildi olan biteni. Elektrik çarpmasından şüphelendi.
                Beyni devreye girdi sırıtarak. Çok bilmişti, fırsatını buldu mu affetmezdi hiçbir hatayı, şak diye yüzüne vuruverirdi vakit kaybetmeden; yine aynı boku yemişti, kendine bir oyun daha oynamıştı, zamanında söylemeden beklemişti zamanı, zamanı gelmişti işte artık ve yüzüne çalmıştı olanca gücüyle.
                Yavrum, ablak suratlım benim, patlıcan burunlum demeyeceğim benim hoşuma gidiyor o burun çünkü; suratını ısladın ne çabuk unuttun ıslaklığı, git kurutma makinasını getir, yürü arka farlarını görelim, haydi yavrum benim, akılsızı yol kocatırmış, akılsız hecin devesi seni.
                Ne olduysa şafak atmış gibi hızla fırladı banyodan, haklıydı ileri geri zekalı beyin, dediği bal gibi doğru. Diğerleri de kıs kıs gülüyorlardı akılları sıra çaktırmıyorlardı adama, adam yutmadı onların oyunlarını da. Hepsi kuyusunu kazmaya uğraşıyorlardı paçaları koyuverdiğinde. Neden kendini bu kadar salıyordu sanki. Her zaman tetikte olmak çok yormuştu yıllarca ve artık katlanamayıp arada bir ne olacaksa olsun diye bırakıveriyor olduğunu değerlendirdi.
                Saç kurutma makinasını taktı prize ve düğmesini açtı. Sesinden irkildi önce. Uzun yıllar olmuştu bu makinayı kullanmıyordu. Makine inatla kendi sesini duyurmak istercesine sesini artırarak çalışmaya devam ediyordu önünde ve sinirleri gerildikçe de ısınıyordu nefesi. Fazla kızdırmamak için kıymetli olduğunu anlatmak istercesine dokundu diğer eliyle, okşadı makineyi ve suratına uzaktan tuttu önce sıcak nefesini.
                Makinanın sıcak nefesini yüzünde hissettiğinde içini de bir sıcaklık kapladı, hissetmeye çalıştı bir süre duraklayarak aynaya mat mat sabit gözlerle bakarak. Çoook uzaklardaydı o anda. Hanımın nefesini düşünüyordu o anda, hissedemedi hiç; hiç hissetmedim ki! Diye kararını verdiğinde suratında bir değişiklik oldu, güneşi görünce açılıp güneş batınca kapanan bitkiler, çiçekler geldi aklına, işte onlar gibiydi tıpkı, suratı; uzun sakalların altındaki buruşan suratını gördü aynada.
                Başını silkeledi birkaç kez ve tekrar tuttu suratına makinanın sımsıcak nefesini. Daha da kızmış olduğunu fark etti makinanın, nefesi yakıcıydı bu sefer. Ejderha gibiydi biraz daha beklerse iyice kızacak ateş püskürecekti kendine sıcak nefes yerine. Daha da uzaktan tuttu suratına ve iki yanağını döndü bazen.  Diğer eliyle daldı suratındaki sakalın arasına, parmakları yaşlık hissetmediler, olsun, her şeyi garanti altına almalıydı, biraz daha tutmaya karar verdi hemen ve kurutmaya devam etti…
                Tam kuruduğuna kanaat getirdiğinde makinayı çekti geriye ve tekrar kontrol etti suratını. Parmakları hiçbir nemlilik hissetmedi sakalların derinliklerinde, suratının tenini de hissetmişti, teni de kupkuru olmuş dedi aynaya bakarak kendine. Yazık olacaklar diye de geçirdi içinden ama çaresi yoktu kesecekti artık fazla sıkıntı veriyorlardı kendisine. Mengenede sıkıştırılmış gibi hissetmek kötü bir duygu, kurtulacaktı bu duygudan, hafifleyecekti yükü biraz. Sakalsız suratı hoşuna gidiyordu sanki, bir kez daha farkına vardı. Her ne kadar okşayanı olmasa da bu suratı, kendisi okşardı nasılsa her zamanki gibi. Bazen gönlü okşamıştı, bazen kalbi, bazen de fırsatçı beyni; anlayacağınız el birliğiyle yapıyorlardı bazı işleri. El ele verirsek altından kalkamayacağımız yük yok bizim çocuklar, her işi de beceririz sakın unutmayın olur mu canlarım benim! Barış imzalamaya kararlıydı içi ve dışıyla.
                                                                                                                                             19-10-2017

Deprem mi?

                Saç kurutma makinasını çamaşır makinasının üzerine koydu, geriye dönüp bir adım atarak. Tekrar geriye gelip biraz eğilerek aynaya baktı, kaç günlük olduğunu hatırlayamadığı, aylık mıydı, birkaç aylık mıydı hatırlayamadı. Hatırlasaydı da bir şeye yaramayacaktı belki ama sakalının uzamasında bir etki var mıydı belki onu hatırlayabilmeyi isterdi. Daha dikkatlice bakmaya devam ediyor arada bir sağ elinin beş parmağını da daldırıyor okşuyordu sakalını.
                İlk defa gözlerine takıldı beyazlık, bembeyaz pamuk yapıştırmış gibiydi suratı. Düşünmeye başladı, geçmiş zamanı elinden geldiğince kısa aralıklarla taramaya başladı. Hatırladığı anılardan çoğunu hiç sevmedi, sevememişti eskilerde de. “Bak, bak” dedi işaret parmağıyla aynadaki sakalları göstererek, “bak, iyice bak hele, istersen tel tel de sayabilirsin pösteki sayar gibi. Yıllar... yıllar bütün bunun suçu. İyi bak da gör yılların maharetini, şu gözlere bak, parlaklığı var mı? Ne gözlerdi onlar bilir misin sen? Pırıl pırıl parlıyorlardı bir zamanlar, sevgiyle bakıyorlardı her şeye; işte yılların mahareti, kurumuş pınarları artık yaş bile akıtamıyorlar; ağlamak erkek işi değilmiş, yakışmazmış erkek dediğine ağlamak, karı gibi ağlanır mıymış; hep içine hapsetti o yaşlarını bu gözler ne depoları dolup taştı ne de bir kez bile itiraz ettiler yüklerinden; sessiz sedasız çığlık atıp durdular daima. Kim duydu? Var mı duymuş diyebileceğin bir tanrının kulu? Yok, yok değil mi? Elbette yok, senin sessizliğine ben cevap vereyim “yooooook!..”
                Durduğu yerde sallandı bir an deprem oldu sandı, tutunmaya çalıştı lavabonun kenarlarına. Dikkat kesildi emin olmak için, başını kaldırıp ampule baktı tepesindeki, yoook, bir sallanma olmamış, kıpırdamıyor; deprem olsaydı eğer, sallanırdı bu lamba, yok yok...
                Tekrar aynaya bakmaya başladı, uzamıştı bu veda işi, hoşuna gitmedi, çıplak omuzlarında, boynunda kireçlenmeler sinyal çakmaya başladılar, belki de önceden vardı ama kendisi hissetmemişti dikkati başka şeylerde olduğu için. Hırsla döndü geriye ve çamaşır makinasının üzerinde duran saç tıraş makinasını alıp sağ eline hızla döndü tekrar aynaya. Gideceksiniz çocuklar gideceksiniz, ömrünüz doldu, bu kadarmış yiyeceğiniz ekmek benim suratımdan. Yazınızı yazdım kara kara kalemle, hem de kalınca yazdım rahat okunsun diye!..
4/20

Yeteeeeer!

                Bir anda bastı düğmesine ve hızla daldırdı sakalların arasına, yazık! Dayanamadılar teknolojinin yarattığı silaha, öldürücü silaha. Hiç gözlerinin yaşına bakan yoktu, ağlasalar, sızlansalar da fayda etmiyor kimsecikler ne duyuyor ne de görüyordu katliamı, sakal katliamı? Ha ha hay! Gülümsedi aklından geçenlere “sakal katliamı, katliammış şuna bak yahu, sen gel de gülme; hay aklını seveyim senin, hiç gülesim yoktu, katliam? Hem de sakal katliamı? Ulan bir duyan varsa yandık demektir, hem de ne yanma, ömür boyu çürütürler be adamı hapishanelerde. Havalandırma penceresine göz attı açık mı kapalı mı olduğunu anlamak için ne olur ne olmazdı garantiye almalıydı durumu, kapalı olduğunu görünce rahatladı ama neden açmadığını düşünmeye başladı, kokular giderdi buradan, evvelde arada bir koku duyuyordu banyodan, özellikle duş alıp çıktıktan bir süre sonra, hele bir de çamaşır makinasını çalıştırdıysa, makinadan çıkan kirli sular duş teknesine akıyordu, anlamıştı kokunun kaynağını, hemen bıraktı işini gücünü açtı havalandırmayı.
                Makinayı tekrar suratına yaklaştırırken “kurtulduk sanmayın, sanmayın gidicisiniz artık geri dönüş şansınız kalmadı sizin. Böyle mi kalmak istesiniz, madara etmek için beni öyle mi? Görenler gülsün, acısın diye ha? Bilmezler size acıdığımı, bunak derler adama be bunak, polise telefon ederler sokağa çıktığım zaman “deli var deli, sokakta dolaşıyor, acele edin gitmeden, kaybolmadan” diye. Anında görüntü, ışınlanıverirler hemen biterler ayak dibimde. Hadi hadi razı olun kaderinize, yazınız böyleymiş, kaderinize küsün ve şükredin halinize bu kadar yüzümden emindiğinize. Yeteeeeer!..
                Makinanın suratında gezinmesi hızlandı, gezindikçe de orman ortasındaki tarlalar gibi görünüyordu suratın ortaya çıkan teni, çorak tarlalar gibiydi, güneş görmeyen, su görmeyen, neredeyse çatlayacak halde; bir an durdurdu makinayı, diğer elinin parmaklarını sürtmeye başladı kesilen yerlere, kıllar hafif batıyor parmaklara ama tenin sıcaklığını hissediyordu alttaki. Merak etmeye başladı permatikle kestikten sonra nasıl bir surat ortaya çıkacaktı, ne kadar da yabancıydı bu yeni ortaya çıkan surata. Küçücük görünmeye başladı kesilen sakal yerleri, o kocaman sığır başı gibi kafa küçülüyor, yumurta gibi kalacak az sonra, kuş yumurtası... hadi oradan tavuk yumurtası bari olsun, karıncalar yutmasın sonra...
5/20

Tam Siperdekiler

                Gülümsemesi oturmuştu suratının ortasına, ağzı tam da suratın ortasındaydı, ne garip! Makinayı dayadı tekrar, bu kadar seyretmek yeter diye düşünerek. Kararlıydı, aynadaki gözlerinden okunuyordu kararlılığı, kesin sakalların köküne kıran girecekti, katliamsa katliam, gidecekler... sakallar patır patır düşmeye başladılar sığındıkları mevzilere, sakal yığınıydı lavabonun ortasına doğru, gücü kalmayan patırt düşüyordu boylu boyunca surattan aşağıya, tutunamıyorlardı ne kadar da birbirlerine kenetlenseler de kenet menet para etmiyor işe yaramıyordu.
                Kaba olarak temizlendi surat, daha var var, gözden kaçmaya çalışanlar var, tam siperde olanlar, sürünerek ilerleyenler, gideceksiniz, terk edeceksiniz bu suratı, işgal ederken bana mı sordunuz? Haydi yallah fış fış...
                Aynaya biraz daha eğildi elini sürttü suratına, ele gelen bir şey kalmadı ama emin olmak istediği için yakın gözlüğünü almaya gitti masasına. Çalışma masasının üzerindeki yakın gözlüğünü takıp geldi aynanın karşısına ve eğildi aynaya doğru, ağzından çıkan nefes buğulandırdı aynayı, görüntü bulanıverdi.
                İnat ettim bir kere bırakmayacağım peşinizi, kökünüzü de kazıyacağım kökünüzü. Kirli çamaşır sepetinden yumuşak bir giysi geçirdi eline, çıkardığı tişörtüydü, yavaşça bastırarak dolaştırdı aynanın üzerinde, çoğu kısmı açıldı aynanın ama toz toprak izleri lekeler yapmıştı aynanın üzerinde. Musluğu açıp ısladı elindeki tişörtü, tekrar gezdirdi aynanın üzerinde, daha iyiydi görüntü.
                Tıraş makinasıyla son bir kez daha gezindi suratının her yerinde, yanaklarında. Yumurta gibi surat ortadaydı kabak gibi çıktı işte ortaya, hatlar keskindi suratında nehir yatakları gibiydiler, hele o burnunun her iki yanından çenesine doğru inen hat neydi onlar öyle insan düşse içine gömülüp kalacak yutulacaktı çöküntü tarafından... garip garip baktı, dokundu iki eliyle de hissediyordu ellerini, ellerinde miydi, yoksa yüzünde miydi sıcaklık karar veremedi...
                Neden çıkarmıştı sanki üstündekileri, kireçleri donacak diye düşünemedi yine; işte keman çalmaya başlamışlardı hepsi birden, hiçbiri bir durup da dinleneyim demiyorlardı ki kendini azıcık rahat hissetsindi. Sitemle sıktı boynunun ağrıyan yerlerini, ulan biriniz de beni düşünün be; otuz iki dişimi kırayım, nerdeee o günler! Sanki varda otuz iki diş, kıracakmış, şuna bak; dediklerini kulakları da duymuyor artık. Kaç dişin var senin ablak surat? Elinin tersiyle sinek kovalar gibi yaparak döndü geriye, permatik aradı çamaşır makinasının üzerinde.
6/20

Cimri mi, Tutumlu mu?

                Kolay bulunmayan her şey bendeydi zaten, bir sürü kalabalık nesne var şu küçücük makinanın üstünde, kim koyuyor bunları buraya? Elbette sen, kim olacak başka; senden başka biri mi var burada? Var ya olmaz mı, sinekler, mikroplar, bakteriler, virüsler, toz, toprak... ne ararsan var bu han gibi evde, yolcu geçiren hanı mübarek, ne ararsan var, yok yok yani.
                Buldum, buldum işte buradaymış. İçinden bir tane yeni çıkardı, kağıdını yırtıp makinanın ucuna koydu işi bittiğinde almayı düşünerek. Tıraş köpüğü tüpünü de aldı biraz aşağı yukarı salladı, içinden ses geldi. Sağ üç parmağına sıktı birazcık, evet birazcık sıktı.
                Ne kadar sıkacaktım, birazcıkmış, ne birazcığı? Bununla bile beş surat tıraş ederim ben, eskiden köpük mü vardı böyle hazırından. Alıyordun fırçayı -ha, çok fırçan oldu da ilk fırçan bu be- eline, sabuna süre süre, arada suya bandırıp fırçayı devam ediyordun sürtmeye sabuna. Telef olmasın diye de azıcık köpürdü mü yetiyordu. Ne cimriymişsin sen yahu! Cimrilik mi sayıyorsun sen, tutumluluk tutumluluk derler bizde, anlaşıldı mı?
                Elindeki köpüğü sürdü yanaklarına, tıraş edilmesi gereken her yeri beyaza boyadı tıraş edeceği yerler kolay fark edilsin diye, bir uçtan başlayıp gıdım gıdım ilerleyecek suratın beyazlığı kaybolana kadar. Alıp matiği sağ eline, musluktan akan soğuk suda ısladı, musluğu azıcık açmıştı tasarruf için, damlaya damlaya göl olurdu ya hani işte o yüzden öyle yapmıştı.
                Taa çocukken ilk okulda öğrenmişti yerli malı haftasında. Öğretmeni tasarruftan, yerli malı kullanmadan bahsettiğinde ilk zamanlar anlamamıştı da büyüdükçe biraz anlamaya başlamıştı. Çocukluğunda anlayamadığı “yerli malı tüketmeliyiz” sözünü öğretmen dili sürçerek söylemişti galiba, soramamıştı da utancından ne demek, anlatmak istediğini; o gündür bu gündür arada bir düşünürdü. O günlerde tükettiği ne vardı ki, nohut kavururlardı, bazen ondan cebine koyardı okula giderken. Kendileri eker biçer, biraz artarsa satardı babası -zor artıyordu ya- elma, salatalık, domates, biber, süt, yoğurt... kısaca ne aklına gelirse her şey kendilerinin yetiştirdiğiydi zaten ama acaba hangisi yabancıydı onu merak etmişti. Yemese miydi acaba çoğundan?
                Matiği dikkatlice dokundurdu kulağının ortası hizasında, sağ yandan başlama alışkanlığı vardı, sol yandan ilk başlamaya kalksa ters olmuş gibi geliyor yabancılık çekiyordu. Biraz bastırarak aşağıya doğru çekerken sesler geliyordu. Garipçik sakallar çığlık atıyorlardı hepsi birden, bazen “caart” diye de ses geliyordu arada. Ağız değiştiriyor demek ki kıllar, sertlerdi de ama sertlik fayda sağlamıyordu teknoloji karşısında.
                Teknolojik matik önce yatırıyor kılı sonra veriyor satırı dibine, paldır güldür yıkılıyor boylu boyunca garipçikler; tıpkı şeker kamışı tarlalarında hasat yapılır gibi. Ha ha “şeker kamışı” güzelmiş, hoş bir benzetme. Fabrika kursaydın bari boşa gitmeselerdi şu şeker kamışı sakalların. Ne şekeri çıkar be, satarsın da iyi düşün sen bu işi.
                Yeter bu kadar gevezelik yahu, çabuk tut artık şu elini, kurbanın olayım kireçler azmaya başladı. Daha duşu var bu işin; başladın madem ki, bitir, bitir anlaşıldı mı? Biiitir! Hızla çekmeye başladı yukarıdan aşağıya matiği. Arada kesersem korkusu saplanıveriyor beynine ama çaresi yoktu artık bitecekti bu iş.
7/20

Ölü Adamın Dirilişi

                Kesik, jilet kesiği öyle çok acıyordu ki hiç unutmamıştı ilk tıraştaki kesiklerin acısını, acemilik zor işti, ama hiç yılmamıştı; al kan olmuştu suratı, kanlar akıyordu al al, aşağıya doğru; kaç akan yol vardı sayamamıştı birkaç kesikten sonra. İzleri var hala sızlar dururlar.
                Ah ah birde şu çene dümdüz olsaymış şu suratta ne güzel olurdu tıraş olmak, uğraşıp durulmazdı böyle gıdım gıdım. En çok kesilen yerler de buralarda olurdu her zaman. Başkalarını bilmem ama ben ezelden razıydım çenenin düz olmasına, dümdüz olsa, tesviye edilmiş arazi gibi; ne kadar kolay oluyor o arazileri işlemek, bir ucundan başlayıp öbür ucuna kadar dümdüz gidiyorsun domuzlar gibi burun doğrultusunda.
                Az kaldı az kaldı, şu yamuk yumuk, girintili çıkıntılı çene de bitti mi tamamdır bu iş. Şu çukura ne demeli göçük kömür ocağı gibi ne girilir ne çıkılır durumu var; gereceksin iyice, ucunu dikkatlice sokacaksın matiğin, dikkatlice oynatacaksın iki yana; diğer yanı da var, iş yani iş var. Sen gel de düz çene isteme.
                Bitti tıraş sonunda. Aynaya yanaşıp öpesi geldi aynadaki suratı, kendi alışık olduğu surattan, ablak surattan çok farklı bir surat vardı asılı duran aynada. Burun da o kadar kötü görünmüyordu sanki, abartmış mıydı neydi; benimki değildir belki.
                Elleriyle dokundu yukarıdan aşağıya gezdirdi ellerini suratının her iki yanında. Hiçbir şey dokunmuyordu eskisi gibi, kayıp gidiyordu elleri, sinek kaydı olmuştu. Damat tıraşı da böyle oluyor herhalde! Olmuş muydu, olmamış mıydı hatırlayamadı damat tıraşını, eller gibi mi olmuştu damat da damat tıraşı olacaktı ki; sittir boktan damat olmuştu, zar zor hatırladı evliliğini ama yüz yıl geçmişçesine silikti yansıyan görüntüler.
                Elleriyle aynadaki görünen surata dokunurken anılar gelip gelip geçiyorlardı gözlerinin önünden. “Diriliş, diriliş” diye fısıldadı ayna, ayna duymuştu dediğini, suratı gizlemeye çalıştı hemen duyar duymaz, sisleyivermişti sormadan.
                Elinin tersiyle sildi sisi, surat bozulmuştu, bazı yerleri bulanık bazı yerleri çok net görünüyordu. “Diriliş oğlum diriliş bu, ölü adamın dirilişi; ayna kuyu kazmaya çalışsa da dirilişi engelleyemeyecek. Bundan sonra sık sık bakacak dirilen adam bu aynaya, kıllık yaparsa cebinde bir ayna olacak her an eşlik etmek için. Sık sık rapor verecek cep aynası.
8/20

Tersine İşler

                Kendine son kez daha baktı aynada, dönüp musluğun suyunu açtı duşun. Elektrikli şofbenin birinci ayarına çevirdi düğmesini, akan suyu kontrol etti, ılıklaştı ama biraz daha sıcak olsa iyi olurdu sanki; kireçlerin üzerine biraz sıcak su akarsa masaj gibi iş görüyordu, tecrübe kazanmıştı bu konuda. Yıllardır yapardı aynı şeyi, özellikle kış aylarında, çok işine yaramıştı bu yöntem.
                Demek ki havalar soğuk, su da soğumuş ki ısınmıyor. En iyisi bir numara daha artırmak şofbeni. Sigorta geçti birden aklından ya sigorta atarsa! Farkına vardı sonra, başka bir harcama yoktu elektrikte. Yalnızca şofben harcıyordu elektriği. Televizyon veya başka bir oda lambası yansa atardı da. Gönül rahatlığıyla ikiye getirdi şofbenin düğmesini. Biraz bekleyince su iyice ısınmaya başladı.
                Isınması içini de ısıttı suyun altında. Bir süre omuzunun her iki ucuna su gelecek şekilde sağa sola doğru hareket etti. Başını yıkadı önce. Sabunu alıp sürdü başına köpürünceye kadar, tıpkısının aynısıydı tıraş fırçasının sabuna sürülüp köpürtülmesi gibi. İşler tersineydi duşta. Sabunu fırçaya sürüyordun burada.
                Sabun kalıbını avucundan kaydırarak musluk vanasının üzerine doğru bıraktı, kayıp gitti kendi kendine sabun kalıbı. Başını ovaladı, kulakları kaşındı, kıskandı galiba kel başın ovalanmasını kendilerinin de okşanmasını istiyorlar. Serçe parmağını soktu sağ kulağına ve kaşıdı bir süre, diğer kulağına da yaptı aynı şeyi, rahatladı; suyun altına bıraktı başını, akan sular köpükleri haşır huşur temizliyordu, istemeye istemeye uzaklaşıyor köpükler gurup gurup.
                Her şey bu kadar temizlenebilseydi keşke! İnsanın içinin temizlenmesi de mümkün olsa, bir yolu bulunabilse; bütün dünyadaki insanlar sıraya girer her halde.  İçinin fokur fokur kaynamasına aldırmamaya çalışıp tepesinden akan sıcak suyun tadını çıkarmaya bakıyordu ama kafasının içi bir türlü rahat vermiyordu.
                Daha hızlıca başını ovaladı sinirli sinirli, tırnaklarını hissetti saç diplerinde, canı yandı biraz ama aldırış etmedi. Tekrar tekrar ovdu başını, köpüklerden tam olarak arındığından emin olana kadar.  Beyaz kalıp sabunu alıp eline hızlı hızlı sürtmeye başladı göğsündeki kıllı yerlere, daha kolay köpük oluyordu arada, bolca köpük olunca da oradan istediği yerlere taşımaya başladı.
               
9/20

Kafayı Değiştir

                Dirildin be oğlum dirildin, bu sefer de yırttın paçayı; hadi iyisin iyisin! Topla kendini de ayakta kal bundan sonra, yerlere serilmenin sana faydası yok anlamadın mı daha; anlamadıysan eğer şimdiye kadar bundan sonra da anlayamazsın, anlamaya bile fırsatın kalmaz sok bunu kafanın içine. Sen sana lazımsın gerisi hava cıva; anla, anla. Artık. Gidebileceğin en son yer yine kendinsin, kendinden kaçabilen ne duyulmuş şey ne de görülmüş şey.
                Her şey sırtındadır farkında ol ya da olma; aynen kaplumbağanın sırtındaki gibi, bak kaplumbağa nasıl faydalanıyor sırtındaki onca yükten, gayet yavaş hareket ediyor bir kere, yağmur, kar yağmaya başladı mı evi hazır ayağının dibinde hooop çek kafanı içine al sana ev. Azılı düşmanlara denk gelmeye görsün, usta olanlarına. Kaldırıp bıraktığı anda tuzla buz olmak varsa da ihtimal kaçta kaç? Çok düşük be. Uzun yaşamanın sırrını keşfetmiş garibim o kadar yükün altında. Bizim icatlarımız en zor anlarımızda ortaya çıkar daima. Zor günlerin adamı oldun her zaman. Hiç kolay günün oldu mu diye sordun mu hiç kendi kendine sen? Sormadın değil mi, sormak bile aklının köşesinden geçmemiştir eminim.
                Kolay günleri görseydin tiryakisi olurdun o zaman da zor günleri göremezdin.   Bak sana bir sır vereyim kabul edersen, önce düşün ama reddetmeden önce. Hemen kestirip atma bu sefer her zaman yaptığın gibi. Sinirle kalkan zararla otururmuş duydun mu? Beynin durunca karar veriyorsun sen, zor günlerin yolunu açıyorsun böylece. Durup düşünsen biraz bazı şeyler farklı olabilirdi, en azından birkaç tane bile farklı olsaydı yükün azalmış olurdu öyle değil mi?
                Omuzların düşünceye, dizlerin çözülünceye, nefesin tükeninceye kadar yüklenmeye devam edersen hala gidecek ne yolun ne de günün kalır önündeki zamanlarda, bu günler son fırsat belki de senin için. İçinin cızlamasını bırak da geleceğe doğru bak bakalım. Dirilişin olmalı bu duş senin için, son diriliş sayabilirsin kafayı değiştirmezsen. İstersen sana bir öküz kafası bulurum hemen, kasapta boldur, hem de yakışıklısından bir boğa başı; ister misin?
                Sen de dirilişin sırrını bul yahu fena mı uzun bir süredir ölüydün, ölüden farksızdın, hatırlıyor musun ne kadar zaman geçti üstüne ölü toprağı atılalı beri? Hatırlamadın değil mi?  Hatırlamaya gücün kalmadı artık epeyce zamandır. Ama hatırlamaya başlayacaksın yine, kabusların olacaklar kapını çalacaklar çoğu yalnız gecelerinde. Geceler dostun olacak çok zaman ama fırsat vermezsen hiçbir şey yapamazlar, yapamazlar anladın mı? Sok kafana, sen seninlesin her zaman, olmayan başkalarıyla birlikte olmanın anlamı yok. Herkes işinde gücünde öyle veya böyle. Yanında yok hiçbiri ne dokunanın ne hâl hatır soranın ne de sana acıyanın yok ne varsa içinde hepsi.
10/20

Züğürt Tesellisi

                Sana züğürt tesellisi, istersen eğer, ister misin?
                Bu dünyada ne kadar insan yaşıyorsa hepsi de senin yaşadıklarına benzer şeyler yaşıyorlar, rengi, dili dini ne olursa olsun, bazıları görmezden duymazdan gelerek savuşturuyor ve devam ediyorlar yollarına ağır aksak da olsa. Bazıları her şey tanrıdan deyip kader koyuyor adını ve alın yazısıdır çekerim deyip devam ediyor, imtihan olduğunu kabulleniyor bu dünyadaki; daha güzel yaşamın başlangıcı sayıyorlar ve devam... bazılarıysa kahroluyor kendim ettim kendim buldum diye alıyor bütün sorumluluğu üzerine ve dizlerinde dermen, ciğerlerinde hava kalmayıncaya kadar yükün altında eziliyorlar da burnu sürtülünce yükü atmaya çalışıyorlar sırtlarından silkelenerek. Attılar attılar bir kısmını bile olsa, atamadılar boynu altında kalıp sırat köprüsünde yol almaya başlıyorlar. Sen de işte onlardansın biraz. Aç gözlerini aç, bir bak şöyle dışarıya, gök yüzüne geceleri ne kadar yıldız var yalnız başına dolaşan. Aklına geldi mi hiç başını kaldırıp gecelerde gökyüzüne bakmak?
                Akan sıcak suya doğru yüzünü kaldırdı, gözlerini yumarak epeyce durdu öyle, nefes almamayı denedi bir zaman ama fazla duramadı nefes almadan. Kafasında dolanıp duran düşünceleri anıları kovalamaya uğraşıyor elinden geldiğince, becerebilmek her babayiğidin haltı değil ki. Gelsinler hele, gelecekleri varsa görecekleri de olacak bundan sonra. Sinirlenmeye başladı birden. Göğsünde köpük kalmamıştı, su temizleyip götürmüştü de farkına varamamıştı.
                Tekrar aldı sabun kalıbını eline ve sürtmeye başladı tekrar göğsüne. Kokusunu almaya başladığını fark etti sabunun; leylek kokuyordu. Derince nefes alıp kokusunu doldurdu ciğerlerine bıraktı tekrar aldı epeyce tekrarladı aynı şeyi, gevşemeye başladığını düşünmeye başladı. Vücudu gevşiyordu kendi kendine sanki. Bir şey yapmaya gerek yokmuş gibi ciğerleri de cızırdamayı kestiler. Sigaradandı bütün bunlar, ciğerlerin zırlaması, cırlaması da ondandı, bu kadar yüklenmeseydi şu sigara denen illete bu kadar cızırdamazdı bu ciğer; bak nasıl da ses verdi ilk zaman, ilk nefeslerde, kesildi işte gördün mü?
                Sigaraya veda etmeli, olmasa bile azaltmalı bu mereti. Biraz da hareket, dışarılarda dolaşmak birkaç gün bari olsa, faydası dokunurdu belki; evde kapanıp durmanın inzivaya çekilmenin ne anlamı vardı sanki, millet uzaya giderken dünyanın bu çöplüğünde pineklemek ne kadar mantıklı. Bütün iş bakışı, algılayışı değiştirmek oğlum, değiştirmek; bildiklerini unutacaksın, görmeyeceksin, duymayacaksın anladın mı? Bunlar sana zehir etkisi yapıyor günden güne zehirliyor seni. Şu empati midir ne karın ağrısıysa onunla da arayı açacaksın hiç olmazsa tam olarak ayağa dikilip koşturmaya başlayana kadar; koşturmaya başlayabilirsen onlar senin arkandan ne kadar koştururlarsa koştursunlar yetişemezler, yetişemezler yetişenine de sen çakarsın tekmeyi okkalısından kıçlarına. Ne kadar inat edecekler arkandan koşmaya. Sen de inat edersen olur bu iş bence, ya sence?
               
11/20  

Bu Dünyada Teksin

                Son bir kez daha yüzünü tuttu tepesinden akan sıcak suya, ellerini yüzüne sürdü, yüzünün sıcaklığı ve yumuşaklığı rahatlattı birden, hiç de yüzünü bu kadar sıcak ve yumuşak hissetmeyeli ne kadar olmuştu, sorusunu sonlandıramadı çekti ellerini yüzünden ve ellerinin dokunduğu yerleri akan sıcak su yıkadı arıttı yine.
                Girdi mi çıkmak bilmiyordu bu duştan da anımsadı eski duşlarını. Hiç buradaki gibi rahat hissetmediğini düşündü, duraksadı… bazen de çok sıkıntı bastığında kendisini hemen atıvermişti sıcak suyun altına hatta birkaç kez de üstündeki kıyafetle girmişti suyun altına. Anımsadı gülümsemeye başladı kendisini duş altında elbiseli görerek. Epeyce kalmıştı sıcak su altında da rahatladığını hissedince çekilmişti sudan ve soyunup bornozuna sarılarak çıkmıştı oynayarak çocuklar gibi. Sahi ya oynamıştı.
                Sabunu tekrar sürmeye başladı, bu kez kararlıydı bu işi bitirmeye. Artık aklanıp paklanıp kendine gelecekti ve dirilişi sayacaktı bu seferi. Bugün dirildiğini kabullendirecek kendisine ve bundan sonra olanı bir duruma pabuç bırakmayacaktı. Ablak suratı gitmiş yerine yumuşacık yumurta gibi surat gelmişti. Olsun çenesi düz olmasa da yuvarlaktı olabildiğince. Cildi suyu yiyince kendine gelmiş çoraklığı kaybolmuştu birden, sulamak gerekliymiş demek ki arada bir de olsa; sulayacaksın bundan sonra bu suratı ve domates burnunu, oğlum bak dikkat et kendine, kıymetini bil elindeki avucundakilerin, başkalarından eksikliğin yok senin tam tersine fazlalığın var çoğundan hatta hepsinden bile.  Oğlum sana bir şey daha diyeyim mi, sen bu dünyada teksin be yavrum. Var mı başka senden? Yoook, elbette yok. İşte bak, anlamaya başladın biraz, yok yok senden başka sen bu dünyada sen teksin. Kafana sok bunu.  
                Git işine ya, başka işin mi yok senin benden başka? Sıkıyorsa gel de çıkar içimdekileri, elden gelmiyor işte. Bir an direniyorum arkasından bir rüzgâr, deviriviriveriyor domino taşları gibi, enkaza dönüyorum bende o zaman rüzgarla birlikte. Rüzgarlardan korunmanın bir yolu olmalı, öyle değil mi. Yağmurda şemsiyeyle korunuyorsan, kaplumbağa da kabuğuyla koruyorsa kendini bir yol yöntem olmalı korunmanın.
                Seninle birlikte dolaşanlarla ister istemez arkadaş olmak gerekiyor istesen de istemesen de en iyisini sen bilirsin bunun, yıllarca öyle dolaşmadınız mı birlikte, hiç açık vermiyordun kimse ezmesin üzmesin diye, yanındakinin ezilip üzülmesini kendine sayıyordun, hep tepenin üstünde tutuyordun, hala da tutuyorsun, her şeyi tutuyorsun sen; mıknatıs gibisin, gelen toz toprak da yapışıyor madeni şeyler de. Seçimini yap bari kıymetli şeyleri tut ki yüküne değsin, taşıdığına değsin. Toz toprak günü gelip yağmur yağdığında akıp gidiyor, yükünü taşıdığınla kalıyorsun.
               
12/20 

Minnet Yok Artık

                Olsun, alışkanlık oldu bu durum bende, bazen tiryakiliğini özlüyorum onların. Hani derler ya: “zararı kendine” diye; işte öyle zararı bana her şeyimin, başkasına zarar vermeyi hiç istemem bilerek. Bilerek zarar vermeyi bazen çok istiyorum biliyor musun? İşte o zaman biraz sinirlerim yatışır gibi oluyor ve dişlerimin sırıtışını görebiliyorum cap canlı gözlerimin önünde, o sigaranın sararttığı yamuk yumuk dişlerin arasındaki et parçalarını gördüğüm zaman bir tuhaf oluyorum ve vaz geçiveriyorum hemen kinimden, zarar vermekten, bu seferde tersine dönüyor işler neden öyle düşündüğümü sorgulayıp hiç zarar gelmesin istemeye başlıyorum utanç içinde. İyi ki de benden başka bilen yok diye teselli bulmaya çalışıyorum bir süre. Bir süre dediğim se aylar bazen yıllar alabiliyor. İşte böyle terslikler de var bende.
                Hem zarar vermeyi düşüneceksin, düşünmesi bile haz verip, sonrasında da pişmanlık! Olacak iş mi bu sanki, bir karar verdin mi tam vereceksin derim hani, karar verdin mi dönüşün olmayacak.
                Psikopatlık mı? Empatiye ne oldu, hani o kendini başkasının yerine koymak; işine geldiği gibi mi diyorsun sen bana. Bazen sen de saçmalıyorsun sanki, ben de akıl var sende sanıp aldanıyorum, apaçık gördüm bunu; aldanıyorum. Zararını da kendim çekiyorum sonra. Halbuki senin dediklerinden etkilenip kendi kararımmış gibi uygulayınca ve sonunda “kendim ettim kendim buldum” şarkısını okumaya başlayınca sen de geçip karşıma gıy gıy çalıyorsun, keyif mi alıyorsun? Hadi işine gücüne bak bundan sonra, etki yok, tepki de yok.
                Bak yüzüm ne kadar da yumuşak oldu, kadife kadife, kadife kadar yumuşak ve kaygan, pürüzsüz. Yeniden doğuş dedin ya hani; anladım anladım, doğdum hakikaten, yeniden doğdum ben. Ölü bir adamken dirildim. Bak ellerime titremiyorlar artık, yazıp çizebilirim, bak bak yüzüme bir bak, getir ellerini dokun dokun; nasıl, kadifemsi değil mi?
                Benden uzak duracaksın bu zamandan sonra. Duştan çıktım mı sen de benden uzaklaşmaya başlayacaksın anladın mı?  Artık hiçbir şeye eyvallahım yok “kendim ettim, kendim buldum; kime ne?” keyifle sabunlanmaya başladı, köpükleri vücudunun her yerine ulaştırmaya özen göstererek sürüyor, hafiften ıslık çalıyor suya inat. Su ıslığını kesmeye çalışırken inatla daha fazla üfleyerek ıslık sesini çıkarmak için direniyor. Gözlerini sabunladığı için kapalıydı, işe yaradı gözlerinin kapalılığı, bu dünyadan başka bir dünyaya ışınlanmıştı adeta, dudakları kıpır kıpır, dans etmediği eksikti duş teknesinin içinde.
                Suyun tepeden aşağıya inerken yalayıp inişi vücudunda hissediliyor bunu da canlılığının belirtisi olarak değerlendirip “diriliş, diriliş bu; gerçekten inanılmaz, diriliş, dirildim!” mırıldanmaları duyulmaya başladı kulaklarına. Sesini de duymuştu kendisinin. Ne kadar zamandır sesli konuşmadığını düşününce cevabını veremeden “karadır kaşların, ferman yazdırır…”
                  
13/20

Öldürmeyen Güçlendirir

                İlkti bu kadar keyifli duş aldığı, duş teknesi ve banyo şahitti buna. Köpükler şarıl şarıl akmaya devam ettiler bir süre, teninin nefes alışını hissedebilmeye başladı. Teni de ıslık çalarak dans ediyor kendi etrafında dönerek ellerini açmış her iki yana rüzgârı karşılamaya çalışıyordu; rüzgâr içinden esiyor, fırtınaya yüz tutarken de sönümleniveriyordu birden şişirilmiş balon gibi, fısıltısını duyar gibiydi içindeki sönüşün.
                Sönecekler daha ne ateşler ne fırtınalar sönecek, dur bakalım sen bekle hele! Ne lügat şu “öldürmeyen güçlendirir” sözü, harikulade bir söz. Öldün öldün biter her şey; ölmedin mi sürünsen de bir süre, sıkıyorsa bir ayağa dikilme, çaresi yok ayağa dikileceksin, işte o ayağa dikiliş gerçekleşiyor şimdi, aynen öyle “öldürmeyen süründürse de güçlendiriyor; canlı kanlı örneğiyim. Savulun lan ben geliyorum, cehennemden haberlerim var size, cehennem zebanilerini gördüm, kıçlarına tekmeler atıp geldim lan!”
                Bir an önce duşunu bitirip çıkmalıydı artık üşümeye başlaması yakındı kendine göre. Biraz daha ısıtırsa suyu sigorta atabilirdi, tedirginliğini yaşadı düşündüğünün. Kaç kez sabunlanmıştı? Düşündü tekrar sabunlanmanın sakıncası yoktu ya, aşınacak mıydı derisi; bir daha başladı sil baştan sabunlanmaya.
                Bu sefer tüm aklını ve dikkatini sabunlanmaya verdi, vücudunun kirlerden ve yağlardan arınmayan bir yeri kalmasın istiyordu. Burnunu tırmaladı tırnaklarıyla köpükler içinde. Gözlerinde sabun köpüğü olduğu için tırnaklarına bakmayı aklından geçirmişti ama mümkün değildi bu, nasıl anlarım görmeden diye düşündü bir an. Elini yıkadı akan suda ve tekrar tırnak attı burnunun her iki yanına, tırnağının biraz dolduğunu hissetti. Oldukça fazla emek harcamak gerekli bu burun yağlarını yok etmek için.
                Kadınların yağları kalçalarında birikirmiş, stok yeriymiş yağların. Zararı da yokmuş kalçalarında biriken yağın; ihtiyaç hissettiğinde vücutları alırmış oradan bir miktar yakarmış. Okuduğum zaman şaşkınlıklar içinde kalmıştım ve kadın popolarına takılmaya başlamıştı gözlerim o zamandan beri. Bazıları da içi dolu bohça gibiydiler, şekilsiz kambur kumbur; hiç hoşuma gitmezdi öyleleri. Bazıları da öyle miydi ya özene bezene heykeltıraş elinden çıkmış gibi pürüzsüz, çok uğraşmış olmalı yontan heykeltıraş. En ince detayı bile düşünülmüş, her nasıl bir kafaysa yapmış işte; hayranlık uyandırırdı öyleleri. 
                Biriksin varsındı yağlar, şekil hiç bozulmuyor nasılsa. Erkeklerde öyle mi ya yağın birikeni götte değil ya göbekte ya da belde katlar oluşturdu mu kat kat biçimsiz bir şekil alıyor, hiçbir şeye benzemiyor, yürürken bile ağdırıyor çoğu zaman, bir de koşturmaya kalktığında görseniz. Şaşkınlıktan küçük dilinizi yuttuğunuzu bile fark etmezsiniz. Oturduğu yerde yıllarca oturmak ister bunların böyleleri, karılarını düşünürdüm böylelerinin. Ne yedirip içiriyor da bu kadar beslenebiliyorlar kurbanlık danalar gibi sarkıyor her bir yanı her bir yanından. Hele hörgüçleri var ya, alimallah sağa sola danaların hörgüçlerini hatırlatıyor bana. Nasıl da iki yana gelir gider heybetli heybetli koştururken karşısındaki boğanın arkasından.
                Haydi yavrum işine işine bak sen, el alemin hörgücü, kıçı başı seni niye ilgilendiriyor, bırak şamatayı da işini bitir çabuk.
14/20

Çelişkilerle Yaşamak

                Bu sefer tamam olacak bu iş. Tökezlemek yok, oldu ki tökezledin, düşmek yok; haydi oldu da düştün diyelim, hemen dizlerinin üstüne kalkacaksın bebekler gibi vakit kaybetmeden. Aklına getir bebekleri, nasıl hemen toparlanıp dizinlemeye başlıyorlar; sızlandıkları olursa da bakar her iki yanına kurtarıcısı bulunmadığında kendi başının çaresine kendisi bakıyor. Bebek senden daha mı akıllı da öyle yapıyor? Hayır! Dur be, belki de akıllıdır yahu. Akıllı olmasa hemen toparlanmayı kim söylüyor o zaman elbette akılı akıllı, biz akıllarını alıyoruz başlarından. Aklımızca kendimizde olmayan akılla bebekleri akıllandırmaya uğraşıyoruz. Vay be! Ne kadar şaşırtıcı bir tespit
                Oğlum bilim adamı falan olsaymışsın sen vay halineymiş bu dünyanın, tozunu attırırdın vallahi de billahi de. Ne kadar hızlı buluyorsun yeni yeni şeyleri de duyanın, görenin yok yavrum.
                Son köpüklerinden kurtulmaya çalıştı bir süre. Köpük kalırsa tenine yapışıp kuruduğunda kaşıntı yapıyordu önceki uyuşukluklarından edindiği tecrübeydi bu; pul pul dökülüyor sanmıştı derisini, halbuki kalan sabun köpükleri kurumuş zamanla onlar dökülmüştü üzerinden.
                Suyu biraz daha açtı, ılıklığı biraz azalsa da idare ederdi, katlanabilirdi buna. Başından ve yüzünden başlayarak temizlendi ovalanarak.  Ensesine gittiğinde elleri, ensesindeki tüylerin uzamış olduklarını fark etti; parmaklarını kesmişti dolanan kıllar, ince bir sızı oluştu kesilen parmağının orasında.
                Aldırmadan devam etti işine. Saç tıraşı da olmak gerek kanısına vardı. Olmaya karar verdi. Yarın olmalıydı mutlaka ama karar değiştirmek yoktu artık; bir karar verildi mi uygulanacaktı koşulsuz olarak. İşte bu kadar karar verildi ve yarın saç tıraşı olmaya gidilecek, ordular dikilse karşısına dönmeyecekti.
                Olmuşken tam olmalıydı her şey. Adam gibi görünmeliydi dışarıdan bakıldığında. İçini kimse göremeyeceğine göre; dışını değerlendirecekti herkes. Aslına bakılırsa herkesi umursamıyor görünüyordu ama yine de herkessiz yapamadığının farkındaydı; bir çelişkiydi bu durum ona göre. İnsanlar çelişkiler içinde yaşamına devam etmiyor muydu zaten; bir kendisi değildi ki.
                Etrafına baktığında gördüğü nice dağ gibi görünen insanların kim bilir ne kadar çelişkileri vardı içlerinde. Hani şu şişmanların belki de daha çoktur çelişkileri kim bilebilir ki kendilerinden başka. Belki de tersinedir durum çelişkileri önemsemeyebilmenin bir yolunu bulmuşlardır da o yüzden öylelerdir, yedikleri içtikleri yarıyordur her zaman.
               
15/20

Gözü Kara Usta

                Duş almasını bitirip, elektrikli şofbenin düğmesini sıfıra getirdi ve bir süre ılık suyun altında bekledi su boşa gitmesin diye; su soğuk gelmeye başlayınca çekildi altından ve musluğu kapattı. Hemen aynaya koştu ayaklarının kaymamasına özen göstererek.
                Aynanın karşısında durduğunda hayal kırıklığı yaşadı, hiçbir şey göremedi aynada, buğulanmıştı ayna ve nemlenip akmaya başladılar birer birere. Hayatları kayıyordu işte buharların bile. Yoktu çaresi, zamanı geldiğinde şartlar değişecek onlar da değişecekti tıpkı kendisi gibi, bir bebekliğini düşündü bir de bu günlerini hele de bu gününü.
                Baş havlusuyla başını kuruladı önce ve sardı başını. Arkasından kapının arkasında asılı duran yıpranmış sönükleşmiş açık mavi bornozunu alıp, üzerindeki yıllanmış lekelere aldırmadan kollarını geçirdi içinden ve göğsünü boğazına kadar kapatıp kuşağını bağladı. Çok sıkıverdi birden ve karnından rahatsızlık hissetti; karnı kaburgalarına yapışıktı zaten bir de kuşağı sıkınca kaburgaları ağrıdı. Gevşetti rahatlayıncaya kadar. Yumuşaklığını hissedebiliyordu vücudunun.
                Banyodaki sağda solda toplanan suları fırçayla süpürdü tekneye doğru, banyonun fayanslarını döşeyen usta da çok acemiymiş, derz aralıkları dar ve hizaları bozuktu, yetmiyormuş gibi tam da banyonun ortası çukurdu gözle fark edilecek şekilde. Bütün sular çukurlukta toplanıyordu. Böyle ustaları işe sokmayacaksın yahu, rezillik iş adına.
                Banyonun çukurluğunu fark edemeyen ustanın yetiştirdiği çocuk nasıl olur acaba? Amma da meraklısın yahu, sana ne? Ekmek parası kazanmak için cesaret etmiştir, gözünü karartmıştır kovulmayı göze alarak, ne kaybederdi ki? Kazanmış işte, almış ekmek parasını ama imzasını da atmış hakikisinden. Ne imzalar atmıştır Allah bilir hiç kazınmayan cinsinden.
                Hayat böyle işte, cesaret edip gözünü karartacaksın ve korkuyu sileceksin içinden. Korkunun ecele faydası yokmuş; korka korka ecele doğru adım atıyorsun aslına bakarsan ama adım attın mı oluyor bir şeyler ve bir adım daha ileriye atma şansın ortaya çıkıyor. İnişli çıkışlı anlayacağın bu hayat.
                Fırçayı duvara dayayıp kapıya doğru bir adım atıp eğilerek kapının kolunu bastırdı aşağıya. Kapı açıldığında kendine doğru çekince; yüzüne gelen serin hava titretti birden. İçeride fazla kaldığını düşündürdü. Derin nefes almamaya özen göstererek, yavaş yavaş nefes almaya çalıştı. Biliyordu bademciklerinin başına açacağı işi. Çok nazikleşmişlerdi doğunun ayazlarında. Bademcik ülserasyonu geçirmişti de yataklarda sere serpe kan ter içinde yatmıştı haftalarca, ne ağzından bir damla bir şey koyabilmiş ne de yutkunabilmişti. Gençliğin gücüyle zor bela ayağa kalkmıştı bir hafta on gün sonra ama bir deri bir kemik iskelet kalmıştı; görenler şaşkın şaşkın bakıyorlardı yüzüne ve ne diyeceklerini şaşırmışlardı.
                Ne zaman rüzgâr esse tik halini almıştı ağzının kapanması, rüzgâr ağzına girmeyecekti. Yine tik devreye girdi işte, ağız kapandı ve burundan yavaş yavaş nefes alıp veriliyor. Makine mübarek otomatik makine.
16/20

Kararsızlık ve Karardan Dönmek Yok

                Koridordan odasına doğru geçti ama kafasının içi karışmaya başladı, yatak odasına değil de çalışma odasına geçmeye karar verdi, fikrini değiştirerek. Hani bir karar verildi mi uygulanacaktı sorgusuz sualsiz, olmadı işte fikrîni değiştirdin, dön başa tekrar.
                Yatak odasına gidip bornozunu çıkardığında giyeceklerini hazırlayıp yatağın üzerine teke tek serdi her birini. Oldu işte kararımı değiştirmeden geldim ve işim bitti doğru çalışma odasına. Sırtındaki bornoz kıllı vücudundaki suları emmeye başladı ve serinliğini alabiliyordu. Olsun, kapalı odada fazla zararı olmaz bunun. Koltuğuna oturunca pencereye takıldı gözleri, dışarıda ikindi vaktiydi, karşı binalara kızıllıklar gelmişti, batıyorum diye haber veren güneşin işaretleriydi kızıllıklar.
                Bak güneş dönüyor mu hiç kararından? Doğuyor ve yoluna devam ediyor yılmadan veee gün sonu işte. Sen de güneş gibi olacaksın, kararından dönmeyen ve yılmayan. Ancak karar verirken düşüneceksin çaktırmadan. Güneş ne yapıyor sanıyorsun battıktan sonra; düşünüyor elbette, başkalarına görünür gibi yapıp sana görünmeden düşünüyor işte, sen çakabiliyor musun, çakabildin mi hiç düşündüğünü? Bırak çakmayı, hiç düşündüğünü bile düşünmedin öyle değil mi? Yeme bizi, hadi hadi.
                Kararını bozmayacaktı artık bu zamandan sonra, madem başladı bitirecek başladığı hikâyeyi. Bornozun soğukluğunu hissetmeye başladı. Islaklığı kurudu anlaşılan, değiştirmeliydi üstünü başını, acele ederek telaşla kalkıp yerinden yatak odasına doğru yöneldi, iyi ki de hazırlamışım önceden şunları diye geçirdi aklından yatak odasının kapısını açıp yatağın üzerinde hazır olan giyeceklerini görünce.
                Hemen değiştirdi üzerini ve bornozu banyonun kapısının arkasındaki askıya asarak döndü çalışma masasına. Bir dönüm noktasından daha geçiyor olduğunu düşündü, ne kadar çok dönüm noktası olmuştu hayatında bugüne kadar, her birinde de tekrar ayağa kalkamayacağını düşünmüştü ama işte şimdi ayaktaydı ve uzun bir zamandır ölü gibiyken bugün yeniden dirilişine şahit oluyordu sanki, sanki diyorum çünkü üzerinde yorgunluk alabildiğine fazla ve yaşamının geriye kalanından bir beklentisi yoktu.
                İşin en kötü yanı da beklentinin olmaması, bunu kaç defa sezmişti kim bilir. Yalnız olmanın getirdiği ekstra durumdu yaşanılanların çoğu da ne bir ses var etrafında kafanın içindeki seslerden başka, ne de bir el uzatan. İşte en kötüsü de bu; dayanılır gibi değil acısı sızısı, bir geldi mi tam geliyor her şeyi alt üst edip bırakıveriyor önüne, tıpkı hezeyan, sel gibi; yıkıp geçtikten sonra taşıyıp götürebildiklerini süpürüp götürüyor arkasında bıraktıklarını da temizle temizleyebilirsen; temizlemeye kalkarsan ömrün bile yetmez.
                Temizlemeye kalkmadan o dağınıklığın içinde bir düzen, oturacak bir ortam kurmalısın canla başla, yok başka çaresi.
17/20

Küçük Tencerenin Nazı

                Güneşin kızıllığının kaybolması karanlığın geleceğini ve yakınlaştığının bir işaretiydi, her zaman aynı olmaz mı, hiç şaşmadan. Gelecek biraz sonra, gelsin sıkıyorsa, geleceği varsa göreceği de olacak bugün. Hiç takmayacağım bu gece bak göreceksin sen de mışıl mışıl uyuyacağım hasretini çektiğim uykuyu. Öyle böyle uyumayacağım bu gece, yılların acısını çıkartırcasına uyuyup erkenden karşılayacağım o güneş tekrar doğarken ve güneşe ayak uyduracağım bak göreceksin.
                İnanmıyorsun değil mi bana ister inan ister inanma ama ben zaten senin inanman için söylemek istemedim ki, yalnızca bilesin, benim şahidim olasın istedim sadece.  Bugüne baştan sona şahitsin ya tam olsun diye!..
                Acıkmaya başladığını hissetmeye başladı, vücudundaki gevşeme oldukça rahatlatmış yalnızca suratında biraz gerginlik hissetmeye başlamıştı. Suratı kurudukça geriliyordu inadına, kırışıklıklar kaybolsun istiyordu anlaşılan. Aynaya bakmayı düşününce birden vazgeçti bakmaktan; derin izleri, hatları görmeyi hiç mi hiç istemediğini fark etti.
                Yerinden yavaşça kalkıp elleriyle yanaklarını okşadı, alnını yokladı, tırtıklar geliyordu eline, tırtıklıydı sanki suratı ve alnı. Azıcık da sertlik mi vardı ne? Yoksa sabun köpüğü mü kalmıştı? Kararsızdı, halbuki iyice temizlediğinden emindi sabun köpüklerini, bir o kadar da ovalamıştı başını ve suratını. Yalnızca alnını unutmuş olamazdı her halde.
                Mutfağa geçmeden önce soğuk da olsa su çarpmak istedi suratına. Bir kez yapsa yeterdi. Yaptı, havluyu alıp kuruladı tekrara ve mutfağa yöneldi düşünerek. Ne yiyebileceğini düşünüyordu. Hatırlayamadı daha önce hazırda pişirdiği yemek olup olmadığını ama bunu anlamanın en iyi yolu buz dolabını açıp bakmaktı. Yaptı, evet küçük tenceresi kendine el sallıyordu ama içinde ne olduğunu söylemiyordu elbette; naza çekiyordu, kaç gün olmuş kendisine el süren olmamıştı.
                Küçük tencere isteksiz görünüyordu dışarıya çıkmakta, tutuğu gibi kulaklarından çıkarıp koydu küçük masanın üzerine. Her şey küçüktü bu evde. Yavaşça açtı kapağını tencerenin, karnı siyah börülceler el sallamaya başladılar şarkılar söyleyerek ye beni, ye beni diye başlayan bir şarkıydı bu. Gönülsüz mü bakıyordu ki şarkının devamında yemezsen döveriz seni, döveriz seni diye bağırıp tehditler savurmaya başladılar dans ederek küçük tencerenin içinde.
                Ne güzel ortamları vardı halbuki görünen durumlarında, rengarenk bir ortamları vardı, sarısı, kırmızısı, moru, kremi; ne aklına gelirse her türlü renk vardı tencerenin içinde renk cümbüşüydü ortam. Anlaşılan benim midemde daha rahat edecekler, ben de onları çok sevdiğimi hatırlayınca bir tabak alıp hepsini tabağa boşaltmayı düşündüm ama elim de ayağım da geriye gitmedi tabak almak için. Tencereden yemeye karar verdim. Evet tencereden yiyeceğim börülce yemeğimi. Bulaşık yok, tasarruf var.
                Bitti iştahla yenilen yemek. Tencerenin dibinde renk cümbüşü kayboluverdi birsen, sihir gibi. Alıp musluğun altına bıraktım küçük tenceremi ve kaşığımı. Hemen yıkamayı düşünmüyorum zaten, biraz biriksin orada, sabah kahvaltıda yumurta kızartırım bakarsın al sana bir tane daha küçük bir tava ve çatal… böyle böyle yıkamaya değecek bulaşığım olur ve zaman ayırdığıma değer öyle değil mi? Vara yoğa bulaşık mı yıkanırmış bir iki tane için.  Zaman ayırmak o zamanın intiharı demektir, yaptığın iş yaptığına değmeli değil mi canım.

18/20

Devekuşu Beyni Nakli

                İşi anlamdım karnım doyunca, acıktığımın bile farkında değilmişim ben yahu, bir tabağa yakın börülceyi yiyince aklım başıma gelmeye başladı şükür, buz gibi neredeyse üç günlük yemekti yediğim ama bozulma yoktu; zeytinyağının faydaları işte adam istese de bozulmasına fırsat vermiyor adama.
Bak ne yapmalı: Bir insanı zeytinyağı dolu bir küvete bastırsak hiç bozulmaz değil mi, denemekte fayda vardır her halde. Benim böyle bir şeye ihtiyacım var gibi sanki, rüzgâr estiğinde bozuluyorum ya hani işte o zaman demek istedim.
Dur dur, bozulan ben miyim, beynim mi acaba? Beynimi daldırsak nasıl olur? Ben razıyım onsuz haftalarca yaşamaya, idare edebilirim onsuz, rahat edeceğimden de eminim, birisi çıksın alıp bandırsın zeytinyağına, zeytinyağı da israf etmelerine gerek yok ben sağlarım istedikleri kadar zeytin yağını hem de saf, doğal olanından; istemem bozuk yağın içinde kalıp bozulsun, sonunda benim o, benim başıma daha fazla iş çıkarmasın diye katlanırım bu kadar masraf ve yüke.
 Onsuzluğa katlanmak ayrı bir dert tabii ki, bugüne kadar ondan saniye bile ayrılmadığım için hasreti bağrımı yakacaktır ama elinden çektiklerimin yanında hiç kalır hasret ateşi. Razıyım razıyım, kararlıyım hem de ve bu kararımdan vazgeçmeyeceğim, söz söz size. Bandırsınlar.
Merak ediyorum zeytinyağında yatmış ve demlenmiş beyin nasıl olur acaba; tüm mikroplarından arınmış adam gibi mi yoksa yağlandığı için yakalanmaz mı olacak, hani yağlı güreşler var ya Kırkpınar’daki; öyle mi olacak hiç yakalanmayacak, yani tutulamayacak demek istedim. Vallaha billaha daldırırım öyle beyinin kispetine elimi atarım parmağı ona göre; ayağını denk alsın bandırıldıktan sonra bana gelirken; zart zurt istemem ona göre.
Bak ne de açıldı benim saksı kılıklı, bilim adamı olmalıymışım ben yanlış iş seçmişim anam, ilk işim kendi beynimi daldırırdım bir şeylere, sonra başkalarını falan denerdim yani fareleri falan; fillerinkini deneyecek halim yok ya! Hemen aklıma geldi, unutmadan söyleyeyim şuracıkta ne merak ediyorum biliyor musun?
Deve kuşu beynini. Evet deve kuşu beynini çok merak ediyorum. Acaba bir deve kuşu beyni nakli mi yaptırsam? Siz ne dersiniz bu işe, bana uyar mı acaba, başımı kumlara gömüp kıçımı güneş banyosu yaptırabilir miyim el aleme hatta dünyaya karşı; yapabilir miyim bunu takılınca bana, hay ağzıma! nakledilince demek istedim her halde anlayın canım uğraştırmayın beni.
Ne kadar da rahatlarım bilemezsiniz hele de tahmin bile edemezsiniz rahatlığımı; düşünüyorum da kendimi deve kuşu beyniyle, boyum da uzar değil mi, uzaması lazım elbette. Uzun bir boyun ve küçücük kafa o kadar görkemli bir vücut üzerinde abanarak yürürüm yollarda, kızar mıyım acaba biri bir şey dediğinde, pek sanmam! Ama bir sorun var bu işte hiç kimsenin aklına gelmeyen. Deve kuşu beyni nakli yapıldığında ben nasıl kuma saplayacağım beton yığını şehirlerde, şehirlerin altı da üstü de beton.
Durun durun buldum buldum, başka deve kuşlarına bakarım, hani şu evrim geçiren, aslını inkâr edenlere bakarım ve nasıl yaptıklarını öğrenirim elbette, çözdüm, çözdüm işin sırrını. Bende bilim adamı beyni var canım. Çözerim ben ama istiyorum deve kuşu beynini. Denemek istiyorum en azından deve kuşu yaşamını; doğayı severim, doğaya da saygılıyım… mı acaba, anladım anladım!
Doğaya saygım gereği deve kuşunun yaşadığı ortamlara gitmem gerekli, kabul, razıyım gideceğim can kuşların, maharetli yaratıkların memleketlerine.

19/20                                 

Kalem ve Kâğıdın kıskançlığı

                Bu işin sırrını çözmeliyim, kendime görev edineceğim ileriki günlerde ama önce şu yakın zamanki işlerimi yoluna koymalıyım. Ayak üstüne dikilmeliyim önce. Off ne sıkıcı, ha ha komik de.
                Mutfaktan çalışma odama geldim karnımı doyurunca. Karnı tok, sırtı pekim anlayacağınız; benden bahtiyarı yok şu dünyada şu anda. Darısı diğer açların başına.
                Not defterimi önüme alıp düşünüp planladığım her şeyi döktüm bir bir, defter bile şaşırdı kalemle birlikte; nasıl bu kadar şeyi aklımda tutabildiğime şaşkın şaşkın baktılar suratıma nefretle. Kıskandılar kendilerini kullanmadığım için bu günlere kadar.
                Elbette haklıydılar bana kızmakla, ne güne vardılar kendileri tabi ki aklıma gelenleri yazmak için. Biri yazacaktı, diğeri de yazılacaktı ki işe yarasınlar; başka türlü nasıl kendilerini kıymete bindirirler bulunmaz Bursa kumaşı gibi.
Alın görün, anlayın kıymetinizi dercesine başlarına kaka kaka yazdım ne kadar aklımda tuttuğum şey varsa, hepsi de kısa zaman içinde ve sonrasında yapılacak şeylerdi.
İçimde kıpırtılar başladı notları yazarken, neden bilmiyorum ama müzik, müzik aklıma geldi; olur şey miydi bu müzik şimdi, akla gelecek şey miydi? Gözünü sevdiğim su ölüyü canlandırıyor mübarek, kaç yıl oldu sahi müzik dinlemeyeli? Canlılığın, yaşamanın bir belirtisi miydi bu şimdi?
Bıraktım notları yazmayı, kalemi de kâğıdı da bıraktım masanın üzerine üst üste. Radyo vardı bende küçücüktü o da aradım bir süre, neden radyo? Diye düşünmeye çalıştım ama yoktu ki başka bir şey müzik dinlenebilecek. Buldum arkamdaki dolabın gözlerinde; kim bilir ne zaman tıkıştırdım oraya hatırlayamadım. Olsun ne ye gerekli hatırlayıp hatırlayamamak, buldum ya sen ona bak.
Ah, ah! Olacak iş mi bu şimdi, gene terslikler başladı. Pilleri akmış, köpürmüşler her biri isyan etmişler durdukları yerde, neye isyan edersin ki? Otur oturduğun yerde işte, çifte koşan mı var seni, adam gibi dinlen. Tatile çıktım diye düşün, olur mu inat bu ya, memnun olmamışlar hayatlarından, isyan bayrağı açmışlar bembeyaz. Terslik var bu işte, isyan bayrağı beyaz olmaz ki, barışçıl bayrak olur öyle.
Vallaha ne diyeyim pillerin bu isyanını görünce eski karım geldi aklıma. Ha piller ha karım; ne farkları var ki, her ikisi de köpürüyor kendi kafasına göre.  Bir ben bulamadım köpürecek birini, şöyle geçsem karşısına, gerneşe gerneşe köpürsem suratına ve bana bir şey söylenmese, eyvallah denilse, silip süpürülsem sonrasında da ahhh nerede o günler, pillere yapılıyor ancak. Adamın ağzına etmedikleri kalıyor ağzını açtığında.
Notuma ilave yaptım unutmayayım diye aceleyle, tam okunur olmadı ama ben hatırlarım görünce; “şu deve kuşu beyni nakil durumunu bir uzmanla görüş, önemli, hayati derecede önemli. Kararlıyım, kararımdan dönmeyeceğim. Acele, çok acele.”
20/20
                                                                                                                                            19-10-2017
                                                                                                                                            Halil Gönül


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.