Fazlalık
Haftalardan
sonra banyo yapmaya karar verdi adam; kokusundan rahatsız olduğu için. Her
zaman duymuştu ama nedense bu sefer daha da fazla rahatsızlık hissetti kendi
vücut kokusundan. Bu insan vücudu ne kadar da pis şeymiş diye düşünce tırmaladı
beyninin her yanını. Leş desen leş kokusu değildi, yağ, tereyağı desen değildi;
bazen burnunu sıkıp çıkardığı yağlar geldi aklına ve tekrar sıktı patlıcan
burnunu -burnu kocaman duruyordu suratının ortasında kendine göre- sağ baş
parmağıyla işaret parmağına bulaşan beyaz, krem yağları gördü, burnuna
yaklaştırıp kokladı, birden çekti başını geriye; burnunun direği kırılmıştı.
Tiksinti geldi, kendinden tiksindi o haliyle.
“Yürü
oğlum, yürü banyoya, sen derelere girsen bulandırırsın koskoca derenin suyunu,
bir hafta yatman lazım ki arınasın suyun altında” diye çıkıştı kendine.
Kulaklarını tırmaladı kendi sözleri, yabancı birisi söylemiş gibiydi duyguları;
umursamıyordu kendi dediklerini. Doğru dürüst bir şey diyemiyordu ki kendine.
Varsa yoksa olumsuzluk, varsa yoksa eksiklik; hakir görüyordu, farklı bir yanı
vardı diğer insanlardan ya da yoktu, ona öyle geliyordu.
Bir
an pencereden dışarıya bakmak için kaldırdı öküz kafasını, işte yine olumsuz
bir benzetme. Öküze benzeyen nesi vardı sanki; boynuzları mı vardı, öküz kulağı
gibi kulakları mı vardı; varsa yoksa o ablak suratının ortasında domates,
patates, patlıcan… işte öyle her ne dersen de bir şey duruyordu sadece. Niye
başkalarına göre eksiklik sayılıyordu da fazlalık sayılmıyordu bu burun
meselesi; başkalarından fazlalığı kesindi, heyet oluştursan hatta çocuklara
sorsan onlar da söylerdi kocaman olduğunu. Basbayağı başkalarından fazlalığı
vardı işte.
“Haydi,
haydi pis mendebur, banyoya; bir tıraş, ılık bir duş kendine getirir belki
seni, kalk fazlalığına şükret ve kabullen” dedi neredeyse bağırırcasına,
başkaları duydu mu diye bakındı sağa sola. Kimseler göremeyince rahatladı.
Yerinden
korku ve endişeyle kalktı yavaş yavaş. Üşeniyor tıraş olmaya ve duş almaya.
Kendine kızgınlığı, kırgınlığı bir türlü geçmemişti yıllardır. İnsan kendine bu
kadar kırılır mı? Nasıl yaşadın bu durumda sen bu günlere kadar geldin, yaşaman
ve bu günlere kadar gelmen bile mucize; çöplüklerde bile bu kadar pislik ve
kırgınlık yoktur, zaman içinde erir akar giderler yavaş yavaş, sendekiler ne
eriyor ne de akıyor akıp giden zaman içinde tam tersine yığılıyorlar üst üste;
dağlar kadar olmuşlar hala da üstüne atmaya uğraşıyorsun tepelerin.
Yok
yok geçmeyecek bu kafanın içindekiler, değişmeyecek böyle hımbıl hımbıl
oturmayla, kalk pis herif yerinden ve yürü çabuk banyoya, beynine yüklendi
vücudunu harekete geçirmek için. Vücuduna ne söylese reddediyordu kendini, hiç
söz geçiremediğini biliyordu; beynine yüklendiğinde bazen bir çaresini
buluyordu beyni ve arada bir istediğini yaptırıveriyordu vücuduna. Yine işe
yaradı beynine yüklenmesi, ayaklar harekete geçip yönlenmişti banyoya doğru.
İşte gidiyor, gidiyor diye sevinerek kendisi de arkasından gitti vücudunun.
1/20
19-10-2017
El
Birliğiyle Beceririz Biz Bu İşi
Sakin
olmaya gayret göstererek, yavaş ve temkinli adımlarla banyoya girmek için
kapıya vardığında durakladı kafasının içinde geçenleri dinlemek için.
Olumsuzluk vardı geçenlerde, pek istekli değildi arınmaya zor geliyordu,
üşengeçlik alıp yürümüştü, üstüne öyle bir oturmuş ki hangi terzi diktiyse
helal olsun ne güzel de oturtmuş bedenine tam yapışmış. Ulan terzinin merzinin
başlayacağım şimdi terzinden senin, yürü, yürü çabuk diyerek itti kendini
içeriye, kapıyı açarak. Dur ya, lambayı aç, karanlıkta mı tıraş olacaksın,
yaparsın onu da sen hani projektör gibi göz var ya sende, gece görüşü pek
kuvvetli…
Ulan
şaşı herif, üç numara olmuş gözler, dur dur şimdi anladım, haklısın elbette, ha
ışık ha olmayan ışık ne fark ediyor değil mi?
Değil değil, yak şu lambayı da aydınlansın içerisi, el yordamıyla tıraş
da olunmaz, duş da alınmaz, yarım yamalak kalır suratın, üzerinde de köpükler
kurur kemikleşir tenin. Hoş hissetmezsin ya! Teninin duyarlılığı da
kaybolmuştur senin.
Yeter
be diye isyan etti beyni kendine, her şey bir anda değişti. Hareketler
hızlandı, hemen üstündekileri çıkarıp attı kirli sepetine, sepet değil, plastik
derince bir leğen işte. Amaaan her neyse attı işte içine fırlatarak. Altını
çıkaracaktı ki bir an durdu, üşürüm dedi, ha şöyle ikiniz bir olsanız hatta
dörtlü olsa, kalbim, gönlüm, beynim ve vücudum; ne de güzel olacak, bir başka
oluyorum o zaman. Tadı damağımda öyle zamanların, bazısı Nuh zamanından kalma
neredeyse.
Altını
çıkarmaktan vazgeçtiler el birliğiyle. Pijaması ve donu vardı altında. Tıraş oluncaya
kadar kalacaklardı, üşümeye engel olacaklardı tıraş oluncaya kadar. Banyodaki lavaboya ilerledi, duvarda asılan
orta boy aynaya baktı, kafasını ve göğsünün yarısını görebiliyordu, üzerindeki
lekelerden lekeli görünüyordu suratı.
Olsun
ya, ne zararı var, silmeye gerek yok dedi birisi, diğerlerinden bazıları sil
diyordu ama bu sefer kendi dediğine uyarak silmeyecekti. Musluğu açtı biraz,
akan suyla iki elini birleştirerek içine su doldurdu, buz gibiydi, iliklerinde
hissetti; yüzüne çarptı avuç dolusu soğuk suyu. Bir daha yaptı aynı şeyi
kızarak. Üşürsen üşü umurumda değil; inadına birkaç kez daha çarptı sudan.
Aynaya baktı tekrar ve iki yanağını ovdu, çenesine doğru indirdi elini, çene ve
çene altını da ovdu sakalları yumuşasın diye.
Ha!
Halt ettin şimdi, geri zekalı, acele acele getirdin beni buraya, nah olursun
tıraşı sen böyle! Bu kadar uzun sakalı permatikle nasıl alacaksın yavrum,
çocuğum benim, akıl küpü kuzum! Sana bir önerim var bakarsan bana eğer, aynaya
bakarak konuşuyordu kendi kendine. He söyle canım benim, patates burunlum.
Şimdi
bornozunu giy üstüne git odandan diğer makinayı al gel önce kısalt bu pis
sakalları, arkasından permatikle olursun; hatırladın mı eskilerden öyle
yapardın. Haklısın be yavrum. Senin bu fazlalıkların işe yarıyor bak, bir de
beğenmiyorsun fazlalıklarını.
Nereye,
dur dur! Öncesinde bir şey daha yapmalısın a canım benim, bay kuşum. Aynada
gülümseyen bir surat görünce hoşuna gitti hımbıl adamın. Dudaklarının iki yana
çekilmeye başladığını gördü, vay be! Oluyormuş, yapabileceğim demek ki, işte
gülümsüyorlar bak bak, işaret etti parmağıyla aynadaki suratı göstererek.
Parmağını ve elini de gördü aynada. Demek ki kendisinindi bunlar ve kendi
dediği zaman dediğini yapıyorlardı. Yine dördü de bir araya geldiler el birliği
yapıyorlardı bana çaktırmadan. Aferin çocuklar aferin, birlikten güç doğarmış
haklılar, siz bunu ispatlıyorsunuz bazen ama teoriyi kesinleştirmeliyiz el
birliğiyle. Kandırmaya çalıştı diğerlerine gaz vererek.
Çıktı banyodan mavi yıpranmış bornozunu
giyerek, önünü bağladı göğsünü örtmek için.
2/20
19-10-2017
Fırsatçı
Beyin
Saç
makinasını alıp geldi odadan, üzerindeki bornozu çıkarıp makinanın düğmesini
itti ileriye çalışmaya başladı makine. Tarak yoktu dişlerinde, ince ayardaydı.
Hafifçe suratına dokundurdu, bir anda çekti makinayı suratından, hem de
suratına dokunur dokunmaz istem dışı oldu bu iş. Aynada görebildi olan biteni.
Elektrik çarpmasından şüphelendi.
Beyni
devreye girdi sırıtarak. Çok bilmişti, fırsatını buldu mu affetmezdi hiçbir
hatayı, şak diye yüzüne vuruverirdi vakit kaybetmeden; yine aynı boku yemişti,
kendine bir oyun daha oynamıştı, zamanında söylemeden beklemişti zamanı, zamanı
gelmişti işte artık ve yüzüne çalmıştı olanca gücüyle.
Yavrum,
ablak suratlım benim, patlıcan burunlum demeyeceğim benim hoşuma gidiyor o
burun çünkü; suratını ısladın ne çabuk unuttun ıslaklığı, git kurutma
makinasını getir, yürü arka farlarını görelim, haydi yavrum benim, akılsızı yol
kocatırmış, akılsız hecin devesi seni.
Ne
olduysa şafak atmış gibi hızla fırladı banyodan, haklıydı ileri geri zekalı
beyin, dediği bal gibi doğru. Diğerleri de kıs kıs gülüyorlardı akılları sıra
çaktırmıyorlardı adama, adam yutmadı onların oyunlarını da. Hepsi kuyusunu
kazmaya uğraşıyorlardı paçaları koyuverdiğinde. Neden kendini bu kadar
salıyordu sanki. Her zaman tetikte olmak çok yormuştu yıllarca ve artık
katlanamayıp arada bir ne olacaksa olsun diye bırakıveriyor olduğunu
değerlendirdi.
Saç
kurutma makinasını taktı prize ve düğmesini açtı. Sesinden irkildi önce. Uzun
yıllar olmuştu bu makinayı kullanmıyordu. Makine inatla kendi sesini duyurmak
istercesine sesini artırarak çalışmaya devam ediyordu önünde ve sinirleri
gerildikçe de ısınıyordu nefesi. Fazla kızdırmamak için kıymetli olduğunu
anlatmak istercesine dokundu diğer eliyle, okşadı makineyi ve suratına uzaktan
tuttu önce sıcak nefesini.
Makinanın
sıcak nefesini yüzünde hissettiğinde içini de bir sıcaklık kapladı, hissetmeye
çalıştı bir süre duraklayarak aynaya mat mat sabit gözlerle bakarak. Çoook
uzaklardaydı o anda. Hanımın nefesini düşünüyordu o anda, hissedemedi hiç; hiç
hissetmedim ki! Diye kararını verdiğinde suratında bir değişiklik oldu, güneşi
görünce açılıp güneş batınca kapanan bitkiler, çiçekler geldi aklına, işte
onlar gibiydi tıpkı, suratı; uzun sakalların altındaki buruşan suratını gördü
aynada.
Başını
silkeledi birkaç kez ve tekrar tuttu suratına makinanın sımsıcak nefesini. Daha
da kızmış olduğunu fark etti makinanın, nefesi yakıcıydı bu sefer. Ejderha
gibiydi biraz daha beklerse iyice kızacak ateş püskürecekti kendine sıcak nefes
yerine. Daha da uzaktan tuttu suratına ve iki yanağını döndü bazen. Diğer eliyle daldı suratındaki sakalın
arasına, parmakları yaşlık hissetmediler, olsun, her şeyi garanti altına
almalıydı, biraz daha tutmaya karar verdi hemen ve kurutmaya devam etti…
Tam
kuruduğuna kanaat getirdiğinde makinayı çekti geriye ve tekrar kontrol etti
suratını. Parmakları hiçbir nemlilik hissetmedi sakalların derinliklerinde,
suratının tenini de hissetmişti, teni de kupkuru olmuş dedi aynaya bakarak
kendine. Yazık olacaklar diye de geçirdi içinden ama çaresi yoktu kesecekti
artık fazla sıkıntı veriyorlardı kendisine. Mengenede sıkıştırılmış gibi
hissetmek kötü bir duygu, kurtulacaktı bu duygudan, hafifleyecekti yükü biraz.
Sakalsız suratı hoşuna gidiyordu sanki, bir kez daha farkına vardı. Her ne
kadar okşayanı olmasa da bu suratı, kendisi okşardı nasılsa her zamanki gibi.
Bazen gönlü okşamıştı, bazen kalbi, bazen de fırsatçı beyni; anlayacağınız el
birliğiyle yapıyorlardı bazı işleri. El ele verirsek altından kalkamayacağımız
yük yok bizim çocuklar, her işi de beceririz sakın unutmayın olur mu canlarım
benim! Barış imzalamaya kararlıydı içi ve dışıyla.
19-10-2017
Deprem
mi?
Saç
kurutma makinasını çamaşır makinasının üzerine koydu, geriye dönüp bir adım
atarak. Tekrar geriye gelip biraz eğilerek aynaya baktı, kaç günlük olduğunu
hatırlayamadığı, aylık mıydı, birkaç aylık mıydı hatırlayamadı. Hatırlasaydı da
bir şeye yaramayacaktı belki ama sakalının uzamasında bir etki var mıydı belki
onu hatırlayabilmeyi isterdi. Daha dikkatlice bakmaya devam ediyor arada bir
sağ elinin beş parmağını da daldırıyor okşuyordu sakalını.
İlk
defa gözlerine takıldı beyazlık, bembeyaz pamuk yapıştırmış gibiydi suratı.
Düşünmeye başladı, geçmiş zamanı elinden geldiğince kısa aralıklarla taramaya
başladı. Hatırladığı anılardan çoğunu hiç sevmedi, sevememişti eskilerde de.
“Bak, bak” dedi işaret parmağıyla aynadaki sakalları göstererek, “bak, iyice
bak hele, istersen tel tel de sayabilirsin pösteki sayar gibi. Yıllar... yıllar
bütün bunun suçu. İyi bak da gör yılların maharetini, şu gözlere bak,
parlaklığı var mı? Ne gözlerdi onlar bilir misin sen? Pırıl pırıl parlıyorlardı
bir zamanlar, sevgiyle bakıyorlardı her şeye; işte yılların mahareti, kurumuş
pınarları artık yaş bile akıtamıyorlar; ağlamak erkek işi değilmiş, yakışmazmış
erkek dediğine ağlamak, karı gibi ağlanır mıymış; hep içine hapsetti o
yaşlarını bu gözler ne depoları dolup taştı ne de bir kez bile itiraz ettiler
yüklerinden; sessiz sedasız çığlık atıp durdular daima. Kim duydu? Var mı
duymuş diyebileceğin bir tanrının kulu? Yok, yok değil mi? Elbette yok, senin
sessizliğine ben cevap vereyim “yooooook!..”
Durduğu
yerde sallandı bir an deprem oldu sandı, tutunmaya çalıştı lavabonun
kenarlarına. Dikkat kesildi emin olmak için, başını kaldırıp ampule baktı
tepesindeki, yoook, bir sallanma olmamış, kıpırdamıyor; deprem olsaydı eğer,
sallanırdı bu lamba, yok yok...
Tekrar
aynaya bakmaya başladı, uzamıştı bu veda işi, hoşuna gitmedi, çıplak
omuzlarında, boynunda kireçlenmeler sinyal çakmaya başladılar, belki de önceden
vardı ama kendisi hissetmemişti dikkati başka şeylerde olduğu için. Hırsla
döndü geriye ve çamaşır makinasının üzerinde duran saç tıraş makinasını alıp
sağ eline hızla döndü tekrar aynaya. Gideceksiniz çocuklar gideceksiniz,
ömrünüz doldu, bu kadarmış yiyeceğiniz ekmek benim suratımdan. Yazınızı yazdım
kara kara kalemle, hem de kalınca yazdım rahat okunsun diye!..
4/20
Yeteeeeer!
Bir
anda bastı düğmesine ve hızla daldırdı sakalların arasına, yazık! Dayanamadılar
teknolojinin yarattığı silaha, öldürücü silaha. Hiç gözlerinin yaşına bakan
yoktu, ağlasalar, sızlansalar da fayda etmiyor kimsecikler ne duyuyor ne de
görüyordu katliamı, sakal katliamı? Ha ha hay! Gülümsedi aklından geçenlere
“sakal katliamı, katliammış şuna bak yahu, sen gel de gülme; hay aklını seveyim
senin, hiç gülesim yoktu, katliam? Hem de sakal katliamı? Ulan bir duyan varsa
yandık demektir, hem de ne yanma, ömür boyu çürütürler be adamı hapishanelerde.
Havalandırma penceresine göz attı açık mı kapalı mı olduğunu anlamak için ne
olur ne olmazdı garantiye almalıydı durumu, kapalı olduğunu görünce rahatladı
ama neden açmadığını düşünmeye başladı, kokular giderdi buradan, evvelde arada
bir koku duyuyordu banyodan, özellikle duş alıp çıktıktan bir süre sonra, hele
bir de çamaşır makinasını çalıştırdıysa, makinadan çıkan kirli sular duş
teknesine akıyordu, anlamıştı kokunun kaynağını, hemen bıraktı işini gücünü
açtı havalandırmayı.
Makinayı
tekrar suratına yaklaştırırken “kurtulduk sanmayın, sanmayın gidicisiniz artık
geri dönüş şansınız kalmadı sizin. Böyle mi kalmak istesiniz, madara etmek için
beni öyle mi? Görenler gülsün, acısın diye ha? Bilmezler size acıdığımı, bunak
derler adama be bunak, polise telefon ederler sokağa çıktığım zaman “deli var
deli, sokakta dolaşıyor, acele edin gitmeden, kaybolmadan” diye. Anında
görüntü, ışınlanıverirler hemen biterler ayak dibimde. Hadi hadi razı olun kaderinize,
yazınız böyleymiş, kaderinize küsün ve şükredin halinize bu kadar yüzümden
emindiğinize. Yeteeeeer!..
Makinanın
suratında gezinmesi hızlandı, gezindikçe de orman ortasındaki tarlalar gibi
görünüyordu suratın ortaya çıkan teni, çorak tarlalar gibiydi, güneş görmeyen,
su görmeyen, neredeyse çatlayacak halde; bir an durdurdu makinayı, diğer elinin
parmaklarını sürtmeye başladı kesilen yerlere, kıllar hafif batıyor parmaklara
ama tenin sıcaklığını hissediyordu alttaki. Merak etmeye başladı permatikle kestikten
sonra nasıl bir surat ortaya çıkacaktı, ne kadar da yabancıydı bu yeni ortaya
çıkan surata. Küçücük görünmeye başladı kesilen sakal yerleri, o kocaman sığır
başı gibi kafa küçülüyor, yumurta gibi kalacak az sonra, kuş yumurtası... hadi
oradan tavuk yumurtası bari olsun, karıncalar yutmasın sonra...
5/20
Tam
Siperdekiler
Gülümsemesi
oturmuştu suratının ortasına, ağzı tam da suratın ortasındaydı, ne garip!
Makinayı dayadı tekrar, bu kadar seyretmek yeter diye düşünerek. Kararlıydı,
aynadaki gözlerinden okunuyordu kararlılığı, kesin sakalların köküne kıran
girecekti, katliamsa katliam, gidecekler... sakallar patır patır düşmeye başladılar
sığındıkları mevzilere, sakal yığınıydı lavabonun ortasına doğru, gücü kalmayan
patırt düşüyordu boylu boyunca surattan aşağıya, tutunamıyorlardı ne kadar da
birbirlerine kenetlenseler de kenet menet para etmiyor işe yaramıyordu.
Kaba
olarak temizlendi surat, daha var var, gözden kaçmaya çalışanlar var, tam
siperde olanlar, sürünerek ilerleyenler, gideceksiniz, terk edeceksiniz bu
suratı, işgal ederken bana mı sordunuz? Haydi yallah fış fış...
Aynaya
biraz daha eğildi elini sürttü suratına, ele gelen bir şey kalmadı ama emin
olmak istediği için yakın gözlüğünü almaya gitti masasına. Çalışma masasının
üzerindeki yakın gözlüğünü takıp geldi aynanın karşısına ve eğildi aynaya
doğru, ağzından çıkan nefes buğulandırdı aynayı, görüntü bulanıverdi.
İnat
ettim bir kere bırakmayacağım peşinizi, kökünüzü de kazıyacağım kökünüzü. Kirli
çamaşır sepetinden yumuşak bir giysi geçirdi eline, çıkardığı tişörtüydü,
yavaşça bastırarak dolaştırdı aynanın üzerinde, çoğu kısmı açıldı aynanın ama
toz toprak izleri lekeler yapmıştı aynanın üzerinde. Musluğu açıp ısladı
elindeki tişörtü, tekrar gezdirdi aynanın üzerinde, daha iyiydi görüntü.
Tıraş
makinasıyla son bir kez daha gezindi suratının her yerinde, yanaklarında.
Yumurta gibi surat ortadaydı kabak gibi çıktı işte ortaya, hatlar keskindi
suratında nehir yatakları gibiydiler, hele o burnunun her iki yanından çenesine
doğru inen hat neydi onlar öyle insan düşse içine gömülüp kalacak yutulacaktı
çöküntü tarafından... garip garip baktı, dokundu iki eliyle de hissediyordu
ellerini, ellerinde miydi, yoksa yüzünde miydi sıcaklık karar veremedi...
Neden
çıkarmıştı sanki üstündekileri, kireçleri donacak diye düşünemedi yine; işte
keman çalmaya başlamışlardı hepsi birden, hiçbiri bir durup da dinleneyim
demiyorlardı ki kendini azıcık rahat hissetsindi. Sitemle sıktı boynunun
ağrıyan yerlerini, ulan biriniz de beni düşünün be; otuz iki dişimi kırayım,
nerdeee o günler! Sanki varda otuz iki diş, kıracakmış, şuna bak; dediklerini
kulakları da duymuyor artık. Kaç dişin var senin ablak surat? Elinin tersiyle
sinek kovalar gibi yaparak döndü geriye, permatik aradı çamaşır makinasının
üzerinde.
6/20
Cimri
mi, Tutumlu mu?
Kolay
bulunmayan her şey bendeydi zaten, bir sürü kalabalık nesne var şu küçücük
makinanın üstünde, kim koyuyor bunları buraya? Elbette sen, kim olacak başka;
senden başka biri mi var burada? Var ya olmaz mı, sinekler, mikroplar,
bakteriler, virüsler, toz, toprak... ne ararsan var bu han gibi evde, yolcu
geçiren hanı mübarek, ne ararsan var, yok yok yani.
Buldum,
buldum işte buradaymış. İçinden bir tane yeni çıkardı, kağıdını yırtıp
makinanın ucuna koydu işi bittiğinde almayı düşünerek. Tıraş köpüğü tüpünü de
aldı biraz aşağı yukarı salladı, içinden ses geldi. Sağ üç parmağına sıktı
birazcık, evet birazcık sıktı.
Ne
kadar sıkacaktım, birazcıkmış, ne birazcığı? Bununla bile beş surat tıraş
ederim ben, eskiden köpük mü vardı böyle hazırından. Alıyordun fırçayı -ha, çok
fırçan oldu da ilk fırçan bu be- eline, sabuna süre süre, arada suya bandırıp
fırçayı devam ediyordun sürtmeye sabuna. Telef olmasın diye de azıcık köpürdü
mü yetiyordu. Ne cimriymişsin sen yahu! Cimrilik mi sayıyorsun sen, tutumluluk
tutumluluk derler bizde, anlaşıldı mı?
Elindeki
köpüğü sürdü yanaklarına, tıraş edilmesi gereken her yeri beyaza boyadı tıraş
edeceği yerler kolay fark edilsin diye, bir uçtan başlayıp gıdım gıdım ilerleyecek
suratın beyazlığı kaybolana kadar. Alıp matiği sağ eline, musluktan akan soğuk
suda ısladı, musluğu azıcık açmıştı tasarruf için, damlaya damlaya göl olurdu
ya hani işte o yüzden öyle yapmıştı.
Taa
çocukken ilk okulda öğrenmişti yerli malı haftasında. Öğretmeni tasarruftan,
yerli malı kullanmadan bahsettiğinde ilk zamanlar anlamamıştı da büyüdükçe
biraz anlamaya başlamıştı. Çocukluğunda anlayamadığı “yerli malı tüketmeliyiz”
sözünü öğretmen dili sürçerek söylemişti galiba, soramamıştı da utancından ne
demek, anlatmak istediğini; o gündür bu gündür arada bir düşünürdü. O günlerde
tükettiği ne vardı ki, nohut kavururlardı, bazen ondan cebine koyardı okula
giderken. Kendileri eker biçer, biraz artarsa satardı babası -zor artıyordu ya-
elma, salatalık, domates, biber, süt, yoğurt... kısaca ne aklına gelirse her
şey kendilerinin yetiştirdiğiydi zaten ama acaba hangisi yabancıydı onu merak
etmişti. Yemese miydi acaba çoğundan?
Matiği
dikkatlice dokundurdu kulağının ortası hizasında, sağ yandan başlama alışkanlığı
vardı, sol yandan ilk başlamaya kalksa ters olmuş gibi geliyor yabancılık
çekiyordu. Biraz bastırarak aşağıya doğru çekerken sesler geliyordu. Garipçik
sakallar çığlık atıyorlardı hepsi birden, bazen “caart” diye de ses geliyordu
arada. Ağız değiştiriyor demek ki kıllar, sertlerdi de ama sertlik fayda
sağlamıyordu teknoloji karşısında.
Teknolojik
matik önce yatırıyor kılı sonra veriyor satırı dibine, paldır güldür yıkılıyor
boylu boyunca garipçikler; tıpkı şeker kamışı tarlalarında hasat yapılır gibi.
Ha ha “şeker kamışı” güzelmiş, hoş bir benzetme. Fabrika kursaydın bari boşa
gitmeselerdi şu şeker kamışı sakalların. Ne şekeri çıkar be, satarsın da iyi
düşün sen bu işi.
Yeter
bu kadar gevezelik yahu, çabuk tut artık şu elini, kurbanın olayım kireçler
azmaya başladı. Daha duşu var bu işin; başladın madem ki, bitir, bitir
anlaşıldı mı? Biiitir! Hızla çekmeye başladı yukarıdan aşağıya matiği. Arada
kesersem korkusu saplanıveriyor beynine ama çaresi yoktu artık bitecekti bu iş.
7/20
Ölü
Adamın Dirilişi
Kesik,
jilet kesiği öyle çok acıyordu ki hiç unutmamıştı ilk tıraştaki kesiklerin
acısını, acemilik zor işti, ama hiç yılmamıştı; al kan olmuştu suratı, kanlar
akıyordu al al, aşağıya doğru; kaç akan yol vardı sayamamıştı birkaç kesikten
sonra. İzleri var hala sızlar dururlar.
Ah
ah birde şu çene dümdüz olsaymış şu suratta ne güzel olurdu tıraş olmak,
uğraşıp durulmazdı böyle gıdım gıdım. En çok kesilen yerler de buralarda olurdu
her zaman. Başkalarını bilmem ama ben ezelden razıydım çenenin düz olmasına,
dümdüz olsa, tesviye edilmiş arazi gibi; ne kadar kolay oluyor o arazileri
işlemek, bir ucundan başlayıp öbür ucuna kadar dümdüz gidiyorsun domuzlar gibi
burun doğrultusunda.
Az
kaldı az kaldı, şu yamuk yumuk, girintili çıkıntılı çene de bitti mi tamamdır
bu iş. Şu çukura ne demeli göçük kömür ocağı gibi ne girilir ne çıkılır durumu
var; gereceksin iyice, ucunu dikkatlice sokacaksın matiğin, dikkatlice oynatacaksın
iki yana; diğer yanı da var, iş yani iş var. Sen gel de düz çene isteme.
Bitti
tıraş sonunda. Aynaya yanaşıp öpesi geldi aynadaki suratı, kendi alışık olduğu
surattan, ablak surattan çok farklı bir surat vardı asılı duran aynada. Burun
da o kadar kötü görünmüyordu sanki, abartmış mıydı neydi; benimki değildir
belki.
Elleriyle
dokundu yukarıdan aşağıya gezdirdi ellerini suratının her iki yanında. Hiçbir
şey dokunmuyordu eskisi gibi, kayıp gidiyordu elleri, sinek kaydı olmuştu.
Damat tıraşı da böyle oluyor herhalde! Olmuş muydu, olmamış mıydı hatırlayamadı
damat tıraşını, eller gibi mi olmuştu damat da damat tıraşı olacaktı ki; sittir
boktan damat olmuştu, zar zor hatırladı evliliğini ama yüz yıl geçmişçesine
silikti yansıyan görüntüler.
Elleriyle
aynadaki görünen surata dokunurken anılar gelip gelip geçiyorlardı gözlerinin
önünden. “Diriliş, diriliş” diye fısıldadı ayna, ayna duymuştu dediğini, suratı
gizlemeye çalıştı hemen duyar duymaz, sisleyivermişti sormadan.
Elinin
tersiyle sildi sisi, surat bozulmuştu, bazı yerleri bulanık bazı yerleri çok
net görünüyordu. “Diriliş oğlum diriliş bu, ölü adamın dirilişi; ayna kuyu
kazmaya çalışsa da dirilişi engelleyemeyecek. Bundan sonra sık sık bakacak
dirilen adam bu aynaya, kıllık yaparsa cebinde bir ayna olacak her an eşlik
etmek için. Sık sık rapor verecek cep aynası.
8/20
Tersine
İşler
Kendine
son kez daha baktı aynada, dönüp musluğun suyunu açtı duşun. Elektrikli
şofbenin birinci ayarına çevirdi düğmesini, akan suyu kontrol etti, ılıklaştı
ama biraz daha sıcak olsa iyi olurdu sanki; kireçlerin üzerine biraz sıcak su
akarsa masaj gibi iş görüyordu, tecrübe kazanmıştı bu konuda. Yıllardır yapardı
aynı şeyi, özellikle kış aylarında, çok işine yaramıştı bu yöntem.
Demek
ki havalar soğuk, su da soğumuş ki ısınmıyor. En iyisi bir numara daha artırmak
şofbeni. Sigorta geçti birden aklından ya sigorta atarsa! Farkına vardı sonra,
başka bir harcama yoktu elektrikte. Yalnızca şofben harcıyordu elektriği.
Televizyon veya başka bir oda lambası yansa atardı da. Gönül rahatlığıyla ikiye
getirdi şofbenin düğmesini. Biraz bekleyince su iyice ısınmaya başladı.
Isınması
içini de ısıttı suyun altında. Bir süre omuzunun her iki ucuna su gelecek
şekilde sağa sola doğru hareket etti. Başını yıkadı önce. Sabunu alıp sürdü
başına köpürünceye kadar, tıpkısının aynısıydı tıraş fırçasının sabuna sürülüp
köpürtülmesi gibi. İşler tersineydi duşta. Sabunu fırçaya sürüyordun burada.
Sabun
kalıbını avucundan kaydırarak musluk vanasının üzerine doğru bıraktı, kayıp
gitti kendi kendine sabun kalıbı. Başını ovaladı, kulakları kaşındı, kıskandı
galiba kel başın ovalanmasını kendilerinin de okşanmasını istiyorlar. Serçe
parmağını soktu sağ kulağına ve kaşıdı bir süre, diğer kulağına da yaptı aynı
şeyi, rahatladı; suyun altına bıraktı başını, akan sular köpükleri haşır huşur
temizliyordu, istemeye istemeye uzaklaşıyor köpükler gurup gurup.
Her
şey bu kadar temizlenebilseydi keşke! İnsanın içinin temizlenmesi de mümkün
olsa, bir yolu bulunabilse; bütün dünyadaki insanlar sıraya girer her
halde. İçinin fokur fokur kaynamasına
aldırmamaya çalışıp tepesinden akan sıcak suyun tadını çıkarmaya bakıyordu ama
kafasının içi bir türlü rahat vermiyordu.
Daha
hızlıca başını ovaladı sinirli sinirli, tırnaklarını hissetti saç diplerinde,
canı yandı biraz ama aldırış etmedi. Tekrar tekrar ovdu başını, köpüklerden tam
olarak arındığından emin olana kadar.
Beyaz kalıp sabunu alıp eline hızlı hızlı sürtmeye başladı göğsündeki
kıllı yerlere, daha kolay köpük oluyordu arada, bolca köpük olunca da oradan istediği
yerlere taşımaya başladı.
9/20
Kafayı
Değiştir
Dirildin
be oğlum dirildin, bu sefer de yırttın paçayı; hadi iyisin iyisin! Topla
kendini de ayakta kal bundan sonra, yerlere serilmenin sana faydası yok
anlamadın mı daha; anlamadıysan eğer şimdiye kadar bundan sonra da
anlayamazsın, anlamaya bile fırsatın kalmaz sok bunu kafanın içine. Sen sana
lazımsın gerisi hava cıva; anla, anla. Artık. Gidebileceğin en son yer yine
kendinsin, kendinden kaçabilen ne duyulmuş şey ne de görülmüş şey.
Her
şey sırtındadır farkında ol ya da olma; aynen kaplumbağanın sırtındaki gibi,
bak kaplumbağa nasıl faydalanıyor sırtındaki onca yükten, gayet yavaş hareket
ediyor bir kere, yağmur, kar yağmaya başladı mı evi hazır ayağının dibinde
hooop çek kafanı içine al sana ev. Azılı düşmanlara denk gelmeye görsün, usta
olanlarına. Kaldırıp bıraktığı anda tuzla buz olmak varsa da ihtimal kaçta kaç?
Çok düşük be. Uzun yaşamanın sırrını keşfetmiş garibim o kadar yükün altında.
Bizim icatlarımız en zor anlarımızda ortaya çıkar daima. Zor günlerin adamı
oldun her zaman. Hiç kolay günün oldu mu diye sordun mu hiç kendi kendine sen?
Sormadın değil mi, sormak bile aklının köşesinden geçmemiştir eminim.
Kolay
günleri görseydin tiryakisi olurdun o zaman da zor günleri göremezdin. Bak
sana bir sır vereyim kabul edersen, önce düşün ama reddetmeden önce. Hemen
kestirip atma bu sefer her zaman yaptığın gibi. Sinirle kalkan zararla
otururmuş duydun mu? Beynin durunca karar veriyorsun sen, zor günlerin yolunu
açıyorsun böylece. Durup düşünsen biraz bazı şeyler farklı olabilirdi, en
azından birkaç tane bile farklı olsaydı yükün azalmış olurdu öyle değil mi?
Omuzların
düşünceye, dizlerin çözülünceye, nefesin tükeninceye kadar yüklenmeye devam
edersen hala gidecek ne yolun ne de günün kalır önündeki zamanlarda, bu günler
son fırsat belki de senin için. İçinin cızlamasını bırak da geleceğe doğru bak
bakalım. Dirilişin olmalı bu duş senin için, son diriliş sayabilirsin kafayı
değiştirmezsen. İstersen sana bir öküz kafası bulurum hemen, kasapta boldur,
hem de yakışıklısından bir boğa başı; ister misin?
Sen
de dirilişin sırrını bul yahu fena mı uzun bir süredir ölüydün, ölüden
farksızdın, hatırlıyor musun ne kadar zaman geçti üstüne ölü toprağı atılalı
beri? Hatırlamadın değil mi? Hatırlamaya
gücün kalmadı artık epeyce zamandır. Ama hatırlamaya başlayacaksın yine,
kabusların olacaklar kapını çalacaklar çoğu yalnız gecelerinde. Geceler dostun
olacak çok zaman ama fırsat vermezsen hiçbir şey yapamazlar, yapamazlar anladın
mı? Sok kafana, sen seninlesin her zaman, olmayan başkalarıyla birlikte olmanın
anlamı yok. Herkes işinde gücünde öyle veya böyle. Yanında yok hiçbiri ne
dokunanın ne hâl hatır soranın ne de sana acıyanın yok ne varsa içinde hepsi.
10/20
Züğürt
Tesellisi
Sana
züğürt tesellisi, istersen eğer, ister misin?
Bu
dünyada ne kadar insan yaşıyorsa hepsi de senin yaşadıklarına benzer şeyler
yaşıyorlar, rengi, dili dini ne olursa olsun, bazıları görmezden duymazdan
gelerek savuşturuyor ve devam ediyorlar yollarına ağır aksak da olsa. Bazıları
her şey tanrıdan deyip kader koyuyor adını ve alın yazısıdır çekerim deyip
devam ediyor, imtihan olduğunu kabulleniyor bu dünyadaki; daha güzel yaşamın
başlangıcı sayıyorlar ve devam... bazılarıysa kahroluyor kendim ettim kendim
buldum diye alıyor bütün sorumluluğu üzerine ve dizlerinde dermen, ciğerlerinde
hava kalmayıncaya kadar yükün altında eziliyorlar da burnu sürtülünce yükü
atmaya çalışıyorlar sırtlarından silkelenerek. Attılar attılar bir kısmını bile
olsa, atamadılar boynu altında kalıp sırat köprüsünde yol almaya başlıyorlar.
Sen de işte onlardansın biraz. Aç gözlerini aç, bir bak şöyle dışarıya, gök
yüzüne geceleri ne kadar yıldız var yalnız başına dolaşan. Aklına geldi mi hiç
başını kaldırıp gecelerde gökyüzüne bakmak?
Akan
sıcak suya doğru yüzünü kaldırdı, gözlerini yumarak epeyce durdu öyle, nefes
almamayı denedi bir zaman ama fazla duramadı nefes almadan. Kafasında dolanıp
duran düşünceleri anıları kovalamaya uğraşıyor elinden geldiğince, becerebilmek
her babayiğidin haltı değil ki. Gelsinler hele, gelecekleri varsa görecekleri
de olacak bundan sonra. Sinirlenmeye başladı birden. Göğsünde köpük kalmamıştı,
su temizleyip götürmüştü de farkına varamamıştı.
Tekrar
aldı sabun kalıbını eline ve sürtmeye başladı tekrar göğsüne. Kokusunu almaya
başladığını fark etti sabunun; leylek kokuyordu. Derince nefes alıp kokusunu
doldurdu ciğerlerine bıraktı tekrar aldı epeyce tekrarladı aynı şeyi, gevşemeye
başladığını düşünmeye başladı. Vücudu gevşiyordu kendi kendine sanki. Bir şey
yapmaya gerek yokmuş gibi ciğerleri de cızırdamayı kestiler. Sigaradandı bütün
bunlar, ciğerlerin zırlaması, cırlaması da ondandı, bu kadar yüklenmeseydi şu
sigara denen illete bu kadar cızırdamazdı bu ciğer; bak nasıl da ses verdi ilk
zaman, ilk nefeslerde, kesildi işte gördün mü?
Sigaraya
veda etmeli, olmasa bile azaltmalı bu mereti. Biraz da hareket, dışarılarda
dolaşmak birkaç gün bari olsa, faydası dokunurdu belki; evde kapanıp durmanın
inzivaya çekilmenin ne anlamı vardı sanki, millet uzaya giderken dünyanın bu
çöplüğünde pineklemek ne kadar mantıklı. Bütün iş bakışı, algılayışı
değiştirmek oğlum, değiştirmek; bildiklerini unutacaksın, görmeyeceksin,
duymayacaksın anladın mı? Bunlar sana zehir etkisi yapıyor günden güne
zehirliyor seni. Şu empati midir ne karın ağrısıysa onunla da arayı açacaksın
hiç olmazsa tam olarak ayağa dikilip koşturmaya başlayana kadar; koşturmaya
başlayabilirsen onlar senin arkandan ne kadar koştururlarsa koştursunlar
yetişemezler, yetişemezler yetişenine de sen çakarsın tekmeyi okkalısından
kıçlarına. Ne kadar inat edecekler arkandan koşmaya. Sen de inat edersen olur
bu iş bence, ya sence?
11/20
Bu
Dünyada Teksin
Son
bir kez daha yüzünü tuttu tepesinden akan sıcak suya, ellerini yüzüne sürdü,
yüzünün sıcaklığı ve yumuşaklığı rahatlattı birden, hiç de yüzünü bu kadar
sıcak ve yumuşak hissetmeyeli ne kadar olmuştu, sorusunu sonlandıramadı çekti
ellerini yüzünden ve ellerinin dokunduğu yerleri akan sıcak su yıkadı arıttı
yine.
Girdi
mi çıkmak bilmiyordu bu duştan da anımsadı eski duşlarını. Hiç buradaki gibi
rahat hissetmediğini düşündü, duraksadı… bazen de çok sıkıntı bastığında
kendisini hemen atıvermişti sıcak suyun altına hatta birkaç kez de üstündeki
kıyafetle girmişti suyun altına. Anımsadı gülümsemeye başladı kendisini duş
altında elbiseli görerek. Epeyce kalmıştı sıcak su altında da rahatladığını
hissedince çekilmişti sudan ve soyunup bornozuna sarılarak çıkmıştı oynayarak
çocuklar gibi. Sahi ya oynamıştı.
Sabunu
tekrar sürmeye başladı, bu kez kararlıydı bu işi bitirmeye. Artık aklanıp
paklanıp kendine gelecekti ve dirilişi sayacaktı bu seferi. Bugün dirildiğini
kabullendirecek kendisine ve bundan sonra olanı bir duruma pabuç
bırakmayacaktı. Ablak suratı gitmiş yerine yumuşacık yumurta gibi surat
gelmişti. Olsun çenesi düz olmasa da yuvarlaktı olabildiğince. Cildi suyu
yiyince kendine gelmiş çoraklığı kaybolmuştu birden, sulamak gerekliymiş demek
ki arada bir de olsa; sulayacaksın bundan sonra bu suratı ve domates burnunu,
oğlum bak dikkat et kendine, kıymetini bil elindeki avucundakilerin,
başkalarından eksikliğin yok senin tam tersine fazlalığın var çoğundan hatta
hepsinden bile. Oğlum sana bir şey daha
diyeyim mi, sen bu dünyada teksin be yavrum. Var mı başka senden? Yoook,
elbette yok. İşte bak, anlamaya başladın biraz, yok yok senden başka sen bu
dünyada sen teksin. Kafana sok bunu.
Git
işine ya, başka işin mi yok senin benden başka? Sıkıyorsa gel de çıkar
içimdekileri, elden gelmiyor işte. Bir an direniyorum arkasından bir rüzgâr,
deviriviriveriyor domino taşları gibi, enkaza dönüyorum bende o zaman rüzgarla
birlikte. Rüzgarlardan korunmanın bir yolu olmalı, öyle değil mi. Yağmurda
şemsiyeyle korunuyorsan, kaplumbağa da kabuğuyla koruyorsa kendini bir yol
yöntem olmalı korunmanın.
Seninle
birlikte dolaşanlarla ister istemez arkadaş olmak gerekiyor istesen de
istemesen de en iyisini sen bilirsin bunun, yıllarca öyle dolaşmadınız mı
birlikte, hiç açık vermiyordun kimse ezmesin üzmesin diye, yanındakinin ezilip
üzülmesini kendine sayıyordun, hep tepenin üstünde tutuyordun, hala da
tutuyorsun, her şeyi tutuyorsun sen; mıknatıs gibisin, gelen toz toprak da
yapışıyor madeni şeyler de. Seçimini yap bari kıymetli şeyleri tut ki yüküne
değsin, taşıdığına değsin. Toz toprak günü gelip yağmur yağdığında akıp
gidiyor, yükünü taşıdığınla kalıyorsun.
12/20
Minnet
Yok Artık
Olsun,
alışkanlık oldu bu durum bende, bazen tiryakiliğini özlüyorum onların. Hani
derler ya: “zararı kendine” diye; işte öyle zararı bana her şeyimin, başkasına
zarar vermeyi hiç istemem bilerek. Bilerek zarar vermeyi bazen çok istiyorum
biliyor musun? İşte o zaman biraz sinirlerim yatışır gibi oluyor ve dişlerimin
sırıtışını görebiliyorum cap canlı gözlerimin önünde, o sigaranın sararttığı
yamuk yumuk dişlerin arasındaki et parçalarını gördüğüm zaman bir tuhaf
oluyorum ve vaz geçiveriyorum hemen kinimden, zarar vermekten, bu seferde
tersine dönüyor işler neden öyle düşündüğümü sorgulayıp hiç zarar gelmesin
istemeye başlıyorum utanç içinde. İyi ki de benden başka bilen yok diye teselli
bulmaya çalışıyorum bir süre. Bir süre dediğim se aylar bazen yıllar alabiliyor.
İşte böyle terslikler de var bende.
Hem
zarar vermeyi düşüneceksin, düşünmesi bile haz verip, sonrasında da pişmanlık!
Olacak iş mi bu sanki, bir karar verdin mi tam vereceksin derim hani, karar
verdin mi dönüşün olmayacak.
Psikopatlık
mı? Empatiye ne oldu, hani o kendini başkasının yerine koymak; işine geldiği
gibi mi diyorsun sen bana. Bazen sen de saçmalıyorsun sanki, ben de akıl var
sende sanıp aldanıyorum, apaçık gördüm bunu; aldanıyorum. Zararını da kendim
çekiyorum sonra. Halbuki senin dediklerinden etkilenip kendi kararımmış gibi
uygulayınca ve sonunda “kendim ettim kendim buldum” şarkısını okumaya
başlayınca sen de geçip karşıma gıy gıy çalıyorsun, keyif mi alıyorsun? Hadi
işine gücüne bak bundan sonra, etki yok, tepki de yok.
Bak
yüzüm ne kadar da yumuşak oldu, kadife kadife, kadife kadar yumuşak ve kaygan,
pürüzsüz. Yeniden doğuş dedin ya hani; anladım anladım, doğdum hakikaten,
yeniden doğdum ben. Ölü bir adamken dirildim. Bak ellerime titremiyorlar artık,
yazıp çizebilirim, bak bak yüzüme bir bak, getir ellerini dokun dokun; nasıl,
kadifemsi değil mi?
Benden
uzak duracaksın bu zamandan sonra. Duştan çıktım mı sen de benden uzaklaşmaya
başlayacaksın anladın mı? Artık hiçbir
şeye eyvallahım yok “kendim ettim, kendim buldum; kime ne?” keyifle sabunlanmaya
başladı, köpükleri vücudunun her yerine ulaştırmaya özen göstererek sürüyor,
hafiften ıslık çalıyor suya inat. Su ıslığını kesmeye çalışırken inatla daha
fazla üfleyerek ıslık sesini çıkarmak için direniyor. Gözlerini sabunladığı
için kapalıydı, işe yaradı gözlerinin kapalılığı, bu dünyadan başka bir dünyaya
ışınlanmıştı adeta, dudakları kıpır kıpır, dans etmediği eksikti duş teknesinin
içinde.
Suyun
tepeden aşağıya inerken yalayıp inişi vücudunda hissediliyor bunu da
canlılığının belirtisi olarak değerlendirip “diriliş, diriliş bu; gerçekten
inanılmaz, diriliş, dirildim!” mırıldanmaları duyulmaya başladı kulaklarına.
Sesini de duymuştu kendisinin. Ne kadar zamandır sesli konuşmadığını düşününce
cevabını veremeden “karadır kaşların, ferman yazdırır…”
13/20
Öldürmeyen
Güçlendirir
İlkti
bu kadar keyifli duş aldığı, duş teknesi ve banyo şahitti buna. Köpükler şarıl
şarıl akmaya devam ettiler bir süre, teninin nefes alışını hissedebilmeye
başladı. Teni de ıslık çalarak dans ediyor kendi etrafında dönerek ellerini
açmış her iki yana rüzgârı karşılamaya çalışıyordu; rüzgâr içinden esiyor,
fırtınaya yüz tutarken de sönümleniveriyordu birden şişirilmiş balon gibi,
fısıltısını duyar gibiydi içindeki sönüşün.
Sönecekler
daha ne ateşler ne fırtınalar sönecek, dur bakalım sen bekle hele! Ne lügat şu
“öldürmeyen güçlendirir” sözü, harikulade bir söz. Öldün öldün biter her şey;
ölmedin mi sürünsen de bir süre, sıkıyorsa bir ayağa dikilme, çaresi yok ayağa
dikileceksin, işte o ayağa dikiliş gerçekleşiyor şimdi, aynen öyle “öldürmeyen
süründürse de güçlendiriyor; canlı kanlı örneğiyim. Savulun lan ben geliyorum,
cehennemden haberlerim var size, cehennem zebanilerini gördüm, kıçlarına
tekmeler atıp geldim lan!”
Bir
an önce duşunu bitirip çıkmalıydı artık üşümeye başlaması yakındı kendine göre.
Biraz daha ısıtırsa suyu sigorta atabilirdi, tedirginliğini yaşadı
düşündüğünün. Kaç kez sabunlanmıştı? Düşündü tekrar sabunlanmanın sakıncası
yoktu ya, aşınacak mıydı derisi; bir daha başladı sil baştan sabunlanmaya.
Bu
sefer tüm aklını ve dikkatini sabunlanmaya verdi, vücudunun kirlerden ve
yağlardan arınmayan bir yeri kalmasın istiyordu. Burnunu tırmaladı
tırnaklarıyla köpükler içinde. Gözlerinde sabun köpüğü olduğu için tırnaklarına
bakmayı aklından geçirmişti ama mümkün değildi bu, nasıl anlarım görmeden diye
düşündü bir an. Elini yıkadı akan suda ve tekrar tırnak attı burnunun her iki
yanına, tırnağının biraz dolduğunu hissetti. Oldukça fazla emek harcamak
gerekli bu burun yağlarını yok etmek için.
Kadınların
yağları kalçalarında birikirmiş, stok yeriymiş yağların. Zararı da yokmuş
kalçalarında biriken yağın; ihtiyaç hissettiğinde vücutları alırmış oradan bir
miktar yakarmış. Okuduğum zaman şaşkınlıklar içinde kalmıştım ve kadın
popolarına takılmaya başlamıştı gözlerim o zamandan beri. Bazıları da içi dolu
bohça gibiydiler, şekilsiz kambur kumbur; hiç hoşuma gitmezdi öyleleri.
Bazıları da öyle miydi ya özene bezene heykeltıraş elinden çıkmış gibi
pürüzsüz, çok uğraşmış olmalı yontan heykeltıraş. En ince detayı bile
düşünülmüş, her nasıl bir kafaysa yapmış işte; hayranlık uyandırırdı
öyleleri.
Biriksin
varsındı yağlar, şekil hiç bozulmuyor nasılsa. Erkeklerde öyle mi ya yağın
birikeni götte değil ya göbekte ya da belde katlar oluşturdu mu kat kat
biçimsiz bir şekil alıyor, hiçbir şeye benzemiyor, yürürken bile ağdırıyor çoğu
zaman, bir de koşturmaya kalktığında görseniz. Şaşkınlıktan küçük dilinizi
yuttuğunuzu bile fark etmezsiniz. Oturduğu yerde yıllarca oturmak ister
bunların böyleleri, karılarını düşünürdüm böylelerinin. Ne yedirip içiriyor da
bu kadar beslenebiliyorlar kurbanlık danalar gibi sarkıyor her bir yanı her bir
yanından. Hele hörgüçleri var ya, alimallah sağa sola danaların hörgüçlerini
hatırlatıyor bana. Nasıl da iki yana gelir gider heybetli heybetli koştururken
karşısındaki boğanın arkasından.
Haydi
yavrum işine işine bak sen, el alemin hörgücü, kıçı başı seni niye
ilgilendiriyor, bırak şamatayı da işini bitir çabuk.
14/20
Çelişkilerle
Yaşamak
Bu
sefer tamam olacak bu iş. Tökezlemek yok, oldu ki tökezledin, düşmek yok; haydi
oldu da düştün diyelim, hemen dizlerinin üstüne kalkacaksın bebekler gibi vakit
kaybetmeden. Aklına getir bebekleri, nasıl hemen toparlanıp dizinlemeye
başlıyorlar; sızlandıkları olursa da bakar her iki yanına kurtarıcısı bulunmadığında
kendi başının çaresine kendisi bakıyor. Bebek senden daha mı akıllı da öyle
yapıyor? Hayır! Dur be, belki de akıllıdır yahu. Akıllı olmasa hemen
toparlanmayı kim söylüyor o zaman elbette akılı akıllı, biz akıllarını alıyoruz
başlarından. Aklımızca kendimizde olmayan akılla bebekleri akıllandırmaya
uğraşıyoruz. Vay be! Ne kadar şaşırtıcı bir tespit
Oğlum
bilim adamı falan olsaymışsın sen vay halineymiş bu dünyanın, tozunu attırırdın
vallahi de billahi de. Ne kadar hızlı buluyorsun yeni yeni şeyleri de duyanın,
görenin yok yavrum.
Son
köpüklerinden kurtulmaya çalıştı bir süre. Köpük kalırsa tenine yapışıp
kuruduğunda kaşıntı yapıyordu önceki uyuşukluklarından edindiği tecrübeydi bu;
pul pul dökülüyor sanmıştı derisini, halbuki kalan sabun köpükleri kurumuş
zamanla onlar dökülmüştü üzerinden.
Suyu
biraz daha açtı, ılıklığı biraz azalsa da idare ederdi, katlanabilirdi buna.
Başından ve yüzünden başlayarak temizlendi ovalanarak. Ensesine gittiğinde elleri, ensesindeki
tüylerin uzamış olduklarını fark etti; parmaklarını kesmişti dolanan kıllar,
ince bir sızı oluştu kesilen parmağının orasında.
Aldırmadan
devam etti işine. Saç tıraşı da olmak gerek kanısına vardı. Olmaya karar verdi.
Yarın olmalıydı mutlaka ama karar değiştirmek yoktu artık; bir karar verildi mi
uygulanacaktı koşulsuz olarak. İşte bu kadar karar verildi ve yarın saç tıraşı
olmaya gidilecek, ordular dikilse karşısına dönmeyecekti.
Olmuşken
tam olmalıydı her şey. Adam gibi görünmeliydi dışarıdan bakıldığında. İçini
kimse göremeyeceğine göre; dışını değerlendirecekti herkes. Aslına bakılırsa
herkesi umursamıyor görünüyordu ama yine de herkessiz yapamadığının
farkındaydı; bir çelişkiydi bu durum ona göre. İnsanlar çelişkiler içinde
yaşamına devam etmiyor muydu zaten; bir kendisi değildi ki.
Etrafına
baktığında gördüğü nice dağ gibi görünen insanların kim bilir ne kadar
çelişkileri vardı içlerinde. Hani şu şişmanların belki de daha çoktur
çelişkileri kim bilebilir ki kendilerinden başka. Belki de tersinedir durum
çelişkileri önemsemeyebilmenin bir yolunu bulmuşlardır da o yüzden öylelerdir,
yedikleri içtikleri yarıyordur her zaman.
15/20
Gözü
Kara Usta
Duş
almasını bitirip, elektrikli şofbenin düğmesini sıfıra getirdi ve bir süre ılık
suyun altında bekledi su boşa gitmesin diye; su soğuk gelmeye başlayınca
çekildi altından ve musluğu kapattı. Hemen aynaya koştu ayaklarının kaymamasına
özen göstererek.
Aynanın
karşısında durduğunda hayal kırıklığı yaşadı, hiçbir şey göremedi aynada,
buğulanmıştı ayna ve nemlenip akmaya başladılar birer birere. Hayatları
kayıyordu işte buharların bile. Yoktu çaresi, zamanı geldiğinde şartlar
değişecek onlar da değişecekti tıpkı kendisi gibi, bir bebekliğini düşündü bir
de bu günlerini hele de bu gününü.
Baş
havlusuyla başını kuruladı önce ve sardı başını. Arkasından kapının arkasında
asılı duran yıpranmış sönükleşmiş açık mavi bornozunu alıp, üzerindeki
yıllanmış lekelere aldırmadan kollarını geçirdi içinden ve göğsünü boğazına
kadar kapatıp kuşağını bağladı. Çok sıkıverdi birden ve karnından rahatsızlık hissetti;
karnı kaburgalarına yapışıktı zaten bir de kuşağı sıkınca kaburgaları ağrıdı.
Gevşetti rahatlayıncaya kadar. Yumuşaklığını hissedebiliyordu vücudunun.
Banyodaki
sağda solda toplanan suları fırçayla süpürdü tekneye doğru, banyonun
fayanslarını döşeyen usta da çok acemiymiş, derz aralıkları dar ve hizaları
bozuktu, yetmiyormuş gibi tam da banyonun ortası çukurdu gözle fark edilecek
şekilde. Bütün sular çukurlukta toplanıyordu. Böyle ustaları işe sokmayacaksın
yahu, rezillik iş adına.
Banyonun
çukurluğunu fark edemeyen ustanın yetiştirdiği çocuk nasıl olur acaba? Amma da
meraklısın yahu, sana ne? Ekmek parası kazanmak için cesaret etmiştir, gözünü
karartmıştır kovulmayı göze alarak, ne kaybederdi ki? Kazanmış işte, almış
ekmek parasını ama imzasını da atmış hakikisinden. Ne imzalar atmıştır Allah
bilir hiç kazınmayan cinsinden.
Hayat
böyle işte, cesaret edip gözünü karartacaksın ve korkuyu sileceksin içinden.
Korkunun ecele faydası yokmuş; korka korka ecele doğru adım atıyorsun aslına
bakarsan ama adım attın mı oluyor bir şeyler ve bir adım daha ileriye atma
şansın ortaya çıkıyor. İnişli çıkışlı anlayacağın bu hayat.
Fırçayı
duvara dayayıp kapıya doğru bir adım atıp eğilerek kapının kolunu bastırdı
aşağıya. Kapı açıldığında kendine doğru çekince; yüzüne gelen serin hava
titretti birden. İçeride fazla kaldığını düşündürdü. Derin nefes almamaya özen
göstererek, yavaş yavaş nefes almaya çalıştı. Biliyordu bademciklerinin başına
açacağı işi. Çok nazikleşmişlerdi doğunun ayazlarında. Bademcik ülserasyonu
geçirmişti de yataklarda sere serpe kan ter içinde yatmıştı haftalarca, ne
ağzından bir damla bir şey koyabilmiş ne de yutkunabilmişti. Gençliğin gücüyle
zor bela ayağa kalkmıştı bir hafta on gün sonra ama bir deri bir kemik iskelet
kalmıştı; görenler şaşkın şaşkın bakıyorlardı yüzüne ve ne diyeceklerini
şaşırmışlardı.
Ne
zaman rüzgâr esse tik halini almıştı ağzının kapanması, rüzgâr ağzına
girmeyecekti. Yine tik devreye girdi işte, ağız kapandı ve burundan yavaş yavaş
nefes alıp veriliyor. Makine mübarek otomatik makine.
16/20
Kararsızlık
ve Karardan Dönmek Yok
Koridordan
odasına doğru geçti ama kafasının içi karışmaya başladı, yatak odasına değil de
çalışma odasına geçmeye karar verdi, fikrini değiştirerek. Hani bir karar
verildi mi uygulanacaktı sorgusuz sualsiz, olmadı işte fikrîni değiştirdin, dön
başa tekrar.
Yatak
odasına gidip bornozunu çıkardığında giyeceklerini hazırlayıp yatağın üzerine
teke tek serdi her birini. Oldu işte kararımı değiştirmeden geldim ve işim
bitti doğru çalışma odasına. Sırtındaki bornoz kıllı vücudundaki suları emmeye
başladı ve serinliğini alabiliyordu. Olsun, kapalı odada fazla zararı olmaz
bunun. Koltuğuna oturunca pencereye takıldı gözleri, dışarıda ikindi vaktiydi,
karşı binalara kızıllıklar gelmişti, batıyorum diye haber veren güneşin
işaretleriydi kızıllıklar.
Bak
güneş dönüyor mu hiç kararından? Doğuyor ve yoluna devam ediyor yılmadan veee
gün sonu işte. Sen de güneş gibi olacaksın, kararından dönmeyen ve yılmayan.
Ancak karar verirken düşüneceksin çaktırmadan. Güneş ne yapıyor sanıyorsun
battıktan sonra; düşünüyor elbette, başkalarına görünür gibi yapıp sana
görünmeden düşünüyor işte, sen çakabiliyor musun, çakabildin mi hiç
düşündüğünü? Bırak çakmayı, hiç düşündüğünü bile düşünmedin öyle değil mi? Yeme
bizi, hadi hadi.
Kararını
bozmayacaktı artık bu zamandan sonra, madem başladı bitirecek başladığı hikâyeyi.
Bornozun soğukluğunu hissetmeye başladı. Islaklığı kurudu anlaşılan,
değiştirmeliydi üstünü başını, acele ederek telaşla kalkıp yerinden yatak
odasına doğru yöneldi, iyi ki de hazırlamışım önceden şunları diye geçirdi
aklından yatak odasının kapısını açıp yatağın üzerinde hazır olan giyeceklerini
görünce.
Hemen
değiştirdi üzerini ve bornozu banyonun kapısının arkasındaki askıya asarak
döndü çalışma masasına. Bir dönüm noktasından daha geçiyor olduğunu düşündü, ne
kadar çok dönüm noktası olmuştu hayatında bugüne kadar, her birinde de tekrar
ayağa kalkamayacağını düşünmüştü ama işte şimdi ayaktaydı ve uzun bir zamandır
ölü gibiyken bugün yeniden dirilişine şahit oluyordu sanki, sanki diyorum çünkü
üzerinde yorgunluk alabildiğine fazla ve yaşamının geriye kalanından bir
beklentisi yoktu.
İşin
en kötü yanı da beklentinin olmaması, bunu kaç defa sezmişti kim bilir. Yalnız
olmanın getirdiği ekstra durumdu yaşanılanların çoğu da ne bir ses var
etrafında kafanın içindeki seslerden başka, ne de bir el uzatan. İşte en kötüsü
de bu; dayanılır gibi değil acısı sızısı, bir geldi mi tam geliyor her şeyi alt
üst edip bırakıveriyor önüne, tıpkı hezeyan, sel gibi; yıkıp geçtikten sonra
taşıyıp götürebildiklerini süpürüp götürüyor arkasında bıraktıklarını da
temizle temizleyebilirsen; temizlemeye kalkarsan ömrün bile yetmez.
Temizlemeye
kalkmadan o dağınıklığın içinde bir düzen, oturacak bir ortam kurmalısın canla
başla, yok başka çaresi.
17/20
Küçük
Tencerenin Nazı
Güneşin
kızıllığının kaybolması karanlığın geleceğini ve yakınlaştığının bir
işaretiydi, her zaman aynı olmaz mı, hiç şaşmadan. Gelecek biraz sonra, gelsin
sıkıyorsa, geleceği varsa göreceği de olacak bugün. Hiç takmayacağım bu gece
bak göreceksin sen de mışıl mışıl uyuyacağım hasretini çektiğim uykuyu. Öyle
böyle uyumayacağım bu gece, yılların acısını çıkartırcasına uyuyup erkenden
karşılayacağım o güneş tekrar doğarken ve güneşe ayak uyduracağım bak göreceksin.
İnanmıyorsun
değil mi bana ister inan ister inanma ama ben zaten senin inanman için söylemek
istemedim ki, yalnızca bilesin, benim şahidim olasın istedim sadece. Bugüne baştan sona şahitsin ya tam olsun
diye!..
Acıkmaya
başladığını hissetmeye başladı, vücudundaki gevşeme oldukça rahatlatmış
yalnızca suratında biraz gerginlik hissetmeye başlamıştı. Suratı kurudukça
geriliyordu inadına, kırışıklıklar kaybolsun istiyordu anlaşılan. Aynaya
bakmayı düşününce birden vazgeçti bakmaktan; derin izleri, hatları görmeyi hiç
mi hiç istemediğini fark etti.
Yerinden
yavaşça kalkıp elleriyle yanaklarını okşadı, alnını yokladı, tırtıklar
geliyordu eline, tırtıklıydı sanki suratı ve alnı. Azıcık da sertlik mi vardı
ne? Yoksa sabun köpüğü mü kalmıştı? Kararsızdı, halbuki iyice temizlediğinden
emindi sabun köpüklerini, bir o kadar da ovalamıştı başını ve suratını.
Yalnızca alnını unutmuş olamazdı her halde.
Mutfağa
geçmeden önce soğuk da olsa su çarpmak istedi suratına. Bir kez yapsa yeterdi.
Yaptı, havluyu alıp kuruladı tekrara ve mutfağa yöneldi düşünerek. Ne
yiyebileceğini düşünüyordu. Hatırlayamadı daha önce hazırda pişirdiği yemek
olup olmadığını ama bunu anlamanın en iyi yolu buz dolabını açıp bakmaktı.
Yaptı, evet küçük tenceresi kendine el sallıyordu ama içinde ne olduğunu
söylemiyordu elbette; naza çekiyordu, kaç gün olmuş kendisine el süren
olmamıştı.
Küçük
tencere isteksiz görünüyordu dışarıya çıkmakta, tutuğu gibi kulaklarından
çıkarıp koydu küçük masanın üzerine. Her şey küçüktü bu evde. Yavaşça açtı
kapağını tencerenin, karnı siyah börülceler el sallamaya başladılar şarkılar söyleyerek
ye beni, ye beni diye başlayan bir şarkıydı bu. Gönülsüz mü bakıyordu ki
şarkının devamında yemezsen döveriz seni, döveriz seni diye bağırıp tehditler
savurmaya başladılar dans ederek küçük tencerenin içinde.
Ne
güzel ortamları vardı halbuki görünen durumlarında, rengarenk bir ortamları
vardı, sarısı, kırmızısı, moru, kremi; ne aklına gelirse her türlü renk vardı
tencerenin içinde renk cümbüşüydü ortam. Anlaşılan benim midemde daha rahat
edecekler, ben de onları çok sevdiğimi hatırlayınca bir tabak alıp hepsini
tabağa boşaltmayı düşündüm ama elim de ayağım da geriye gitmedi tabak almak
için. Tencereden yemeye karar verdim. Evet tencereden yiyeceğim börülce
yemeğimi. Bulaşık yok, tasarruf var.
Bitti
iştahla yenilen yemek. Tencerenin dibinde renk cümbüşü kayboluverdi birsen,
sihir gibi. Alıp musluğun altına bıraktım küçük tenceremi ve kaşığımı. Hemen
yıkamayı düşünmüyorum zaten, biraz biriksin orada, sabah kahvaltıda yumurta kızartırım
bakarsın al sana bir tane daha küçük bir tava ve çatal… böyle böyle yıkamaya
değecek bulaşığım olur ve zaman ayırdığıma değer öyle değil mi? Vara yoğa
bulaşık mı yıkanırmış bir iki tane için. Zaman ayırmak o zamanın intiharı demektir,
yaptığın iş yaptığına değmeli değil mi canım.
18/20
Devekuşu
Beyni Nakli
İşi
anlamdım karnım doyunca, acıktığımın bile farkında değilmişim ben yahu, bir
tabağa yakın börülceyi yiyince aklım başıma gelmeye başladı şükür, buz gibi
neredeyse üç günlük yemekti yediğim ama bozulma yoktu; zeytinyağının faydaları
işte adam istese de bozulmasına fırsat vermiyor adama.
Bak ne yapmalı: Bir
insanı zeytinyağı dolu bir küvete bastırsak hiç bozulmaz değil mi, denemekte
fayda vardır her halde. Benim böyle bir şeye ihtiyacım var gibi sanki, rüzgâr
estiğinde bozuluyorum ya hani işte o zaman demek istedim.
Dur dur, bozulan
ben miyim, beynim mi acaba? Beynimi daldırsak nasıl olur? Ben razıyım onsuz
haftalarca yaşamaya, idare edebilirim onsuz, rahat edeceğimden de eminim,
birisi çıksın alıp bandırsın zeytinyağına, zeytinyağı da israf etmelerine gerek
yok ben sağlarım istedikleri kadar zeytin yağını hem de saf, doğal olanından;
istemem bozuk yağın içinde kalıp bozulsun, sonunda benim o, benim başıma daha
fazla iş çıkarmasın diye katlanırım bu kadar masraf ve yüke.
Onsuzluğa katlanmak ayrı bir dert tabii ki, bugüne
kadar ondan saniye bile ayrılmadığım için hasreti bağrımı yakacaktır ama
elinden çektiklerimin yanında hiç kalır hasret ateşi. Razıyım razıyım,
kararlıyım hem de ve bu kararımdan vazgeçmeyeceğim, söz söz size. Bandırsınlar.
Merak ediyorum
zeytinyağında yatmış ve demlenmiş beyin nasıl olur acaba; tüm mikroplarından
arınmış adam gibi mi yoksa yağlandığı için yakalanmaz mı olacak, hani yağlı
güreşler var ya Kırkpınar’daki; öyle mi olacak hiç yakalanmayacak, yani
tutulamayacak demek istedim. Vallaha billaha daldırırım öyle beyinin kispetine
elimi atarım parmağı ona göre; ayağını denk alsın bandırıldıktan sonra bana
gelirken; zart zurt istemem ona göre.
Bak ne de açıldı
benim saksı kılıklı, bilim adamı olmalıymışım ben yanlış iş seçmişim anam, ilk
işim kendi beynimi daldırırdım bir şeylere, sonra başkalarını falan denerdim
yani fareleri falan; fillerinkini deneyecek halim yok ya! Hemen aklıma geldi,
unutmadan söyleyeyim şuracıkta ne merak ediyorum biliyor musun?
Deve kuşu beynini.
Evet deve kuşu beynini çok merak ediyorum. Acaba bir deve kuşu beyni nakli mi
yaptırsam? Siz ne dersiniz bu işe, bana uyar mı acaba, başımı kumlara gömüp
kıçımı güneş banyosu yaptırabilir miyim el aleme hatta dünyaya karşı; yapabilir
miyim bunu takılınca bana, hay ağzıma! nakledilince demek istedim her halde
anlayın canım uğraştırmayın beni.
Ne kadar da
rahatlarım bilemezsiniz hele de tahmin bile edemezsiniz rahatlığımı;
düşünüyorum da kendimi deve kuşu beyniyle, boyum da uzar değil mi, uzaması
lazım elbette. Uzun bir boyun ve küçücük kafa o kadar görkemli bir vücut
üzerinde abanarak yürürüm yollarda, kızar mıyım acaba biri bir şey dediğinde,
pek sanmam! Ama bir sorun var bu işte hiç kimsenin aklına gelmeyen. Deve kuşu
beyni nakli yapıldığında ben nasıl kuma saplayacağım beton yığını şehirlerde,
şehirlerin altı da üstü de beton.
Durun durun buldum
buldum, başka deve kuşlarına bakarım, hani şu evrim geçiren, aslını inkâr
edenlere bakarım ve nasıl yaptıklarını öğrenirim elbette, çözdüm, çözdüm işin
sırrını. Bende bilim adamı beyni var canım. Çözerim ben ama istiyorum deve kuşu
beynini. Denemek istiyorum en azından deve kuşu yaşamını; doğayı severim,
doğaya da saygılıyım… mı acaba, anladım anladım!
Doğaya saygım
gereği deve kuşunun yaşadığı ortamlara gitmem gerekli, kabul, razıyım gideceğim
can kuşların, maharetli yaratıkların memleketlerine.
19/20
Kalem
ve Kâğıdın kıskançlığı
Bu
işin sırrını çözmeliyim, kendime görev edineceğim ileriki günlerde ama önce şu
yakın zamanki işlerimi yoluna koymalıyım. Ayak üstüne dikilmeliyim önce. Off ne
sıkıcı, ha ha komik de.
Mutfaktan
çalışma odama geldim karnımı doyurunca. Karnı tok, sırtı pekim anlayacağınız;
benden bahtiyarı yok şu dünyada şu anda. Darısı diğer açların başına.
Not
defterimi önüme alıp düşünüp planladığım her şeyi döktüm bir bir, defter bile
şaşırdı kalemle birlikte; nasıl bu kadar şeyi aklımda tutabildiğime şaşkın
şaşkın baktılar suratıma nefretle. Kıskandılar kendilerini kullanmadığım için bu
günlere kadar.
Elbette
haklıydılar bana kızmakla, ne güne vardılar kendileri tabi ki aklıma gelenleri
yazmak için. Biri yazacaktı, diğeri de yazılacaktı ki işe yarasınlar; başka
türlü nasıl kendilerini kıymete bindirirler bulunmaz Bursa kumaşı gibi.
Alın görün,
anlayın kıymetinizi dercesine başlarına kaka kaka yazdım ne kadar aklımda
tuttuğum şey varsa, hepsi de kısa zaman içinde ve sonrasında yapılacak
şeylerdi.
İçimde kıpırtılar
başladı notları yazarken, neden bilmiyorum ama müzik, müzik aklıma geldi; olur
şey miydi bu müzik şimdi, akla gelecek şey miydi? Gözünü sevdiğim su ölüyü
canlandırıyor mübarek, kaç yıl oldu sahi müzik dinlemeyeli? Canlılığın,
yaşamanın bir belirtisi miydi bu şimdi?
Bıraktım notları
yazmayı, kalemi de kâğıdı da bıraktım masanın üzerine üst üste. Radyo vardı
bende küçücüktü o da aradım bir süre, neden radyo? Diye düşünmeye çalıştım ama
yoktu ki başka bir şey müzik dinlenebilecek. Buldum arkamdaki dolabın
gözlerinde; kim bilir ne zaman tıkıştırdım oraya hatırlayamadım. Olsun ne ye
gerekli hatırlayıp hatırlayamamak, buldum ya sen ona bak.
Ah, ah! Olacak iş
mi bu şimdi, gene terslikler başladı. Pilleri akmış, köpürmüşler her biri isyan
etmişler durdukları yerde, neye isyan edersin ki? Otur oturduğun yerde işte,
çifte koşan mı var seni, adam gibi dinlen. Tatile çıktım diye düşün, olur mu
inat bu ya, memnun olmamışlar hayatlarından, isyan bayrağı açmışlar bembeyaz.
Terslik var bu işte, isyan bayrağı beyaz olmaz ki, barışçıl bayrak olur öyle.
Vallaha ne diyeyim
pillerin bu isyanını görünce eski karım geldi aklıma. Ha piller ha karım; ne
farkları var ki, her ikisi de köpürüyor kendi kafasına göre. Bir ben bulamadım köpürecek birini, şöyle
geçsem karşısına, gerneşe gerneşe köpürsem suratına ve bana bir şey söylenmese,
eyvallah denilse, silip süpürülsem sonrasında da ahhh nerede o günler, pillere
yapılıyor ancak. Adamın ağzına etmedikleri kalıyor ağzını açtığında.
Notuma ilave
yaptım unutmayayım diye aceleyle, tam okunur olmadı ama ben hatırlarım görünce;
“şu deve kuşu beyni nakil durumunu bir uzmanla görüş, önemli, hayati derecede
önemli. Kararlıyım, kararımdan dönmeyeceğim. Acele, çok acele.”
20/20
19-10-2017
Halil Gönül
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.