Umudun varsa talihin açıktır.” sözü 14 bıçak filminden
“bütün yükünü at yeni bir yaşama merhaba de” bu söz de başka bir filmden. Bana
yol gösteren ve kapı aralayan sözlerdir,
gözlüğümü değiştirmem gerek. Bu gözlükle yazdıklarımı göremiyorum.
Nereden başlamalı? Ya da ne yapmalı? nasıl çıkmalı vb.
Gibi sözler hemen hemen her insanın aklından birden fazla geçmiştir, bazen
ölümden beter gibidir yaşamak. Yaşamın bütün kesitleri gözden geçer ağırlıkla
da başarısızlıklardır, pişmanlıkla
karışık kızgınlıklar daha fazla izler bıraktığı içindir belki de.
Yaşamın hiç acıması ya da affı yok. Yaşamınızı tasarımlamak
elinizde gibi görünmesine karşın belki de elinizde değildir kim bilir. Laf
salatası işte. “Gel bir yere oturup konuşalım böyle ayaküstü olmuyor.”
“Hava da çok güzel, her ne kadar kış olsa da bu gün
feleğin iyi günü, güneş bahşetmiş. İnsanın içi ısınıyor ve kendini iyi
hissettiriyor. Biraz depolayalım. Çaylar benden.”
Çaylarımız geldi. Hasan çayını yudumlarken çok dalgın
duruyordu, sanki başka yerdeymişçesine öylece uyumsuz hareketler yaparak bir
şeyler anlatıyordu sanki. Bir anlam veremedim, uzun bir süredir, belki otuz
seneye yakın görmüyordum. Zaman zaman haberlerini duyuyordum. Kötü bir haber
duymamıştım hakkında. Fakat görünen buz dağıydı. Görünüşe göre Hiçbir haber
doğru değildi sanki. Bir yerlerde saklanmış yalnızca var olmakla yetinmişti. Neyse
ben kafamda dolaşanları bir kenara bırakıp çaylarımızın tadını çıkarmaya bakalım.
Nasılsa zamanımız bol gibi görünüyor diye düşündüm. Hasan çocukluk arkadaşım, elli
beş yaşlarında, orta boylu, beyaz saç ve sakal kaplamış, kısmen dökülen saçları
yakışıklılığını artırmış, üzerindeki kıyafetler orta halli olduğunu gösteriyor.
İlkokulda başarılı bir öğrenci sayılırdı, herkes yerinde olmak isterdi. O ise
gayet normal olarak yaşamına devam eder, her zaman yüzünde bir gülümsemeyle
gezinirdi. Olumsuzlukları çok az olurdu. Olgun duruyordu. Her şeye de hemen bir
çözüm bulmasıyla göze batardı. Öğretmenlerimizin bile kısa sürede dikkatini
çekmişti. Hasan çayından bir yudum daha aldıktan sonra bana dikkatlice bakarak “eee
Halim sen neler yaptın görüşemeyeli, çook uzun yıllar oldu” dedi ve tekrar
kendi dünyasına döndü. Cevap beklemiyordu. Öylesine sorulan bir soruydu belki
de. Ben cevaplamak için yutkundum dalgınlığını görünce fazla bir şey söylemek
istemedim, söylenecek de fazla bir şeyim yoktu zaten. Onu görmek beni
yeterince şaşırtmış, sevinmeli miyim, üzülmeli miyim kestiremiyordum. Caddede
yürürken bir anda belirivermişti sanki. Çayından yudumlar almayı hızlandırdı. Öğle
vakti yaklaşıyordu. Yutkunması da artmıştı. “Yemek ya da tost söyleyelim mi?
Kahvaltıyı erken yaptım biraz açlık hissetmeye başladım da” dedim, acıkmış
değildim aslında. Çocukluğumuzu hatırladım, isteklerini hiç söylememe gibi bir
alışkanlığı vardı. Her duruma uyum gösterir sabırlı davranırdı ve dayanıklıydı.
Gözleri hafif buğulanmışçasına bana baktı ve “Halim sen insanın içini
okuyorsun” dedi. “Yemek şimdi ağır olur, kaşarlı kızarmış bir tost ve bir çay
daha harika olur.”
“Tamam” dedim “ben de aynısından istiyorum.”
Garson siparişleri aldı ve arkasını dönüp gitti. Ben hafif
gülümseyerek, sorgu hâkimi değilim dercesine gözlerine bakarak “vay be! Şu
yıllara bak, nasıl da geçmiş. Neredeyse
otuz veya kırk yıl sonra karşılaşıyoruz. Seni görmek beni çok eskilere götürdü.
Nasıl sevindim bilemezsin. Çok uzun sohbetler etmek isterim seninle Hasan.” Sözcüklerimi
seçmeye çalışıyordum. Hasan'ı kıracak veya incitecek bir kelime olmasın
istiyordum ne de olsa eski bildiğim çocuk Hasan olmayabilirdi, görünen de o ki,
Hasan'da çok kırılganlıklar olmuş gibiydi. İncinmesini istemiyordum. Çok
hassaslaşmış gibi görünüyordu. Cümlelerini kurarken çok çaba sarf ediyor ve
kelimeleri özenle seçiyordu bu belli oluyordu. Az konuşmaya çalışıyordu. Savaş
alanında düşman siperlerini gözlüyordu sanki adımları temkinliydi. Tostlar ve
çaylar önlerimize bırakıldı. Garson “afiyet olsun efendim” diyerek dönüp hızlı
adımlarla uzaklaştı masadan. Etrafımıza şöyle bir göz attım. Kalabalık
görünüyordu ortalık, kadınlar ve çocuklar fazlaydı. Genellikle kırklı yaş
üzerinde erkekler vardı. Genç ise çok azdı. Hasan tostunu incitmemeye
çalışıyormuşçasına ısırıyordu, küçük parçalar halinde ve sık olarak ağzına
götürüyordu. Buruk bir hali var, hüzünlü, etrafını sanki sis bulutu sarmış
gibiydi, net görünmüyor, bir tarafı gizlenmişti, tam seçemiyordum. Rahatladığında
adım Ondan gelsin diye düşündüm. Meraklı görünmek istemiyordum. Hoş
sohbetlerimiz olacağından eminim, ama zamanını kestiremiyordum. Şimdilik çay
yudumlayıp tostu yemekle meşgul oluyorduk. Böyle durumlarda nasıl başlanır,
nereden başlanır bilemiyorum. Normal durumda “eeee ne haber?” Falan diyerek
söze girilir ve gerisi gelir. Bu durum kısa süreli ayrılıklardan sonra olabilir
anlatılacak şeyler fazla değildir ve kısa sürede anlatılabilir. Haline
bakılırsa durum hassastı, belki de ben öyle hissediyor veya abartıyordum.
Bilemiyorum. Sanki vücut diliyle anlaşıyoruz telepati yapıyoruz gibi, bir
şeyler söyleme ihtiyacı hissetmeden arada bir bakışıyoruz. Gözlerinde
memnuniyet parıltıları beliriyor ve parıltı kısa sürüyordu. Belli ki derinlerde
başka yaşanmışlıklar vardı. En çok merak ettiğim şeylerden birisi de; tanıyıp
bildiğim kişilerin yaşamı, yaşadıkları ve olaylar hakkındaki düşünceleri,
kendilerini nasıl hissettikleri yani derinliklerindeki kişilerdir. Görünürdeki
kişiler olmadıkları gayet açık görünüyor. İşte bu nedenle de Hasan'ın
derinlerdeki gölgesine ulaşabilmeyi istiyorum.
“Afiyet
olsun. Nasıl beğendin mi tost ve çayımızı? Ben sık sık gelirim buraya,
özellikle kaşarlı tost ile kahvaltı yapmaya bayılıyorum. Bazen saatlerce oturup
kafa dinlerim. Rahatladığımı hissederim.”
“Benim de çok hoşuma gitti. Hakikaten bir rahatlık
hissediyorum. Havası mı, tost ve çay mı iyi geldi. Belki de uzakta olmak
bilmiyorum” dedi Hasan.
Hasan'ın ağzından çıkan kelimeler bazen hüzün yayıyor
gözleri de öyle.
“Ben ise seni görmekle rahatladığımı hissettim. Sohbet
etmeyi geçmişi yâd etmeyi çok isterim seninle… Nereden başlayalım. Şu
ilkokuldaki kayak macerasına ne dersin, hatırlıyor musun? Hani ben serçe
parmağımı kırmıştım.”
“Biraz hatırlıyorum tabii ki. Sen içinde kitaplar olan
çantanın üzerine oturup, bana el sallarken ben okul bahçesinden aşağı uçtum,
bağırıyordum, bir taraftansa sen üzerime doğru düşmek üzereydin. Kucağımda bir
köpekle uğraşıyordum, kayarken kıyıdaki köpekle aşağı düşmüştüm. Sen de benimle
köpeğin üzerine düşünce ortalık karışmıştı. Bağırıyordun, ağlıyor muydun,
korkudan mı bağırıyordun ayırt edememiştim. Benim de dikkat edeceğim halim
yoktu zaten. Beni ısıran köpek sana sarmıştı ben de köpekten kurtulmuştum.
Anlaşılan köpeğin de canı yanmıştı. Köpek kaçıp gittiğinde durumumuz ortaya
çıkmıştı. Senin kitaplar ortalıkta saçılmış, çanta olarak kullandığın naylon
poşet yırtılmış, hem etrafa bakınıyor hem de sağ elini sallayıp burnunu
çekiyordun” dedi Hasan, bir anda gözleri ışıl ışıl parlamaya başladı.
“Bakıyorum beni iyi gözlemlemişsin. Sağ el serçe parmağım
çok acıyordu. Bir de çantam yırtılmıştı. Çok üzülmüştüm. Kitaplarımın da bir
kısmı yırtıktı. Yüzeydeki kar yer yer erimiş olduğu için altındaki taş toprak
buz tutmuş sertleşmiş. Parmağımın buzlu yere takıldığını hissettiğimde olan
olmuştu zaten.” Küçük köpekle boğuşmamız ve korkularımızı anımsayınca gülmeye
başladık. İkimiz de uzaklara daldık bir an.
Babalarımızdan, okuldan geç geldiğimiz için yediğimiz dayaklar da
aklımıza geldi tabii ki. Yaşadığımız şeylerin üzerine bu ceza tuz biber olmuştu
o kış gününde. İlkokul üçüncü sınıftaydık sanıyorum bu olay yaşandığında. Bu
anı kapıyı aralamaya yetti. Arka arkaya değişik, hüzünlü neşeli anılar canlandı
gözümüzde. Çocukluk anılarında âşık olmamak olur mu hiç? ümitsiz aşklarımız,
platonik aşklarımız. Sohbet çok güzel geçiyordu.
“En son ne zaman görüştük hatırlıyor musun Hasan? Benim
hatırladığım ilkokul sonu galiba, sen yatılı okulu kazanıp gittin, ben sınavı
kazanamamıştım.”
“Sahi Halim sen neden kazanamamıştın? Çok iyiydin, hep
kendime sordum fakat bir cevap bulamadım. Hasta falan değildin, sorular sana
göre çok basitti. Benim bile kazandığım yerde sen haydi haydi kazanırdın.
Sahiden neden kazanamadın” dedi, meraklı gözlerle bana bakıyordu.
“Evet, yatılı öğretmen okulu sınavı idi, çok iyi
hatırlıyorum. Sınav günü öncesi akşam deprem olmuştu, baya sallanmıştık. Sen de
hatırladın mı?”
“Evet hatırladım.”
“İşte o deprem esnasında kardeşimle kaymak tutmuş süt
tenceresinin başında kavga ediyorduk kaymak için. Evin sallandığını hissettik
ve benim elimdeki kaşık korkudan düştü, kardeşim o sıralar yedi yaşlarındaydı
ve ben kadar korkmamıştı. İşine koyuldu, meydan O'na kalmıştı. Kaymağın
tamamını sıyırdı ve yuttu, ben korkumu atıp kendime geldiğimde kaymak çoktan
kardeşimin midesine inmişti. İşte o akşam, annemle sohbet ettik, kardeşim
uyumuştu. Ben yatağın içine girmiş uyumaya çalışıyordum, Annem seslendi ‘Halim yarın imtana gitme’ dedi, hiç beklemediğim bir şeydi. Neden? Diye sordum. Biliyorsun
Annem’ in okuması yazması yok. ‘Uzaklara gideceksin, oralarda devlet çocukları
odalara yalnız koyuyormuş. Kazandığın zaman ise, zorla götürüyorlarmış.
Korkarsın yalnız, zelzele falan olursa ne yapacaksın?’ Dedi bana. Ben imtana
gidicem dedim. Uyumaya çalıştım. Bu zamanda babam kahveden henüz gelmemişti.
Babamın bu konuşmayı bildiğini sanmıyorum. Babam ilkokul mezunudur. Çalışkan
bir öğrenciymiş. Onu da ablası göndermemiş daha önceleri anlatmıştı hikayesini.
Fakat sabaha kadar uyuyamadım. Korkularım arttı. Hele de kazanırsam ‘devlet
zorla götürecek’ sözü beni çok düşündürdü. Sınava gitmek istediğimi söylediğim
için sınava gidecektim ve çözümüm: sınavı kazanmayacaktım. Sınav gerçekten çok
basit gelmişti, bilerek sorulara yanlış cevaplar vermiştim. Hala sorunun birini
iyi hatırlarım. Patatesin meyvesi toprağın üstünde mi altında mıdır? Evet,
haklısın işte hikayem bu. Kazanmak istememiştim. Öğretmen bile çok şaşırmıştı.
Çok defalar sebebini sordu söylememiştim, hastaydım falan dedim geçiştirdim.
Çünkü babamın duymasını istemiyordum. Babam kızardı. Bu öylece kimse bilmeden
kaldı. Siz üç kişi yatılı gittiniz. İki erkek bir kız. Her biriniz ayrı ayrı
okullaraydı. Sen öğretmen okulu, Ayşe ebe okulu, Mehmet nereye gitti
hatırlamıyorum. İşte böyle soruna cevap buldun mu şimdi?”
“Anladım. Desene bir sır, kaybetmişiz seni” dedi Hasan,
boynunu bükerek.
“Bilemiyorum belki de. Hatırladığım kadarıyla bizden bir
dönem öncekiler öğretmenlik hakkını aldı, bizim dönemler alamadı diye
hatırlıyorum. İki yıllık okullara hak verildi. Sen ne yaptın?”
“Üç yıllık eğitimi kazandım” dedi Hasan gülümseyerek.
“Çok iyi. Bölüm?”
“Edebiyat, fakat özel ilgi alanım felsefe oldu.”
“Sizler gittikten sonra başka arkadaşlar kasabaya
ortaokula kayıt yaptırmaya giderken bende takıldım peşlerine, ortaokula kayıt
yaptırdım. Arkadaşın babasının asker arkadaşı varmış orada ve bize veli oldu. Kayıt
yaptırdım ama ne olacak, ne yapacağım hiçbir şey bilmiyordum. Öylesine gittim.
Biliyorsun köyden on beş kadar çocuk okula devam ediyordu. Akrabamız olan
benden bir sınıf üstte okuyan bir arkadaşla birlikte kaldık, ne kadar birlikte
kaldık tam hatırlamıyorum ama çok iyi hatırladığım bir şey var ki kuru fasulye
yemeğinin lezzeti.”
Kasaba, köyden yaya olarak orman yolundan iki buçuk
saatlik bir mesafede ve haftanın pazar günü alışveriş pazarı olarak büyük
pazarı olur. Köyden gece kalabalık olarak yola çıkılır, şarkılı türkülü zevkli
bir yolculuk olur. Tam da kasabaya girileceği saatler yaklaşık tan vakti
vadiden sanki zeytinyağı kokusuna benzer bir koku hissedilir. Bu kokuyu çok
kişi hissetmiştir. O bölgede zeytin ve zeytinyağı ile Hiçbir ilgi yoktur. Bir
defasında yaşlı birisine sorduğumda “cennetin kapılarının açılmaya başladı”
demişti. Köyden okula gelen kızlı erkekli hemen hemen herkes birer, ikişer veya
üçer kişi olarak on Ya da on beş metrekarelik odalarda kalırlar. Kız öğrenciler
de mutlaka yaşlı bir kadının yanındaki odalarda aynı şekilde kalırlardı. Bizim
kaldığımız oda yola kaldırım mesafesinde ve briket duvarla çevrilmiş, sıvası ve
üzerine kireç badana yapılmış, çatısı betonla kaplanmış bir oda idi. Kuzeyi
diğer odaya bitişik, güneyi yola bakan,
doğusu boş arsaya sınır, batısı ise avluya bakan giriş kapısı olan ve
yol cephesinde de küçük penceresi olan bir oda idi. Taban beton, beton zerine
hasır sererdik. Hasır üstüne de varsa kilim serilirdi. Orta yere teneke bir
soba kurulur, köyden ortak olarak getirilen odun yakılırdı kışın. Sobanın her
iki tarafında yer yataklarımız olurdu Ya da durumu biraz iyi olanların tek
kişilik tel somya karyolası olurdu. Odanın boş arsaya bitişik duvarında bir
baca yeri vardı ve şömine şeklinde, ortalama bir metrekare kadardı ve burasını
da yemek pişirmek için kullanırdık, aynen mutfak gibi. Biz şanslı sayılırız.
Bazı odalarda şömine bile yoktu, odanın ortasında gaz ocaklarının üstünde yemek
pişirilir, yemek kokusu her tarafı sarar elbiselerde bu kokudan nasibini alır,
okulda kimin ne yemeği var listesini yapabilirdin. Bazen et kokusu olan
arkadaşın yemek zamanın da evine gider, sofra zamanında baskın yapmaya
çalışırdık. Çoğu zaman da bingo olurdu. Ne yazık ki yemek az olduğu için tam doyamazdık.
Ekmek banmaca, karnımızı doyurmaya çalışırdık.
Benim
oda arkadaşım Yaşar çok güzel kuru fasulye pişirirdi. Yemek içine kurbandan
hazırlanmış kavurma Ya da donmuş et yağı koyardı. Her ikimiz de yemeklerimizi
ayrı pişirir ortak olan yalnızca oda kullanımı ve soba idi. Ben yemek yapmasını
bilmiyordum. Bazen ders çalışıyormuş gibi yapıp Yaşar'ın yemek yapışını
izlerdim. Yemeklerini yalnız yer, buyur etmezdi. Canım çok çekmesine rağmen Bir
şey diyemiyordum. Başka bir şeyle ilgileniyormuş gibi yapardım. Fakat dışarıya
çıktığında, çarşı gibi veya bir arkadaşının
yanına gittiğinde, fark etmesin diye ekmeğin ucunu azıcık yemeğin suyuna
bandırır yerdim. Neredeyse bazen bir somunu bir tahta kaşık kadar yemek suyuyla
birlikte birkaç tane ile bitirirdim. Yaşar da huylanır döndüğünde bir bakardı
tenceresine ama fark edilmezdi. Çok sık nedensiz yere çok basit şeylerden kavga
ederdik. Kavgalarımız sözlü olurdu fiziksel olarak hiç hatırlamıyorum. İşte bu yüzden sene ortasında bahçenin iç
tarafında olan başka bir oda boşaldı ve ben oraya geçtim. Yalnız kalacaktım.
Pazar günü annemle alışveriş yaptık. Bir küçük tencere
kaşık, alüminyum birkaç tabak, bir küçük tava ve gerekli olabileceği düşünülen
birkaç parça daha. Tabii ki bir hafta yeteceği düşünülen Annem’ in getirdikleri
yemekliklerin haricinde sebze meyve ve yemeklik alındı. Odama getirdim, bir köşesine serdim. Tenceremi ilk defa
kullanacaktım. İçinde su kaynattım, alüminyum tencere idi, pırıl pırıl olmuştu.
Şimdi yemeğimi yapabilirim artık. İlk makarna yapmaya karar verdim. Düdük
makarna. Tencereye soğuk su koydum, gaz ocağımı yaktım ve biraz hava bastım,
güzel yanıyordu. Suyun içine makarnayı da koydum, içine biraz da tuz koyarak
kaynamaya bıraktım. Bazen de karıştırıyordum. Her karıştırışımda eriyip
hamurlaşıyor ve koyulaşıyordu. Nihayet hamur oldu. Düdükler yok olmuş sihir
bozulmuştu. Annem’ in yaptığına hiç benzememişti. Olsun ben pişirdim, ilk
yemeğim yiyeceğim. Bir kaşık aldım tadı tıpkı tarhana hamuruna benziyor
gibiydi. Ortasına hafif çukurluk açtım, içine biraz zeytinyağı koydum ve sıcak
hamuru zeytinyağına banarak tencereyi yarıladım. Bitirmemek için kendimi
frenledim.
Odamda ilk gecem. Bahçe katında topraktan yarım metre
kadar yüksekte ve penceresi bahçeye bakıyor. Sokak lambası yüz metre kadar
ileride ve pencerede desenli bir kumaştan olan perdenin arkasında ağaç
gölgeleri dalgalanıyor görebiliyordum yatağımdan. Hoşuma gitti gölgeleri ve
gecenin hışırtısını seyretmek ve duymak, ninni gibi geliyordu. Hiç yalnızlık
hissetmiyor hiç özlem çekmiyordum. Gayet iyi hissediyordum kendimi.
Uyandığımda gün doğmak üzereydi. Gaz ocağımı yaktım,
akşamdan kalan makarnamı ısıtıp kahvaltımı yaptım ve hazırlanıp okula gitmek
için diğer çocuklarla birlikte yola çıktım. Okul yakındı, beş yüz metre
kadardı. Derslerim gayet iyi gidiyor, günler nasıl geçiyor anlamıyordum, yalnız
yaşamak da o kadar zor gelmiyordu, kendi kendime yetebiliyor herhangi bir şeye
ya da kişiye ihtiyaç duymuyordum. Duysam da anlamlı değildi zaten.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.