Böyle
zamanlarda daldan dala konan bir düşünce yapısı oluşur Zafer’in. Bir süredir
tanıdığı birinin hayatı geliverdi aklına. O kişi için üzülürdü sık sık. Genç
bir kadındı. Severek evlendiğini söylemişti bir ziyaret sohbetinde. Yeni
taşındıkları evlerine güle güle oturun demeye gitmişti. O zamanlar kocası
çalışıyordu ve birliktelerdi. Çocukları da vardı. Biri oğlan diğeri kız iki
şirin ve sevimli çocuklar. Kız birkaç yaş büyük oğlandan.
Fazla
görüşme olanakları olmazdı Zafer’in durumundan dolayı. Onlar da çalışıyorlardı
zaten karı-koca. Akşamları yorgun argın işten gelirler yemek, bulaşık, çocuklar
derken zaman hızla geçerdi. Bazen çok istediği halde “bir çayınızı içmeye
geldim” demeyi ama abes gelirdi ve hiçbir zaman diyemedi o cümleyi. Kendisine
nazik davrandıkları halde mesafe koyardı aralarına. Hiç kimseyle arayı yakın
tutmazdı kendince. Bir güvenlik zırhıydı bu durum. Acı çekmek, üzülmek
istemiyordu. Yeterince kendi üzüntüleri vardı ilave olarak başkalarının
üzüntülerini kaldıramayacağını düşünürdü. Bir taraftan da yıkmak isterdi bu
duvarları ama bir türlü beceremezdi. Zaten bıraktı da artık duvarları yıkma
çabasını.
Aradan
epeyce zaman geçti, hiç görüşmediler, tesadüf olursa görüşebiliyorlardı ancak.
Aradan birkaç yıl geçmiş olmalı. Bir hafta sonuydu. Evden çöp poşetini alıp
çıktı, durağa doğru yürümeye başladı. Yürürken başını kaldırdığında durakta
bekliyordu genç kadın minik oğluyla birlikte. Zafer çöp kovasına doğru hızla
yürüdü otobüs gelmeden durağa varabilmek için.
Çöpü
birkaç metre uzaktan fırlattı ve hızla dönüp durağa doğru yöneldi. “merhaba
Zafer Abi, nereye böyle? Uzun zamandır görünmüyordunuz, hayrola?”
“merhaba,
genellikle buralardayız ama fazla dışarıya çıkamıyordum sadece, denk gelemedik
hiç. Epeyce zaman geçmiş olmalı, görüşemeyeli sizler nasılsınız?”
“sorma
abi, bizde değişiklik çok, sen bilmiyorsun anlaşılan. Benim adam içeride,
cezası kesinleşti, epeyce de uzun. Bir türlü zapt olmadı, oldu olanlar. Şimdi
de ‘kıymetimi anlayın’ diyor. Çarşıya gidiyoruz, sen de mi?”
Duydukları
karşısında oldukça afallayan zafer ne diyeceğini, ne yapacağını bilemedi ilk
anda. Şok geçiriyordu kadının yüzündeki çaresizliği hissederken. Çok iyi
bildiği bir duyguydu bu yüzünde gördüğü acizlik, kaybolmuşluk ve çaresizlik
duygusu. Olmaz olsundu. Birkaç kez yutkunduktan sonra dudaklarını yaladı
ıslamak için. Yapışıyorlardı birbirine kuruluktan. “İnanın çok üzüldüm, hiç
duymadım. Keza benim de dünya ile ilgim kesik gibi de, etrafımı göremiyorum
uzun zamandır. Ne diyeceğimi bilemedim doğrusu.” Kekeleyerek tamamladı yarım
yamalak cümlesini. Kadın doğru dürüst anlayamadı bile çoğunu. Oldukça çaba sarf
ediyordu dudaklarından dökülenleri anlayabilmek için ama soramıyordu da
dediklerini tekrarlatmayı düşünse de.
Otobüs
göründü yakındaki kavşakta. Kurtulduğunu hissetmeye başladı o anda. Üzerindeki
baskı oldukça fazlaydı duyduklarından dolayı. Beklenecek şeyler değildi çünkü.
Kim düşünür ki birkaç ayda veya yılda bir evlilik nasıl bu hale gelir ve biri
hapse diğerleri açlığa ve sefalete bir o kadar da hasrete düşer. Demek ki
oluyormuş. Olmaz demeyeceksin demezler mi eskiler. Olmayacak şey yok derlerdi
de inanmazdı Zafer çocukluk yıllarında ama orta yaşlara gelinceye kadar
karşılaştığı ve yaşadıkları ona da inandırmaya başlamıştı.
Otobüse
bindiler hep beraber. Zafer tek koltuğa oturdu onların arkasından bir koltuk
seçerek. Ne diyebilirdi, ne yapabilirdi hiçbir fikri yoktu. Beş dakika kadar
sürerdi yolculukları çarşıya doğru. Caddeye çıktığında inmeli miydi yoksa daha
yukarıya kadar gidip indiklerinde bir çay içmeye davet etmeli miydi? Ne de olsa
çaylarını kahvelerini hatta sofralarında yemek yemişliği vardı komşuyken.
Çarşıya
varıldığında durdu otobüs. Komşu kadın oğlunun elinden tutarak indiler Zafer de
indi arkalarından ve birkaç adım attıktan sonra “Buyurun, isterseniz bir şeyler
içebiliriz. Hava oldukça sıcak ne de olsa, çarşı daha da sıcaktır.” Dedi üzgün
bir ses tonuyla ama sesi titreyip çatallanmıştı. Yanlış anlaşılmaktan da
korkuyordu aslında ama korkunun ecele faydası olmazmış diye düşünüp komşuluk
hatırına saydı her şeyi. Belki yardımı dokunabilirdi, ihtiyaçları olabilirdi.
Göze aldı olumsuzlukları ve kimin ne diyeceğini umursamayacaktı.
“Olur
abi, ben de alışverişe çıkacağım zaten. Akrabalar gelecek biraz sonra çarşının
girişinde buluşacağız ama telefon edecekler gelirken.” Deyince sevindi Zafer bu
habere. Birlikte yürüdüler yakındaki bir kafeteryaya. Dışarısında gölge yerler
vardı, serin olabileceğini düşündükleri bir masaya oturdular. Koridor gibiydi
oturdukları yer, rüzgâr ılık esse de serinlik veriyordu diğer yerlere göre.
Birlikte
çay söylediler. Oğlana da dondurma. Biraz hal hatır sormayla geçti zaman ama
konuşmaktan çekinir bir halleri vardı sanki. Nereden başlayacaklardı bilemiyor
gibiydiler. Zafer meraklı durumuna düşmemek için kocasının ne kadar ceza
aldığını, neden cezalandırıldığını sormak istemedi ama belki kendisi söyler
diye de beklenti içindeydi.
“Abi,
sen neler yapıyorsun bakalım, hastan nasıl oldu? İyileşmiştir inşallah.
Bizimkinin oluru yok artık hiç olmazsa senin durum iyi olsun bari!”
Zafer
duydukları karşısında kendi durumunu ön plana çıkarmak istemediği için “neden
olmasın, gün doğmadan neler doğar derler, bozma moralini. Umutsuzluk en kötüsü.
Hem sayılı gün bunlar…”
Cümlesini
tamamlayamadan “Abi, ne sayılı günü allah aşkına, yirmi yıl bu dile kolay.
Kesinleşen bu kadar daha ilaveler de gelecek yargılandıkları dosyalar da var.”
Gözleri dolu dolu oldu birden. Uzun süredir konuşamadığı ve kimseye dert
yanamadığı belli oluyordu. Benim hastamla ilgilendiğim zamanlardaki komşuluk
zamanlarında az yemek göndermemişti kızıyla. Tam da yerinde gelen yemekler
olmuştu o yemekler. Ne tadını unutabilirim ne de hatırlarını diye geçirdi
içinden. Bir süre suskunluk oldu arada.
Teselli
etmenin bir yolu olabilir miydi böyle bir durumda? Pek mümkün görünmüyordu ama
yapılabilecek en iyi şey dinlemek olacak diye karar verdi Zafer. Bir an
gözlerine bakmaya çalıştı, yıkkın ve çökkün görünüyordu o güçlü ve azimli
kadın. Yerinde yeller esiyordu adeta. O bilinen kadın gitmiş yerine çaresiz iki
çocuklu yaşlanmış bir kadın gelmiş.
“Çalışmaya
devam ediyor musun?” diye sordu zafer, eski çalıştığı yerde çalışıyor olduğunu
düşünerek. “hayır, işler kötüleşince işten çıkardılar benimle beraber diğer
çalışanları. Karı koca kendileri idare edeceklermiş dükkânlarını. Ama ben
kendime iş buldum.” Dedi biraz gülümseyerek.
“İşte
bu güzel bir haber. Son zamanlarda duyduğum en güzel haber belki de. Sen
yaparsın, her şey gelir elinden. Gerçekten, ben inanıyorum. Bu işlerin de
altından kalkarsın.”
Birer
çay daha söyleyip yavaş yavaş sohbet açıldıkça umutsuzluklarının ne kadar derin
olduğu anlaşılıyordu. Zafer kendi durumunun dünyadaki en kötü durum olduğunu
düşünürken karşısında kendinden daha kötü olduğunu düşünen birisi daha vardı.
Aslında teselli etmeye çalışırken teselli olunamayacak bir durum içinde
olunduğunu görüyordu ama yine de bağlanabileceği ve kendisine amaç
edinebileceği durumu da vardı. Gençliği, çocukları ve sağlıklı olmasıydı. Kim
olursa olsun eğer bir amacı ve kendini adayabileceği, değeceğini düşündüğü bir
şeyler varsa her şeye katlanabiliyor insanoğlu. Kendi yaşamından biliyordu bunu
Zafer.
Zafer
için kötü olan ve çaresiz olan ise ne kendini bağlayabileceği bir amacı ne de
fedakârlığına değebileceği bir durumu vardı. Dünyada tek başına yapayalnızdı.
Hiçbir yer sahiplenmiyordu onu, o da sahip çıkamıyordu hiçbir yere ve hiçbir
şeye. Kendini bile taşıyıp durmaktan yorgunluk hissediyordu. Keşke yerinde
olabilseydim diye geçirdi içinden. İki çocuk için on -on beş yıl uğraşır,
çalışır çabalar çocuklarını büyütürdü, çocuklar büyüyünce de sıkıntılar yavaş
yavaş ortadan kalkardı. Onların eğitimleri tamamlanır, ellerine işlerini
alırlar bir de evlendiler mi her şeye değerdi. Bütün o çekilen acılar,
sıkıntılar unutulur giderlerdi.
Aklından
geçenleri ifade etmeye çalıştı, kendisine sorulan soruları geçiştirerek her
seferinde. Kendisinden bahsetmek istemiyordu. Kendisine bile anlatamadığı
durumunu bir başkasına anlatmanın ne anlamı olabilirdi? Zayıflığını ortaya
sermekten başka bir şey değildi. Durumunu ve acizliğini kabullenmiş kabuğuna
çekilmişti artık. Elbette kolay olmamıştı o kadar uzun yıllar. Olsun, zaman hiç
bakmıyor insanın gözyaşlarına ve sızlanmalarına, sonunda dize getiriyor işte.
Şu hali de dize gelmiş haliydi.
Birkaç
cümle de olsa durumu konuşulunca “abi ne var Allah aşkına senin durumunda.
Sağlığın yerinde. Çocuk yanında değil. Bir başınasın. Yediğin karnında
yemediğin yanında. Keşke ben sen gibi olsaydım. Baktın kafana uygun biri çıkar
bir de evlenip barklandın mı değme keyfine. Gül gibi hayatın var zaten daha da
iyi olur ileride. Benimkisi öyle mi ya? Ne elde var ne avuçta. Bizimkiler bile
uzaklaşmaya başladı benden. Senin çocuğuna bakmak zorunda mıyım? Diyor öz anam
bile. Sen gel de başkalarını düşün. Anlayacağın başım başım kadın başım.
Kendimden başka çare yok bana. Çalışıp üç beş kuruş ekmek parası kazanırsam
çocuklarımın kursağına iki lokma ekmek girecek aksi halde aç kalacağız onlar da
ben de. Kendime hiç yanmıyorum da çocuklarıma dayanamam…”
Zafer
gülümsemeye çalışarak dinliyordu kendisi hakkında söylediklerini. İçinden de
keşke senin dediklerin doğru olsa diyordu. Anlaşılan oydu ki herkesin derdi
tasası kendine en büyüktü. Başkalarının derdi tasası daha kolay görünüyor ve
uzaktan çözümleri de bulunuveriyordu. Kendi derdine gelince bir türlü çare
bulunamıyordu.
Telefon
geldiğinde akrabalarının yola çıktıklarını söyleyince hesabı ödemek için kalktı
Zafer. Birlikte çarşı girişine kadar yürüdüler. Çarşı girişine varıldığında ev
ihtiyaçları için alışveriş yapmak üzere ayrıldı Zafer ama kafasının içi allak
bullak olmuştu. Hakikaten kolay bir durum değildi kadının durumu. Kendi
durumuyla kıyaslamayı sürdürünce de sanki kadına hak verir gibi oldu. Acaba
hata kendisinde miydi? Kendisine çok fazla mı yükleniyordu? Niye ayağa dikilip
bir şeylerle uğraşamıyordu?... Sorular sıralanmaya başlayınca kafasının içinde
adımlarını hızlandırıp uzaklaşıp gitti zafer. Kaybolmayı seçmişti yine.
Kendine
gelme zamanıydı belki de. O zamanları düşündü tekrar tekrar. Bir türlü içinden
çıkamadığı sarmalların arasında debelenip duruyordu sürekli. Kim bilebilir ki
kadının ve kendisinin ne olacağını. Belki de tesadüfler yönlendirecekti bazı
şeyleri. Zamanı beklemek gerekiyordu her durumda.
Uzun
zamandır hiç haber alamamıştı kadın ve çocuklarından, kocasından. Ayrılalı
epeyce de olmuştu oralardan. Her sıkıldığında yer değiştirmesi de işin
cabasıydı. Hastası biraz iyileşince de kardeşinin yanına kaçıp gitmişti bir
süre önce ama yalnızlığını yenememişti bir türlü.
Kısacası
o zamanlardan bu yana kendisinde önemli bir değişiklik olmamıştı tek tesadüf
ise hastasını kendisinden kaçmasıydı dört beş yıl birlikte olmasından sonra.
İlk zamanlar çok kötüydü hastası, kendini bilmiyordu ama uzun uğraşı ve
tedavilerden sonra kendine bakabilecek duruma gelmişti. Kendi ihtiyaçlarını
kendi görebiliyor yiyip içebiliyordu. Sağlığı da gayet iyiydi artık. Hiçbir
şikâyeti yoktu belinin kamburluğu ve arada bir hayal görmelerinin dışında.
Hani denir ya "uzaktan gelen davulun sesi hoş gelir" diye; ama insanın içinde çalan, gümbür gümbür çalan bir davul varsa eğer pek de hoş gelmiyor insanın kendine.
Görsel: Google Görseller
Herkes kendi derdinin en büyük olduğunu sanıyor hayatta, doğal bu. Belki de birbirlerimizin dertlerini kıyaslamamak en iyisi. Bu arada komşularla araya mesafe koymak benim de yaptığım bir şey gerçekten kimsenin derdini yüklenecek psikolojim kalmadı. Elinize sağlık.
YanıtlaSilyaşam içinde zırhımızı kalınlaştırıyoruz galiba. bazılarımız ise tamamen zırhın içinde kalarak yaşamaya devam ediyor. Özellikle günümüzde oldukça fazla bu durum sanıyorum.
SilTeşekkür ederim.
Bu dönemde eşlerinden ayrılmak zorunda kalıp tüm zorluklarla tek başına mücadele etmek zorunda kalan o kadar kişi oldu ki... O yüzden çok önemli kadının bir mesleğinin olması. Kimse birilerine muhtaç yaşamak istemez. İnsan her zaman kendi içinde bulunduğu olayı içinden çıkılamaz görür zaten. Bu hiç değişmiyor. Elinize sağlık.
YanıtlaSilHaklısınız kadın eğitimli ve iş sahibi olmalı. Çok şey değişecektir bu tür toplumlarda.
Silyaşamın karakteri böyle ne yazık ki, inişli ve çıkışlı.
teşekkür ederim.