Akşam
karanlığı bastırmaya hazırlanırken şehri simsiyah yağmur bulutları gibi, Zafer
şehri kuşbakışı seyreder haldeydi en yüksek tepeden. Canı sıkkındı epeydir,
hava alayım diye çıkmıştı sabahın kör karanlığında evinden. Uykuları kaçıyordu
son zamanlarda sık sık, hemen atardı kendini sokakların kucağına, şansından bu
gün ise kendine bir rota çizmeden doğaçlama dolanıyordu ortalıkta ve bir
simitle kahvaltısını geçiştirdikten sonra sabahçı kahvesinde bir demli çay
içerek tekrar düşmüştü yollara ardına bakmadan.
Kahve
işçi kahvesiydi aslında, zamanında oradan çok işçi götürmüştü ihtiyaç duydukça,
hemen hemen bütün gelenleri tanımıştı uzun yıllar öncesinde. İster istemez göz
ucuyla baktı etrafa yine de ama oldukça erken olduğundan daha kimseler yoktu
ortalıkta. Giderken sokaklarda karşısından gelenler oluyordu tek tük ama o da
onları tanımıyor onlar da onu. Yabancısı olmuştu uzun yıllardır bu çevrenin.
İki
sokak geçince düşünmeye başladı eski zamanları. Kızdığı, zorda kaldığı zamanlar
çok olmuştu zaman zaman. İstediği kalifiye elemanı bulamadığı için çoğu zaman
götürdüğü elemanlar astarı yüzünden pahalı gelmişti kendisine ama yine de
mecburen götürürdü işleri yetiştirmek için. Söz verdiği için zamanında teslim
etmek isterdi her zaman. Böyle durumlarda bakmazdı ucuzuna pahalısına.
Aklına
geldiği için o günler kızdı kendi kendine ve ilk gördüğü taşa tekme salladı
gayri ihtiyari. “ah, ah” sesi çıkıverdi ağzından birden. Gülümseme oturdu
dudaklarına hafiften. Aslında acı bir gülümsemeydi bu canı yanmıştı vurasıya.
Parmak uçlarıyla vuruvermişti hiç düşünmeden. Taş sert çıkmıştı. Başını iki
yana sallayarak “aptallığın daniskası bu” diyerek kendi aptallığını düşünmeden
edemedi.
Aralıklarla
oturup dinlendiği oldu ama yürümeye devam etmek istediği için fazla oturmak
istemedi. Bir an etrafına bakındığında meskûn mahalden çıkmasına az kaldığını
düşündü. Binalar seyrelmiş ve daha azdı katları. Çoğu da gecekondu gibi
duruyordu. Sanki daha öncelerinden hiç gelmemiş gibi hissetti, yabancı
geliyordu her yer kendisine.
Bir
an acıkmaya başladığını hissetti ama etrafta lokantaya benzer bir yer
görünmüyordu. Güneş de tepesindeydi artık. Sıcaklık kendini hissettiriyordu.
Kendisini uyarıyordu adeta. Karşısından bastonuna yaslanarak yavaş ve aksayarak
gelen yaşlı adamı görünce yavaşladı, yaşlı adam yakınlaşınca “amca, buralara
yakın bir lokanta veya tost yapan bir yer var mı bildiğin?” diye sordu.
Önce
anlamadı yaşlı amca. Sağ elinde baston olduğu için sol elini kulağına götürerek
“bi şey mi dedin evlat?” deyince tekrar etti Zafer sorusunu. Bir an düşündü
yaşlı adam ayakta dikilerek. Zafer de merakla diyeceğini beklemeye başladı
dudaklarını takip ederek.
Yaşlı
adam gülümsedi alay edercesine “anlaşıldı delikanlı, sen yabancısın buralarda.
Yok, yok öyle dediklerinden. Biri heveslenip açtıydı çok eskilerden işler
iyiyken ama dayanamadı fazla. Pişirdiklerini kendi evine götürmeye başladı
satılmayınca. Sonra da dayanamadı bıraktı.”
“Ya,
öyle mi? Yok yani? Bakkal da mı yok, ekmek satan?”
Yaşlı
adam bir adım kadar yaklaştı Zafer’in burnunun dibine sokuldu kalın camlı
gözlüğüyle yüzünü seçmeye çalıştı bir süre dikkatli bakarak. Sonra bastonunu
sol eline geçirerek daha da yaklaştı ve sağ eliyle yanağını okşadı Zafer’in.
Önce şaşırdı Zafer, hiç beklemediği bir hareketti bu durum. Nedenini de
anlamaya çalışıyordu bu arada.
“Sen
mert bir insana benziyorsun, bir o kadar da görmüş geçirmiş birisisin. Senden
bize zarar gelmez. Gir koluma da bana yardım et daha çabuk varalım eve. Hemen
sokağın bitiminde, köşede benim ev. Ben de yemeğe geliyordum zaten. Benim
misafirimsin, itiraz istemem, yoksa bastonu görüyorsun, oldukça da sağlamdır
ha!” deyince önce teşekkür ederek itiraz etmek istedi. Utanmıştı da. Sonra
kırılacağını düşünerek yaşlı adamın isteğini kabul etti.
Yaşlı
adam sokağın sonuna gelince sol elini Zaferin sırtına atarak yönlendirdi. Hemen
köşedeki ilk demir kapıya bastonuyla vurdu iki defa. Beş yaşlarında bir kız
çocuğu açtı kapıyı. Yabancı bir adamı dedesinin yanında görünce şaşıran
torununa “git söyle anana yavrum, bir kaşık daha koysun sofraya, misafirim
var.” deyince, esmer kız koşturmaca gitti içeriye bağırarak.
Sofra
hazırlanmıştı zaten. Hemen ellerini yıkadılar bahçedeki çeşmede ve sofraya
geçtiler. İtiraz etse de Zafer, yaşlı adam masanın başına oturttu kendisini.
Sofra oldukça kalabalıktı. Uzun bir zamandır böylesine kalabalık bir sofraya
oturmadığını düşündü bir an. Kalabalık sofrada, hele de çocuklar varsa yemeğin
ne kadar lezzetli olabildiğini hatırladı. Gelinini yanına torunlarıyla birlikte
oturan nine Zafere bakıyordu arada bir fark ettirmeden. Tanıdık biri olup
olmadığını anlamaya çalışıyordu ama soru sormak hoş karşılanmazdı yemekte.
Misafir rahatsız olabilirdi. Yemekten sonra konuşulurdu zaten.
Zafer’in
dikkatini çeken şey, sofrada kadın erkek ayrımı yoktu yani harem, selam ayrımı
yoktu. Herkes de gayet rahattı, sofrada hep beraber oturmaktan. Bir an içine
bir sıcaklık çöktü Zaferin. Aile sıcaklığını hissetti yine oldukça uzun bir
süreden beri. Unutmaya yüz tutmuş olan duygularındandı bu durum. Üzerinde
durmak istemiyordu. Birkaç lokma alınca “ellerinize sağlık efendim, çok
lezzetli her şey. Ben kolay kolay doymazsam kusuruma bakmayın olur mu?” diyerek
şaka yapmaya çalıştı. Herkesin de yüzü gülmüştü sözlerine. Çocuklar yabancı
adamı izliyorlardı dikkatlice.
Yemekler
tüketildi, tatlı olarak erik şerbeti içildi. Oldukça tatlandırılmış bir
şerbetti erik şerbeti. Bahçedeki erik ağaçlarından birisini gösterdi yaşlı adam
“bunun eriğinden bu şerbet” dedi uzunca bir süre erik ağacına minnetle baktı.
Bir
saati geçmişti yemek ve kahve sohbet derken. İzin istemeyi düşünerek kıprandı
yerinde. Yaşlı adam “acelen mi var evlat?” deyince işinin kolaylaştığını
düşündü o anda. “kusuruma bakmazsanız eğer, izin isteyecektim sizlerden.
Unutmuşum, bir arkadaşımla buluşacaktık. Zaman gelmek üzere de” diyebildi utana
sıkıla.
“Tamam
evlat, nasıl istersen. İzin senin. Buralardaysan yine bekleriz, yardıma
ihtiyacın olursa da hiç utanıp sıkılma olur mu?”
“hepiniz
de sağ olun efendim, buralara bir arkadaşımı görmeye gelmiştim, asker arkadaşımdı,
uzun süredir irtibatımız kopmuştu. İstanbul’a gitmiş, orada çalışıyormuş,
ailesiyle görüştüm. Ben de döneceğim hemen.”
Bir an adres ve telefon vermeyi aklından geçirdi ama cesaret edemedi,
çünkü ne bir adresi ne de bir telefonu vardı. En iyisi hiçbir şey vermemekti.
“tekrar buralara yolum düşerse mutlaka acı bir kahvenizi içmeye gelir hal
hatırınızı sormak isterim” diyerek acelesi varmış gibi ayrıldı yanlarından.
Midesine
doldurduğu lezzetlere alışkın olamayan midesinin hazımsızlığıyla birlikte sokaktan
hızla uzaklaşmayı düşünmeye başladı. Hiç de hesapta olmayan bir durumdu bu
yemek meselesi. Olsun, iyi de olmuştu kendisi için. Oldukça uzun bir zamandır
unutulmaya yüz tutmuş duyguları tazelenmiş oldu olmasına ama rahatsızlık
duymaya başlamıştı bu duygu tazelenmesinden.
Tepeye
ulaştığında havanın kararmaya başlaması kendisini rahatlatmayla karışık buruk
bir duyguydu. Bir taraftan karanlık kendisini kendisinden saklıyor diğer
taraftan duygularının karanlıkta kalmış olmasını umarak kendisini kandırmaya
çalışmasını fark etti.
O
taşın üzerine oturduğunda oldukça yorgun olduğunu hissetmeye başladı bir süre
sonra. Ayaklarını öne doğru uzatıp kendi iç karanlıklarında dolaşmaya başladı.
Bir türlü kaçamaz olmuştu bu dar ve çıkmaz karanlık sokaklarından. Her
hareketinde başka bir çıkmaz sokak çıkıyordu karşısına. Adeta hiç kıpırdamak
istemiyordu bulunduğu yerden. Günlerce, haftalarca, aylarca hatta yıllarca
öylece kalabilirdi.
Korkar
olmuştu en küçük hareketten. Sanki bir felaket yaşayacakmış duygusu hâkimiyeti
ele alıveriyordu hemen. O da zaman kazanmaya çalışıyordu kıpırdamamakla, bir
gün mutlaka güçlenirdi nasılsa, işte o güçleneceği günün gelmesini beklemeyi
daha doğru bulmaya başlamıştı ister istemez.
Şehrin
ışıkları yanmaya başladı, üstüne çullanan karanlığı yenmeye çalışırcasına.
Işıklar dans ediyordu adeta şehirin sokaklarında. Rengârenkti ışıklar, kimisi
parlak, kimisi kırmızı, soluk, mavi, sarı; renk cümbüşü vardı uzaklarda.
Bir
an indi oturduğu taşın üzerinden, seyrek de olsa otlar, çimenler vardı etrafta.
Göz ucuyla düz bir yer aradı ve sırt üstü uzanıverdi hemen oracıkta. Gökyüzü
üzerinde şemsiye gibiydi, pırıl pırıl yıldızlar vardı tepesinde. El atsa çoğunu
yakalayacakmış duygusuna kapılarak sağ kolunu kaldırdı avucunu açarak ama
kaldırdığı elinin parmaklarını fark etti, parmak aralarından yıldızlar
düşüverecekmiş gibi duruyorlardı.
Öğle
yemeğindeki insanlar geldi gözlerinin önüne, birer birer yıldızlara doğru
süzülüyorlardı parmaklarının aralarından. O şirin küçük kızın saçları altın
sarısıydı, uçuşuyordu saçları tel tel. Bir süre gözlerini kırpmadan baktı
görüntüyü kaybetmemek için.
Kendine
ve insanlara olan güvensizliğini düşündü, bu güvensizlik kızdırıyordu
kendisini. Kızmaya başlayınca da insanlara karşı kendini duyarsızlaştırmayı
daha doğru bularak savunmaya geçerdi her zaman. İşe yarıyordu duygularını
tatmin etmek için. Öyle değil miydi sanki herkes ektiğini biçerdi. Hak ettiğini
yaşardı insanlar. Oldukça uzun zamandır böyle düşünüp insanlara acımayı
unutmaya çalışmıştı hatta zarar çekmelerinin kendilerini akıllandıracağını bile
düşünmeye başlamıştı, doğru olduğuna inanmasa da.
İnsanlar
aptallıklarının cezasını çekmeliydiler, yaptıkları aptallıkların cezalarını
çekmekten hiç kimseler koruyamazdı onları, korumaya çalışanlar, zarar çekmesini
istemeyenler olurdu zaman zaman ama artık onlara da kızmaya başlamıştı, doğru
gelmiyordu artık o düşünceler. Çünkü kimse kimse için kurtuluş olamaz, şu anda
kaç çocuk aç ve soğukta uyumaya çalışıyor acaba? İnsanların kendisinin farkına varmaması
ve düşüncesizliğinin cezasını daima çekecekler. Kendileri kurtulmayı istemediği
sürece benzer acıları sürekli yaşayacaklar. İşte asıl durum da buydu zaten ve
yaşıyordu insanlar.
Bir
başlangıç ve son bulunurdu daima kendisine göre. Bütün mesele başlangıç ve sondur
diye düşünürken aynı zamanda da her şey bu iki aralıkta sıkışıp kalır aslında.
Başlamak en zor olandır. Bir kere başladığında gerisi gelecektir ve bittiğinde
“tamam değil ama bu bitti” demek önemlidir. Herkes için böyledir ama farkında
olan neredeyse pek yok gibidir.
Bu
aslına bakılırsa doğan bir bebeğin ilk nefes alışı ve sonrasına benzer. Çok şeyi
farkına varmadan yapar insanlar hatta tüm canlılar. Sanki önceden binlerce kez
yapmışlar gibi. Hiçbir bebek ilk nefes alırken boğulmamıştır nefesi yarıda
kalmamıştır öyle değil mi? Mutlaka başarmışlardır hatta en doğru nefes alan
canlılardan birisi bebeklerdir. Büyüdükçe nefes alışları bozulur ve yanlış
nefes almaya ve vermeye başlarlar.
Bir
şeye başlayabilmenin önemli hem de oldukça önemli olduğunu yaşamının önceki
deneyimlerinden biliyordu. Bu konuda çok şeyler söyleyebileceklerden birisi
olmasına rağmen bir türlü başlayamamasına akıl erdirmeye çalışmakla meşguldü
oldukça uzun zamanlardır. Havada uçuşan belirsiz toz zerrecikleri gibi
hissetmesi de işin komik yanıydı. Komik çünkü anlamı yoktu. Anlamsız olan
şeylerden anlamlar çıkarmaya çalışmaktı bütün işi.
Anlamsızlıklardan
anlam çıkarmaya çalışmak nasıl bir iş olabilir ki? Diye kendi kendine defalarca
kez sormasına rağmen kendisi de çok fazla anlam çıkaramamıştı aslına bakılırsa.
Şu anda bulunduğu yerde olmasının bir anlamı yoktu örneğin. Düşündüklerinin de
öyle. “ne anlamlı bana göre? Veya başka türlü sorayım, ne anlamlı olabilir?”
gibi sorular takılır zaman zaman.
Buraya
nasıl ve neden geldiğini bilmiyordu örneğin, geçtiği sokak yalnızca bir sokaktı
o kadar, diğer sokaklardan bir farklı değildi ve hiçbir anlamı yoktu ancak
anlam kazandıran bir durumla karşılaşmıştı kendisi dışında kaynaklanan
nedenlerden dolayı.
Hiç
tanımadığı ve kendisi için hiçbir anlamı olmayan hatta sürekli kaçtığı
insanlardan birileri tarafından anlam kazanmıştı yaşamının herhangi bir anı.
Geçmişte kalsa bile bir süre kendisi hatırlamaya devam edecek ve aklının bir
köşesinde yer edecekti emindi bundan.
Burada
her ne kadar yıldızlara baksa ve onlarla ilgili düşünse de yıldızların yanında
birkaç insan da bulunmaya başlamıştı bir anda. Uzun zamandır olmayan bir durum
bu. Bırakmıştı, bırakmaya çok çalışmıştı zamanında. Yine döndüler bir süredir.
Çok kısa bir süre önce de olsa döndüler işte “oradalar, aha şu parlak yıldızın
yanındalar, ellerinin sallanışını görebiliyorum ama yüzler silik” fısıltılarını kulakları da duydu.
Kendine
sınırlar koyardı zaman zaman. Yaralarını iyileştirmenin en iyi yolunun bu
olduğundan emindi, edindiği deneyimler öyle diyordu. Sil ve unut! İşte hepsi
bu. Eğer böyle yapmazsa sürekli yaraları kanıyor ve kan kaybına uğruyordu.
Kanayan yarayı kapatmanın yoluydu bu düşünce. İlk zamanlarda oldukça zorluk ve
acı çekilirdi ama bir zaman -epeyce zaman- geçince biraz acı azalıyordu. Kim
bilir, belki de acıya dayanıklılığı armasındandır. Anlayabildiği durum değildi
bu. Bütün amacı ayakta kalabilmek, yani yaşayabilmek için yapması gerektiğinin
bu olduğu doğru görünüyordu. Hepsi buydu. Başkaca bir anlam veya anlamlar
yüklemenin ya da çıkarımlarda bulunmanın anlamı yoktu.
Her
insan hiçbir zaman olduğu yerde değildir, kendisinin olduğu gibi. Mutlaka bir
yarıları veya parçalarından bir kısmı başka başka yerlerdedir. Örneğin
çocukluğunda, gençliğinde, orta yaşlılığında veya bir sahilde, kırda, köyde ne
bileyim herhangi bir yerlerde işte. Sürekli gezinir dururlar hiç durup
dinlenmeden. Uyuduklarında bile durmazlar. Nasıl bu kadar harekete
dayanabildiklerini düşünse de boşverdiği ortadaydı epeyce zamanlardır.
Anlamı
olan şeyler zamanla değişip anlamsızlaşmaya başlıyorlardı sürekli. Anlamlı
olarak muhafaza edip koruyabilmek mümkün değil. Bebekken çok kıymetli, biraz
büyüyüp çocuklukta çok az da olsa değeri düşer, sorgulamalar ve yaptıklarının
değerlendirilmesine başlanılarak anlam kazanmaya başlar çok şey. Neyi ne kadar öğrendiği
ölçülmeye başlanır böylece. Genç olduğunda sorumluluklar alması gerekir
diğerlerine göre. Ne derece sorumluluklar alabildiği ve başarılı olabildiği
belirlenir. Kime, kimlere veya neye, nelere göre başarılı. Başarının ölçüsünü
koyan kim ya da kimlerdir? Bunun bilinebilmesi bile mümkün değildir kısacası
karmaşa hat safhaya ulaşmaya başlar bu dönemlerde. Değersizleşme de artmaya
başlayarak devam etmektedir. Anlamlar yavaş yavaş değişmekte ve bebeklikten bu
yana devam eden anlam ve anlamsızlık, değer ve değersizlik birbirine karışmış
bir gri sis bulutuna dönüşmeye başlamıştır.
Yetişkinlik
döneminde ise durumlar oldukça ters dönmeye başlamıştır artık. Deyim yerindeyse
gri bulutlar yerini simsiyah bulutlara ve yer yer beyazlıklar görünse de genel
olan simsiyahtırlar. İşte bu dönemde simsiyah bulutları beyaz görme eğilimi
yani miyopluk başlar. Bilirsiniz miyoplukta netlik olmaz. Çok şey kafanın
içinde yani zihninizde canlandırdığınızdır ve görmeye meyilli olduklarınız da
onlardır.
Yaşamın
bu dönemi, harada gürede bir dönemdir. Dur durak bilmeden uğraşılır durulur
adlarına “hedef” veya “amaç” denilerek. Hiç dudunuz mu, amaçsız veya hedefsiz
bir insan? Duyduklarınıza da avare veya berduş derler öyle değil mi? Peki,
avare ve berduşlar ilk doğduklarında daha mı az kıymetlilerdi? Hiç sanmıyorum.
Hiçbir doğuranın doğurduğu daha az kıymetli değildir. Mutlaka en kıymetlidir.
Bu dünyada doğurduğundan başka kıymetli yoktur. Ancak zamanla içinde yaşamaya
zorunlu kaldığı ortamlar uyumluluk bakımından bu duygusunu kısmen bastırmasına
yol açar sadece. Daha az söz edilmeye başlar sadece.
Sırt
üstü yatarken yıldızlar üzerinden kayıp gidiyorlar ve peşlerinden başkaları
gelmeye devam ediyorlardı. Bir an bazıları daha az parlak, soluk olduğunu, fark
ettiğinde zengin, fakir diye geçti aklının ucundan. Bazı yıldızlar daha
bakımlıydı. Her yerde vardı değerler, yargılar, sınıflar…
Sağ
elinde ince bir sızı hissedince elini kaldırıverdi ne olduğunu görmek için. Bir
sürü şey vardı avucunun içinde. Ne zaman bunları avuçladığını düşündü ilk anda
ama bir zaman kestiremedi. Farkında olmadan olanlardandı bunlar. Yüzüne
avucunun içinden dökülenler de öyleydiler. Refleksle başını çevirdi yana doğru
gözlerini yumarak. Birden oturdu. Yüzüne ve göğsüne düşen toz, toprak ve ot parçalarını
silkeledi. Avucuna saplanan küçük bir taş parçasıydı kendisinin canını yakan.
Avucunu sıkarken taş batmaya başlamıştı eline ve canını yakmaya başlamıştı.
Kendine gelmesinin nedeni buydu demek ki. Uykudan uyanmış gibi hissetti o an.
Neler düşünmüştü bir anda. Nereleri dolaşmıştı bu kadar kısa zamanda. Hiçbir
zaman bütünüyle o anda olmadığını düşündü tekrar. İşte açık değil miydi bu
durum?
Işıklar
rengârenk görünüyorlardı aşağıda. Kimisi yakın kimisi oldukça uzaklardaydılar.
Her biri bir şeyler düşündürüyor veya çağrıştırıyordu. Örneğin şu iki aydınlık
evin arasındaki evin penceresi çok az parlıyordu, belli belirsiz. Üstelik
solgundu benzi. Belli ki daha az kıymetli, fakir, ya da daha az zengin
diğerlerinin çoğuna göre. Ama kime veya
neye göre? Bu kadar kalabalık şehirde bu kadar kalabalık insan topluluğu içinde
onu değersizleştiren ne? Onu oraya koyan..?
Ya
kendisi neresindeydi bütün bu gördüklerinin veya düşündüklerinin? Onların
içinde bile değildi. Ya başkaları da kendisi gibi daha yukarılardaki tepelerden
seyrediyorsa. Kendini görebiliyorlar mıydı acaba? Hiçbir ışığı yoktu ki,
nereden görsündü. Kendisini yok sayıyordu ama aşağıda yoktu sadece, ama
aşağılarda geziniyordu ister istemez. Kimse kendisini aşağıda görmese de yani
görmesine imkân olmasa da o arada aşağılarda sokak aralarında evlerin,
yapıların aralarında geziniyordu ama bedeni işte burada, tepede çıplak bir
yerdeydi. Üstelik de karanlık. Yalnızca yıldızlar aydınlatıyordu.
Başlamak,
başlamak ve bitirmek diye düşününce bir anda her şeyin bu iki kelime arasına
sıkışıp kaldığını değerlendirmeye başlayınca gazların havada fışkırmaya
başladığı belirdi gözlerinin önünde. Başlamak ve bitirmek arasına sıkışıp kalan
hayatlar. Hiç birisi de diğerinden farklı değil. Sadece bazıları erken başlıyor
bazıları da geç başlıyor ama mutlaka başlıyor. Başlamanın zamanına göre
belirleniyor çok şey. Erken başlayanlar daha fazla enerji sarf ediyorlar, geç
başlayanlar da öyle. Her başlangıç bir süre sonra bitti gibi görünmesine rağmen
başka bir başlangıcı tetikliyor sadece. Bunun durması diye bir şey söz konusu
bile değil. Biri diğerini, diğeri öbürünü…. Devam edip giden bir tik taklar
dizisi gibi işte. Benimkisi de bu tepenin tepesinde şehirin ışıklarını karın
gurultusu arasında gözleyerek devam ediyor sadece.
Her
nefes alış bir başlangıçtır belki de. Kendisi için öyle olduğunu düşününce ne
de çok başlangıç ve bitişleri olduğunu düşündü. Çünkü yapabileceği başka bir
şey yoktu o anda. Hatta oldukça uzun zamandır böyle. Yalnızca nefes almak ve
vermekti elbette atıştırmalarını saymazsak bir de yediklerinin posasını
dışarıya atmayı.
Her
şeyin bir zıttı vardı mutlaka veya çoğunlukla. Gerçi zıttı olmayan bir şeyle
karşılaşmamıştı bu güne kadar ama yine de bir ihtimali vardı belki diye
düşünmenin daha doğru olacağını düşündü. Ne de olsa her şey kendisine göre
belirlenmiyordu. Bu dünyada kendisi gibi olanlar ve olmayanlar olarak bu kadar
insan vardı.
Olmak,
olmamak. Var, yok. Doğum, ölüm. Başlangıç, bitiş… başarı-başarısızlık
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.