Cumartesi, Kasım 26, 2016

ÇAYLAR BENDEN

anı, arkadaş, hasret, ilkokul, ortaokul, sınav, tost,
Çay

                 ÇAYLAR BENDEN

Umudun varsa talihin açıktır.” sözü 14 bıçak filminden “bütün yükünü at yeni bir yaşama merhaba de” bu söz de başka bir filmden. Bana yol gösteren ve kapı aralayan sözlerdir,  gözlüğümü değiştirmem gerek. Bu gözlükle yazdıklarımı göremiyorum.
Nereden başlamalı? Ya da ne yapmalı? nasıl çıkmalı vb. Gibi sözler hemen hemen her insanın aklından birden fazla geçmiştir, bazen ölümden beter gibidir yaşamak. Yaşamın bütün kesitleri gözden geçer ağırlıkla da başarısızlıklardır,  pişmanlıkla karışık kızgınlıklar daha fazla izler bıraktığı içindir belki de.
Yaşamın hiç acıması ya da affı yok. Yaşamınızı tasarımlamak elinizde gibi görünmesine karşın belki de elinizde değildir kim bilir. Laf salatası işte. “Gel bir yere oturup konuşalım böyle ayaküstü olmuyor.”
“Hava da çok güzel, her ne kadar kış olsa da bu gün feleğin iyi günü, güneş bahşetmiş. İnsanın içi ısınıyor ve kendini iyi hissettiriyor. Biraz depolayalım. Çaylar benden.”
Çaylarımız geldi. Hasan çayını yudumlarken çok dalgın duruyordu, sanki başka yerdeymişçesine öylece uyumsuz hareketler yaparak bir şeyler anlatıyordu sanki. Bir anlam veremedim, uzun bir süredir, belki otuz seneye yakın görmüyordum. Zaman zaman haberlerini duyuyordum. Kötü bir haber duymamıştım hakkında. Fakat görünen buz dağıydı. Görünüşe göre Hiçbir haber doğru değildi sanki. Bir yerlerde saklanmış yalnızca var olmakla yetinmişti. Neyse ben kafamda dolaşanları bir kenara bırakıp çaylarımızın tadını çıkarmaya bakalım. Nasılsa zamanımız bol gibi görünüyor diye düşündüm. Hasan çocukluk arkadaşım, elli beş yaşlarında, orta boylu, beyaz saç ve sakal kaplamış, kısmen dökülen saçları yakışıklılığını artırmış, üzerindeki kıyafetler orta halli olduğunu gösteriyor. İlkokulda başarılı bir öğrenci sayılırdı, herkes yerinde olmak isterdi. O ise gayet normal olarak yaşamına devam eder, her zaman yüzünde bir gülümsemeyle gezinirdi. Olumsuzlukları çok az olurdu. Olgun duruyordu. Her şeye de hemen bir çözüm bulmasıyla göze batardı. Öğretmenlerimizin bile kısa sürede dikkatini çekmişti. Hasan çayından bir yudum daha aldıktan sonra bana dikkatlice bakarak “eee Halim sen neler yaptın görüşemeyeli, çook uzun yıllar oldu” dedi ve tekrar kendi dünyasına döndü. Cevap beklemiyordu. Öylesine sorulan bir soruydu belki de. Ben cevaplamak için yutkundum dalgınlığını görünce fazla bir şey söylemek istemedim, söylenecek de fazla bir şeyim yoktu zaten. Onu görmek beni yeterince şaşırtmış, sevinmeli miyim, üzülmeli miyim kestiremiyordum. Caddede yürürken bir anda belirivermişti sanki. Çayından yudumlar almayı hızlandırdı. Öğle vakti yaklaşıyordu. Yutkunması da artmıştı. “Yemek ya da tost söyleyelim mi? Kahvaltıyı erken yaptım biraz açlık hissetmeye başladım da” dedim, acıkmış değildim aslında. Çocukluğumuzu hatırladım, isteklerini hiç söylememe gibi bir alışkanlığı vardı. Her duruma uyum gösterir sabırlı davranırdı ve dayanıklıydı. Gözleri hafif buğulanmışçasına bana baktı ve “Halim sen insanın içini okuyorsun” dedi. “Yemek şimdi ağır olur, kaşarlı kızarmış bir tost ve bir çay daha harika olur.”
“Tamam” dedim “ben de aynısından istiyorum.”
Garson siparişleri aldı ve arkasını dönüp gitti. Ben hafif gülümseyerek, sorgu hâkimi değilim dercesine gözlerine bakarak “vay be! Şu yıllara bak, nasıl da geçmiş.  Neredeyse otuz veya kırk yıl sonra karşılaşıyoruz. Seni görmek beni çok eskilere götürdü. Nasıl sevindim bilemezsin. Çok uzun sohbetler etmek isterim seninle Hasan.” Sözcüklerimi seçmeye çalışıyordum. Hasan'ı kıracak veya incitecek bir kelime olmasın istiyordum ne de olsa eski bildiğim çocuk Hasan olmayabilirdi, görünen de o ki, Hasan'da çok kırılganlıklar olmuş gibiydi. İncinmesini istemiyordum. Çok hassaslaşmış gibi görünüyordu. Cümlelerini kurarken çok çaba sarf ediyor ve kelimeleri özenle seçiyordu bu belli oluyordu. Az konuşmaya çalışıyordu. Savaş alanında düşman siperlerini gözlüyordu sanki adımları temkinliydi. Tostlar ve çaylar önlerimize bırakıldı. Garson “afiyet olsun efendim” diyerek dönüp hızlı adımlarla uzaklaştı masadan. Etrafımıza şöyle bir göz attım. Kalabalık görünüyordu ortalık, kadınlar ve çocuklar fazlaydı. Genellikle kırklı yaş üzerinde erkekler vardı. Genç ise çok azdı. Hasan tostunu incitmemeye çalışıyormuşçasına ısırıyordu, küçük parçalar halinde ve sık olarak ağzına götürüyordu. Buruk bir hali var, hüzünlü, etrafını sanki sis bulutu sarmış gibiydi, net görünmüyor, bir tarafı gizlenmişti, tam seçemiyordum. Rahatladığında adım Ondan gelsin diye düşündüm. Meraklı görünmek istemiyordum. Hoş sohbetlerimiz olacağından eminim, ama zamanını kestiremiyordum. Şimdilik çay yudumlayıp tostu yemekle meşgul oluyorduk. Böyle durumlarda nasıl başlanır, nereden başlanır bilemiyorum. Normal durumda “eeee ne haber?” Falan diyerek söze girilir ve gerisi gelir. Bu durum kısa süreli ayrılıklardan sonra olabilir anlatılacak şeyler fazla değildir ve kısa sürede anlatılabilir. Haline bakılırsa durum hassastı, belki de ben öyle hissediyor veya abartıyordum. Bilemiyorum. Sanki vücut diliyle anlaşıyoruz telepati yapıyoruz gibi, bir şeyler söyleme ihtiyacı hissetmeden arada bir bakışıyoruz. Gözlerinde memnuniyet parıltıları beliriyor ve parıltı kısa sürüyordu. Belli ki derinlerde başka yaşanmışlıklar vardı. En çok merak ettiğim şeylerden birisi de; tanıyıp bildiğim kişilerin yaşamı, yaşadıkları ve olaylar hakkındaki düşünceleri, kendilerini nasıl hissettikleri yani derinliklerindeki kişilerdir. Görünürdeki kişiler olmadıkları gayet açık görünüyor. İşte bu nedenle de Hasan'ın derinlerdeki gölgesine ulaşabilmeyi istiyorum.
            “Afiyet olsun. Nasıl beğendin mi tost ve çayımızı? Ben sık sık gelirim buraya, özellikle kaşarlı tost ile kahvaltı yapmaya bayılıyorum. Bazen saatlerce oturup kafa dinlerim. Rahatladığımı hissederim.”
“Benim de çok hoşuma gitti. Hakikaten bir rahatlık hissediyorum. Havası mı, tost ve çay mı iyi geldi. Belki de uzakta olmak bilmiyorum” dedi Hasan.
Hasan'ın ağzından çıkan kelimeler bazen hüzün yayıyor gözleri de öyle.
“Ben ise seni görmekle rahatladığımı hissettim. Sohbet etmeyi geçmişi yâd etmeyi çok isterim seninle… Nereden başlayalım. Şu ilkokuldaki kayak macerasına ne dersin, hatırlıyor musun? Hani ben serçe parmağımı kırmıştım.”
“Biraz hatırlıyorum tabii ki. Sen içinde kitaplar olan çantanın üzerine oturup, bana el sallarken ben okul bahçesinden aşağı uçtum, bağırıyordum, bir taraftansa sen üzerime doğru düşmek üzereydin. Kucağımda bir köpekle uğraşıyordum, kayarken kıyıdaki köpekle aşağı düşmüştüm. Sen de benimle köpeğin üzerine düşünce ortalık karışmıştı. Bağırıyordun, ağlıyor muydun, korkudan mı bağırıyordun ayırt edememiştim. Benim de dikkat edeceğim halim yoktu zaten. Beni ısıran köpek sana sarmıştı ben de köpekten kurtulmuştum. Anlaşılan köpeğin de canı yanmıştı. Köpek kaçıp gittiğinde durumumuz ortaya çıkmıştı. Senin kitaplar ortalıkta saçılmış, çanta olarak kullandığın naylon poşet yırtılmış, hem etrafa bakınıyor hem de sağ elini sallayıp burnunu çekiyordun” dedi Hasan, bir anda gözleri ışıl ışıl parlamaya başladı.
“Bakıyorum beni iyi gözlemlemişsin. Sağ el serçe parmağım çok acıyordu. Bir de çantam yırtılmıştı. Çok üzülmüştüm. Kitaplarımın da bir kısmı yırtıktı. Yüzeydeki kar yer yer erimiş olduğu için altındaki taş toprak buz tutmuş sertleşmiş. Parmağımın buzlu yere takıldığını hissettiğimde olan olmuştu zaten.” Küçük köpekle boğuşmamız ve korkularımızı anımsayınca gülmeye başladık. İkimiz de uzaklara daldık bir an.  Babalarımızdan, okuldan geç geldiğimiz için yediğimiz dayaklar da aklımıza geldi tabii ki. Yaşadığımız şeylerin üzerine bu ceza tuz biber olmuştu o kış gününde. İlkokul üçüncü sınıftaydık sanıyorum bu olay yaşandığında. Bu anı kapıyı aralamaya yetti. Arka arkaya değişik, hüzünlü neşeli anılar canlandı gözümüzde. Çocukluk anılarında âşık olmamak olur mu hiç? ümitsiz aşklarımız, platonik aşklarımız. Sohbet çok güzel geçiyordu.
“En son ne zaman görüştük hatırlıyor musun Hasan? Benim hatırladığım ilkokul sonu galiba, sen yatılı okulu kazanıp gittin, ben sınavı kazanamamıştım.”
“Sahi Halim sen neden kazanamamıştın? Çok iyiydin, hep kendime sordum fakat bir cevap bulamadım. Hasta falan değildin, sorular sana göre çok basitti. Benim bile kazandığım yerde sen haydi haydi kazanırdın. Sahiden neden kazanamadın” dedi, meraklı gözlerle bana bakıyordu.
“Evet, yatılı öğretmen okulu sınavı idi, çok iyi hatırlıyorum. Sınav günü öncesi akşam deprem olmuştu, baya sallanmıştık. Sen de hatırladın mı?”
“Evet hatırladım.”
“İşte o deprem esnasında kardeşimle kaymak tutmuş süt tenceresinin başında kavga ediyorduk kaymak için. Evin sallandığını hissettik ve benim elimdeki kaşık korkudan düştü, kardeşim o sıralar yedi yaşlarındaydı ve ben kadar korkmamıştı. İşine koyuldu, meydan O'na kalmıştı. Kaymağın tamamını sıyırdı ve yuttu, ben korkumu atıp kendime geldiğimde kaymak çoktan kardeşimin midesine inmişti. İşte o akşam, annemle sohbet ettik, kardeşim uyumuştu. Ben yatağın içine girmiş uyumaya çalışıyordum, Annem seslendi ‘Halim yarın imtana gitme’ dedi, hiç beklemediğim bir şeydi. Neden? Diye sordum. Biliyorsun Annem’ in okuması yazması yok. ‘Uzaklara gideceksin, oralarda devlet çocukları odalara yalnız koyuyormuş. Kazandığın zaman ise, zorla götürüyorlarmış. Korkarsın yalnız, zelzele falan olursa ne yapacaksın?’ Dedi bana. Ben imtana gidicem dedim. Uyumaya çalıştım. Bu zamanda babam kahveden henüz gelmemişti. Babamın bu konuşmayı bildiğini sanmıyorum. Babam ilkokul mezunudur. Çalışkan bir öğrenciymiş. Onu da ablası göndermemiş daha önceleri anlatmıştı hikayesini. Fakat sabaha kadar uyuyamadım. Korkularım arttı. Hele de kazanırsam ‘devlet zorla götürecek’ sözü beni çok düşündürdü. Sınava gitmek istediğimi söylediğim için sınava gidecektim ve çözümüm: sınavı kazanmayacaktım. Sınav gerçekten çok basit gelmişti, bilerek sorulara yanlış cevaplar vermiştim. Hala sorunun birini iyi hatırlarım. Patatesin meyvesi toprağın üstünde mi altında mıdır? Evet, haklısın işte hikayem bu. Kazanmak istememiştim. Öğretmen bile çok şaşırmıştı. Çok defalar sebebini sordu söylememiştim, hastaydım falan dedim geçiştirdim. Çünkü babamın duymasını istemiyordum. Babam kızardı. Bu öylece kimse bilmeden kaldı. Siz üç kişi yatılı gittiniz. İki erkek bir kız. Her biriniz ayrı ayrı okullaraydı. Sen öğretmen okulu, Ayşe ebe okulu, Mehmet nereye gitti hatırlamıyorum. İşte böyle soruna cevap buldun mu şimdi?”
“Anladım. Desene bir sır, kaybetmişiz seni” dedi Hasan, boynunu bükerek.
“Bilemiyorum belki de. Hatırladığım kadarıyla bizden bir dönem öncekiler öğretmenlik hakkını aldı, bizim dönemler alamadı diye hatırlıyorum. İki yıllık okullara hak verildi. Sen ne yaptın?”
“Üç yıllık eğitimi kazandım” dedi Hasan gülümseyerek.
“Çok iyi. Bölüm?”
“Edebiyat, fakat özel ilgi alanım felsefe oldu.”
“Sizler gittikten sonra başka arkadaşlar kasabaya ortaokula kayıt yaptırmaya giderken bende takıldım peşlerine, ortaokula kayıt yaptırdım. Arkadaşın babasının asker arkadaşı varmış orada ve bize veli oldu. Kayıt yaptırdım ama ne olacak, ne yapacağım hiçbir şey bilmiyordum. Öylesine gittim. Biliyorsun köyden on beş kadar çocuk okula devam ediyordu. Akrabamız olan benden bir sınıf üstte okuyan bir arkadaşla birlikte kaldık, ne kadar birlikte kaldık tam hatırlamıyorum ama çok iyi hatırladığım bir şey var ki kuru fasulye yemeğinin lezzeti.”
Kasaba, köyden yaya olarak orman yolundan iki buçuk saatlik bir mesafede ve haftanın pazar günü alışveriş pazarı olarak büyük pazarı olur. Köyden gece kalabalık olarak yola çıkılır, şarkılı türkülü zevkli bir yolculuk olur. Tam da kasabaya girileceği saatler yaklaşık tan vakti vadiden sanki zeytinyağı kokusuna benzer bir koku hissedilir. Bu kokuyu çok kişi hissetmiştir. O bölgede zeytin ve zeytinyağı ile Hiçbir ilgi yoktur. Bir defasında yaşlı birisine sorduğumda “cennetin kapılarının açılmaya başladı” demişti. Köyden okula gelen kızlı erkekli hemen hemen herkes birer, ikişer veya üçer kişi olarak on Ya da on beş metrekarelik odalarda kalırlar. Kız öğrenciler de mutlaka yaşlı bir kadının yanındaki odalarda aynı şekilde kalırlardı. Bizim kaldığımız oda yola kaldırım mesafesinde ve briket duvarla çevrilmiş, sıvası ve üzerine kireç badana yapılmış, çatısı betonla kaplanmış bir oda idi. Kuzeyi diğer odaya bitişik, güneyi yola bakan,  doğusu boş arsaya sınır, batısı ise avluya bakan giriş kapısı olan ve yol cephesinde de küçük penceresi olan bir oda idi. Taban beton, beton zerine hasır sererdik. Hasır üstüne de varsa kilim serilirdi. Orta yere teneke bir soba kurulur, köyden ortak olarak getirilen odun yakılırdı kışın. Sobanın her iki tarafında yer yataklarımız olurdu Ya da durumu biraz iyi olanların tek kişilik tel somya karyolası olurdu. Odanın boş arsaya bitişik duvarında bir baca yeri vardı ve şömine şeklinde, ortalama bir metrekare kadardı ve burasını da yemek pişirmek için kullanırdık, aynen mutfak gibi. Biz şanslı sayılırız. Bazı odalarda şömine bile yoktu, odanın ortasında gaz ocaklarının üstünde yemek pişirilir, yemek kokusu her tarafı sarar elbiselerde bu kokudan nasibini alır, okulda kimin ne yemeği var listesini yapabilirdin. Bazen et kokusu olan arkadaşın yemek zamanın da evine gider, sofra zamanında baskın yapmaya çalışırdık. Çoğu zaman da bingo olurdu. Ne yazık ki yemek az olduğu için tam doyamazdık. Ekmek banmaca, karnımızı doyurmaya çalışırdık.
         Benim oda arkadaşım Yaşar çok güzel kuru fasulye pişirirdi. Yemek içine kurbandan hazırlanmış kavurma Ya da donmuş et yağı koyardı. Her ikimiz de yemeklerimizi ayrı pişirir ortak olan yalnızca oda kullanımı ve soba idi. Ben yemek yapmasını bilmiyordum. Bazen ders çalışıyormuş gibi yapıp Yaşar'ın yemek yapışını izlerdim. Yemeklerini yalnız yer, buyur etmezdi. Canım çok çekmesine rağmen Bir şey diyemiyordum. Başka bir şeyle ilgileniyormuş gibi yapardım. Fakat dışarıya çıktığında,  çarşı gibi veya bir arkadaşının yanına gittiğinde, fark etmesin diye ekmeğin ucunu azıcık yemeğin suyuna bandırır yerdim. Neredeyse bazen bir somunu bir tahta kaşık kadar yemek suyuyla birlikte birkaç tane ile bitirirdim. Yaşar da huylanır döndüğünde bir bakardı tenceresine ama fark edilmezdi. Çok sık nedensiz yere çok basit şeylerden kavga ederdik. Kavgalarımız sözlü olurdu fiziksel olarak hiç hatırlamıyorum.  İşte bu yüzden sene ortasında bahçenin iç tarafında olan başka bir oda boşaldı ve ben oraya geçtim. Yalnız kalacaktım.
Pazar günü annemle alışveriş yaptık. Bir küçük tencere kaşık, alüminyum birkaç tabak, bir küçük tava ve gerekli olabileceği düşünülen birkaç parça daha. Tabii ki bir hafta yeteceği düşünülen Annem’ in getirdikleri yemekliklerin haricinde sebze meyve ve yemeklik alındı. Odama getirdim,  bir köşesine serdim. Tenceremi ilk defa kullanacaktım. İçinde su kaynattım, alüminyum tencere idi, pırıl pırıl olmuştu. Şimdi yemeğimi yapabilirim artık. İlk makarna yapmaya karar verdim. Düdük makarna. Tencereye soğuk su koydum, gaz ocağımı yaktım ve biraz hava bastım, güzel yanıyordu. Suyun içine makarnayı da koydum, içine biraz da tuz koyarak kaynamaya bıraktım. Bazen de karıştırıyordum. Her karıştırışımda eriyip hamurlaşıyor ve koyulaşıyordu. Nihayet hamur oldu. Düdükler yok olmuş sihir bozulmuştu. Annem’ in yaptığına hiç benzememişti. Olsun ben pişirdim, ilk yemeğim yiyeceğim. Bir kaşık aldım tadı tıpkı tarhana hamuruna benziyor gibiydi. Ortasına hafif çukurluk açtım, içine biraz zeytinyağı koydum ve sıcak hamuru zeytinyağına banarak tencereyi yarıladım. Bitirmemek için kendimi frenledim.
Odamda ilk gecem. Bahçe katında topraktan yarım metre kadar yüksekte ve penceresi bahçeye bakıyor. Sokak lambası yüz metre kadar ileride ve pencerede desenli bir kumaştan olan perdenin arkasında ağaç gölgeleri dalgalanıyor görebiliyordum yatağımdan. Hoşuma gitti gölgeleri ve gecenin hışırtısını seyretmek ve duymak, ninni gibi geliyordu. Hiç yalnızlık hissetmiyor hiç özlem çekmiyordum. Gayet iyi hissediyordum kendimi.
Uyandığımda gün doğmak üzereydi. Gaz ocağımı yaktım, akşamdan kalan makarnamı ısıtıp kahvaltımı yaptım ve hazırlanıp okula gitmek için diğer çocuklarla birlikte yola çıktım. Okul yakındı, beş yüz metre kadardı. Derslerim gayet iyi gidiyor, günler nasıl geçiyor anlamıyordum, yalnız yaşamak da o kadar zor gelmiyordu, kendi kendime yetebiliyor herhangi bir şeye ya da kişiye ihtiyaç duymuyordum. Duysam da anlamlı değildi zaten.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.