Pazartesi, Kasım 16, 2020

Amca

Amca
Amca

            Mahallenin sevilen Amca’sı kahveye gelmiş yine. Bütün gözler üzerinde. Tanıyanlar tanıdığı için, tanımayanlar da diğerlerinin niye baktığını anlamak için bakıyorlar. Önce keyfi yerine gelecek.  Acı kahvesini yudumlayacak höpürdete höpürdete.

            Yediden yetmişe herkes Amca der ona. Mahallenin en eskilerindendir. Akranlarının çoğu göçüp gitmiş, üç arkadaş kalmışlar yakın yaşlarda. Kahvede kimse olmasa bile onlar üç arkadaş bir araya geldiklerinde şenlenir ortalık kahkahalarla. İlk şahit olduğumda gençtim, ağzım açık kalmıştı anlattıklarına gülmekten. Anlatacak bir şeyleri vardır mutlaka.

            Kahvesini bitirdi. Tabağına hızlıca koydu. Ses çıksın istediği içindi bu hızlı koyuş. Dikkatini çekmek için topluluğun. Bir masa okey oynuyordu. Herkes pür dikkat kesilince fincan tıkırtısına onlar da dikkat kesilmek zorunda kaldılar. Kahveci de bakmaya başlamıştı onlara. Gırtlağını temizledi Amca.

            İkinci karıyla aramız limoniydi. Ufak bir münakaşa etmiştik çocuk konusunda. İkinci çocuk daha iki yaşlarındayken tutturdu bir tane daha diye. Birinci hanımdan var üç tane, iki de bundan etti mi beş. Ama hepsi de kız. Olsun, ben razı geldim Allah’ın emrine. Gelgelelim avrat razı gelmiyor. İsterim de isterim, erkek evlat ister. Yaşı ilerledi sayılır, doğurganlığı sonlandı sonlanacak.  

Korkuyorum da başına bir kış gelir diye. Kendisine demedim hiç ama ben kendimi yedim bitirdim aklıma düştükçe. Başına bir kış gelirse onun değil benim başıma kış gelir. Ne kış hem de. Üçüncüsünü bulmak kolay kolay olmasına ama yıldım yıldım artık. Bununla iyi kötü anlaşabiliyoruz sayılır. Yüzüm asık oldu mu ilk o gelip soruyor. Hoş, başka da soran olmuyor ya!

Neyse! İşte o karımla bir değişiklik olsun diye aklıma esen ilk şeyi yapmaya karar verdim. Nihayet çocuktan bahsetmemeyi kabullendi ağzıyla. Tanrı’nın emrine razı geldiğini söyledi. Ama ben inanmadım hiç birine. Ne düşündüğünü de kestiremedim. Olsun, yine de kafası dağılsın diye alıp götürdüm ovadaki tarlaya.

Hava güzel, sonbahar günlerinden bir gün. Yakınındaki göl ışıl ışıl. Elimizi uzatsak tutabileceğiz. Yıldızlar inmiş göle, yüzüyorlar. Ay durur mu, o da içlerinde. Sarmaş dolaşlar. İlk geldiğimizde okkalı fırça yedim yemesine de aldırmadım. İltifat gibi geldi hepsi de. O basıyor kalayı, ben basıyorum kahkahayı. Derken yoruldu konuşmaktan da oturdu kuru toprağa.

Eski bir köprü var gölün yakınında. Çok eskilerden kalma. Bir zamanlar yol geçermiş buradan. Otoban yapılınca bu yol kalkmış. Sonraları rampa olarak kullanılmaya başlanmış köprü. Hayvan pazarına götürülecek hayvanlar buradan yüklenir kamyonlara. Bazı araçlar da öyle. Aynı zamanda da bir oda oldu bize. Ön kapısı epeyce geniş ama olsun, yağmurdan kıştan koruyor sığınanı. Ben de otel olarak kullanmaya karar verdim köprü altını.

Benim niyetim bir hafta kadar kalmak baş başa. Nevaleyi ona göre hazırladık. Önce mırın kırın etse de kırmadı beni hatun. Kim bilir son günlerim olabileceğini falan mı aklından geçirdi. Derler ya “malum olur.” Rahat olsun diye döşek bile aldı. Döşekleri kıymetlidir ha, çeyizinden. O döşeklerde sadece ev halkı yatar, misafirlere satın alınanlar kullanılır. Hatun öyle uygun görmüştür.

Neyse, gece gelip çattı. Hanım söndürdü löküsü. Manzarayı bozuyormuş. Ne kadar börtü böcek, kurt, kuş varsa sesleri duyuluyordu. Gök tepemizde şemsiye gibiydi. Yıldızlı şemsiye.  Hanım birkaç kez “çocuklar” falan dedi ama duymazlıktan geldim. Duysam biliyorum ki aklımı çelecek, dönecek geriye. Dayanamadı bir süre. Dil döktüm, kandırmaya çalıştım. Şükür ki işe yaradı çabalarım.

Evde el etek çekildi mi gider yatardı kimseye bir şey demeden. Sabahları erken kalkardı malum, beş çocuk bir de ben, eşşek çocuk. Etti altı. Karınları doyacak bunların hepsinin. Burada o telaşların yokluğu canını sıkmaya başladı anlaşılan. Sarıp sarmaladım bunu, naz etse de.

Sohbetin o kadar tatlıydı ki, uykumuz gelmiyordu. “dur hele, bir acı kahve yapayım” dedim. Kıpırdanmaya kalmadı hemen fırladı ayağa “ben yaparım” dedi. Elini yakaladım, ayağa kalktım. Başındaki oyalı yazma sıyrılmış geriye kadar. Kırçıllaşmış saçları parlıyordu ay ışığında. Avuçlarımın arasına aldım yüzünü. Her iki yanağından öptüm. Omuzlarına dokunup hafifçe bastırdım. Oturdu yüzüme bakarak. Bu kadının gözlerine hiç bakmamışım ben,  bakmasını bilememişim diye aklımdan geçti. Bir an ürperti hissettim aklımdan geçenlerden dolayı. Kendi kendime söz verdim o an. Kadınımı başka sevecektim. Eski adam gidecek daha sevecen, anlayan birisi gelecekti. Kahveyi yaptım getirdim. Elleri titriyordu heyecandan kahveyi alırken.

O gece başkaydı, başka bir yaşam oldu bizim için. Ben de şaşkındım o da. Dünyayı yeniden keşfetmiştik. Birbirimizi yeni tanımaya başlamıştık. Şaşkınlığımız okunuyordu gözlerimizden. Hatun alışkanlıklarını zor kıracak anlaşılan. Ne zaman ben bir şey yapmaya kalksam hemen ayaklanıyor. Refleks. Kırıp dökmeden yapmayı öğreneceğim ben de.

Zıpkın yaptım ağaç dalından. İşe yaradı iki sefer. Bir kiloya yakındı yakaladığım sazan. Ziyafetti bize o akşam. Günler hızla ilerledi. Nihayet son gün gelip çattı.  Yeni evlenmişiz gibiydik. Bitmesin istiyorduk ama gerçek yaşam vardı bir de. Beş çocuk. Altıncı diye tutturulmazsa.

Ay ışığında hatunun yüzünü seyrettim, nefes alışını dinledim. Göğsünün kalkıp inmelerini izledim. Kıpırtılarını izledim. Ne zaman uykuya daldığımı bilmiyorum.

Köprünün gerisinde insan sesleri duyulmaya başlandı. Başımda kar maskesi var, gözlerime kadar inmiş halde. Işıktan uykum kaçtığı için gözlerimi kapatmak için kullanırım kış aylarında. Hanım sol yanımda yatıyor, ben de sırt üstüyüm. İnsanlardan bir kaçı köprünün üzerine çıkmaya başladılar. Sesler yakınlaştı iyice. Gözlerimi açıp bakamıyorum dışarıya. Kollarım yorganın içinde. Çıkarsam hanım uyanacak diye düşünüyorum.

Neyse, kendi kendime karabasan bu diye düşünsem de kıpranmaya çalışıyorum. Olmuyor, yapamıyorum bir türlü. Nihayet birisi tam tepemizde, köprünün üstünde. Aşağıya atladı atlayacak. Bize zarar vereceğinden korkuyorum ama kalkamıyorum. Rüya bu, karabasan diye ikna etmeye çalışıyorum kendimi.

Derken köprünün üstündeki adam dolanıp başucumuza doğru gelmeye başladı. Ayak seslerinden anlıyorum geldiğini. Başka kimse gelmiyor, tek geliyor o kişi. Başucumuza iki üç adım kala çömeldi. Başımı sağa sola oynatırken biraz sıyrıldı gözlerimin üzerindeki kar maskesi.

Gelen adamı tam seçemesem de görebiliyordum hareketlerini. Çömelerek atıyordu adımlarını. Acelesi yok gibiydi. Yaptığı işin tadını çıkarıyordu sanki. Nefes nefeseyim, aldığım nefes yetmiyor. Ciğerim parçalanacak.

Kollarımı çıkarmaya karar verdiğim anda yanımda yatan hanım yan dönüp kolunu ve bacağını üzerime attı. Kollarım kolunun altında kaldı. Dönerken mırıldandı. Kolunu ve bacağını üzerime atarken de mırıldanıyordu. Bir şeyler söylüyordu ama anlaşılmıyordu. Sanki gözlerini de araladı gibi geldi bir anda. Kafayı mı yemeye başladım ben! Uyanık olsa, tepemizdeki adamı görmez mi. görünce ne olur? Ne olacak basar figanı. Göğü yere indirir. Beni tutuyor mu acaba?

Ben hem hanımı anlamaya çalışıyor hem de tepemde nefesini hissettiğim adamın hamlesini kestirip tedbir almayı düşünüyorum. Hanımın beni öldürmeye karar verdiğini düşündüm bir an. Sağ kolumu sıyırıp çıkardım yorganın içinden. Vücudumu hissetmiyordum sanki. Kalkmaya çalışmıyordum, bağlı gibi, ya da felçli gibiydim, ama belimden yukarısı çalışıyordu.

Kolumu kurtarınca ilk yaptığım şey başımdakini çıkarıp attım. Gözlerimi açıp, kafamı geriye doğru attım. Sırt üstüyüm. Adam sağ yanıma daha yakın. Başucumda çömelerek duran adam Devlet Bahçeli. Elinde parıldayan bir kama var. bana saplamak için elini kaldırdı. Sağ kolumla yüzer gibi elimin tersiyle hızlıca vurdum göğsüne doğru. Bahçeli’nin dengesi bozuldu. Sırt üstü düştü. Bacakları açıldı başıma çarptı.

Bacağından yakaladım. Toparlanmasını engellemekti amacım. O ayağa kalkmadan ben kalkmalıydım ama nasıl. Ayaklarımı hissetmiyordum üstelik hanım üstüme abanmıştı iyice. Ağırlığını hiç bu kadar hissetmemiştim üstümde.

Bahçelinin iki bacağını da yakalayıp sağa sola savurmaya uğraşıyordum sürekli. Kurtuldu bahçeli. Tekrar çömeldi tam tepemde. Kama parlıyor başımın üzerinde. Ay ışığı gündüz gibi aydınlatıyor ortalığı.

Başka kimse karışmıyor olaya. Bahçeli ve ben. Tam göğsünün ortasına ters bir yumruk patlattım. Geriye doğru düştü yine. Üzerinde parlayan bir takım elbisesi var, yelekli takım. “seni tanıyorum” dedim. “bak fena olacak sonra, tanıdım seni. Devlet Bahçeli’sin sen…”

“Devlet Bahçeli’sin sen” deyince durakladı. Kamayı indirdi havadan. Oturdu başucuma, dizleri kıvrık:

“Seni uyarmaya geldim. Kardeşime eziyet ediyormuşsun. Şikâyet etti seni bana. Artık dayanamıyormuş eziyetlerine. ‘Güzel Allah’ım ya benim canımı alsın ya onun, da kurtarsın beni’ dediğini duydum evde kardeşiyle konuşurlarken. Hüngür hüngür ağlıyordu. Yüreğim kaldırmadı. Kararımı verdim o gün. Sana ders vermek değil seni eşşek cennetine postalamak bana farz oldu…”

Bir süre hızlı hızlı nefes aldı. Acele ediyordu sanki hızlı hızlı konuşmuştu hiç nefes almadan. Hanım mırıldanmaya başladı. Uykusu çok derin olduğunu bilirim. Ramazan topu patlasa kulağının dibinde uyanmaz. Bahçeliyle çözmeliydik meseleyi bir şekilde.

İnanmadım dediklerine. Eziyet ettiğim doğru olamazdı. Arada kızıp bağırdığım oldu, onun da oldu. Oldubitti her şey. Hem benim karım, şikayet etmek ne, başkasına –kardeşi, anası bile olsa- laf vermez, o kadar da ketumdur evinden yana. Anası, onun ağzından bir tek kelime kötü laf duymamıştır daha bu zaman kadar. Başkası hep öyle bilmiştir, bunlar gülüm balım diye imrenirler bize. Hele kendisi ne çok sevilir çevrede. Bu Bahçeli ne yapmaya çalışıyor acaba!

Devlet Bahçeli’ye anlatmaya çalışmaktan dilim damağım kurudu. Dilim dönmez oldu ağzımın içinde. Bahçeli nal deyip mıh demiyordu. Beni öldürecek. Kamayı kaldırdı havaya. Uçan büyük bir kuş gördüm o an havada, tam da tepemizde. Yumurta büyüklüğünde bir şey düşmeye başladı, kamanın tepesinde kırılıp dağıldı. Bahçeli irkildi, kaması elinden düştü. Ben gözlerimi açtım nefes nefese. Ter fışkırıyordu her yanımdan.

Hanım tepemde çökmüş üzerime gölge olmak için. Güneş yükselmiş iyice. Ne kadar uğraştıysa uyandıramamış uyandıramayınca da bırak uyusun demiş kendince. Biraz dolaşmış etrafta, dönüp geldiğinde beni çırpınırken bulmuş. Ağzı yüreğine gelmiş önce, sonra rüya gördüğümü düşünmüş gözlerimin belermesinden. Bütün bedenim de oynuyormuş adeta dans ediyormuşum.

Her zaman hazırlıklıdır hanım. Her ihtimale karşı fazladan giysi almış zulaya. Önce çıkardı üstümde altımda ne varsa. Kuruladı, giydirdi beni bebek giydirir gibi. Ne kadar çok sevildiğimi iyice anladım o an. Şanslıydım ben. Şanslıymışım da haberim bile olmamış o günlere kadar.

Önce o anlattı güle güle, sabahtan beri neler yaptığımı. Sonra da ben.  Ağzı kulaklarına vardı ben anlatırken. O günden sonra bana kızdığında “kardeşime söylerim bak” derdi, surat astığımda da “yok öldürmesin, kulağını çekiversin biraz” derdi.  Toparlanıp eve geldik.

Ev daha değişik geldi o dönüşten sonra. Daha aydınlık oldu, daha sıcak oldu. Daha rahat oldu. Evde yaşayanlar değiştiler. Herkes kendi işini yapar oldu, kimse kimseye yük olmuyordu. Yardımlaşma arttı. Makarna yapmak bana düştü. Erkek çocuk lafı geçmedi daha aramızda. Kızlarımız pırlanta gibiydiler, her biri ayrı ayrı kıymetliydi.

İnsanlardan bazıları gözlerini silmeye başladı. Bazıları da gülüştüler “amca, siyasete çağrılıyorsun” diyerek.

Kahveci çay getirdi. Çayı yavaş yavaş içti amca. Bir çay daha istedi. “çok mu konuştum ne!” dedi.

Köşedeki yabancı: “Allah acı göstermesin size” dedi. Kederli birisiydi. Yaşı kırklarında gösteriyordu ama çok çekmiş sanki. Suratı kırış kırış.

“sana da sana da” dedi Amca elini havaya kaldırarak…

Amca yakın zamanda kaybetmişti hanımını. Üzülüyor kaybettiği için ama o köprüye gittiği için de çok seviniyor, onu tanımasına vesile oldu diye. Artık onsuz bile onunlayım ben. Yalnız değilim. Yalnızlık çekmiyorum. İstediğim zaman ona dokunuyor, istediğim zaman konuşuyorum.

Komşuları evermeye çalışsa da “Allah razı olsun” deyip, niyetinin olmadığını söyleyip kırmadan anlatıyordu niyetini. Çocukları da fikrini sormuştu ama onlara da istemediğini söylemişti.


Görsel: Google Görseller

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.