Günaydın
Mağara
Şehirin ağırlaşmış havasından, gürültüsünden birkaç gün uzaklaşma isteğiyle başladı içimdeki ateşlenme. Bazen cesaretsizlik sardı bünyemi bazen de roket gibi fırlama isteği. Mağaranın hayalini kura kura gerçek oldu beynimde.
Zaman değişti sanki. Aynaya baktığımda bazen kendimi farklı görmeye başladım. Bazen de gülümsemeden yapamadım. Saç sakal birbirine karışmış, elinde taştan baltası olan bir adam dolanıp duruyor mağaranın etrafında. Bazen sırtında bir fil, bir aslan…
Zaman ayna gibidir, bakmasını bilene.
Karanlık gecelerde açık arazide
sırt üstü yatıp gökyüzünü seyretmenin ne olduğunu bilmez yapmayanlar,
anlatılanlar tam değildir çünkü o anki duygular anlatılamaz, tüm benliği huzur
sarar. Gül bahçesine dalmış gibi
olur insan. Her yıldız açan bir güldür
adeta. Güzel kokular sarar her yanı. Bazen de her biri birer arkadaş, can
yoldaşı, dert ortağıdır. Zaman akmaz
olur, akrep ve yelkovan sarılmıştır birbirine ayrılmamacasına.
Koruyan bir şemsiyenin altında
güvende hissetmenin verdiği huzur hissi, büyülenmişçesine hayran hayran
seyrediş ve seyrettikçe kafandaki bütün duygu ve düşüncelerin yıldızlara
odaklanmasını anlatmak hiç de kolay değildir. Gül bahçesinde sevgiliyle el ele dolaştığını düşün. Kısa sürede
uykuya dalmanın sebebini de açıklar huzur duygusu.
Mağara ve gece yıldız seyretme,
onların her biriyle sohbetler edip arkadaşlıklar kurma kurgusu beni çileden
çıkarmadan gidip yapayım şu işi diye gaz verdim kendime. Yumruk kadar iki çocuk
yapmamış mıydık yıllar öncesinde, şimdi neden yapamayacakmışım!
Evdekilerin telaşlanmaması için
doğruyu söylemedim evden sırt çantamı alıp çıkarken. “bir arkadaşla kampa
gidiyoruz” dedim. Onlar dünden razıymış meğer. Kapıdan çıkarken beş altı
yaşlarında tıfıl bir çocuk gibi hissettim ama biraz yürüyüp durağa yaklaştıkça
aslan avcısı gibi hissetmeye başladım. Güçlüydüm, ataktım. Top tüfek, tank, zırh
…her ne lazım gelecekse hepsine de sahiptim. Cesaretim vardı ne gerekirse
yapmaya. Dizlerimdeki sızı geçmişti mesela.
Yürürken, üstelik sırtımda ağır yük varken bedenimin her bir hücresi roket ateşliyordu beni mağaraya ışınlamak için. Işınlamak dedim çünkü haftalardır hayalini kura kura oradaydım zaten. Şimdi sadece yürüyordum oraya varmak için. Köye varıp oradan da yürüyerek mağaraya varmak bütün mesele. Sonra da iki gün kendinle baş başa, doğayla, yıldızlarla, kuşlarla, ormanların rüzgârda ve sakinken –özellikle gece- seslerini dinlemek başka bir şeydir. Dereden akan şırıl şırıl su sesi yok mu, gecede nasıl da yoldaş oluyor insana.
Köye vardım öğleden sonra. Hava
oldukça sıcak. Yaz günleri köy boşalır, işler yoğundur arazilerde. Hasat
zamanıdır. Saniyelerle yarışılır genellikle. Bir yıl gözüne bakılan hasat
olgunlaşma anında yağmur yerse gitti demektir bütün emekler, hayaller ve
umutlar. Karınca gibidir insanlar tarlalarda. Şarkılar, türküler, şakalar gırla
gider böyle zamanlarda. Yüzelli-iki yüz hane kadardı ama cıvıl cıvıl olurdu
eskilerde.
Eskimiş köyün yüzü, yaşlanmış. Zaman acımasız davranmış köye. Taş,
toprak, insan dememiş.
Kimse yoktu köy meydanında.
Kimseye görünmeden mağaraya ulaşmanın bir yolunu düşündüm hep. Bu kadar kolay
olacağı aklımın ucundan geçmemişti hiç. Kafayı yemiş diye düşünecekleri kesin.
Bakkala da uğramadım, kahvenin önünden geçerken baktım kahve kapalı, bakkal da
kapalıdır diye düşündüm. İhtiyacım yok, erzak ve gerekli olacak şeyleri aldım
gelirken. İki gün rahat barındırır. Toplayacağım mantarlar da ekstrası. Taze
taze mantarlar ve birçok ot var toplanabilecek.
Mağaranın köye uzaklığı yürüyerek
bir saat kadardır. Mağaralar aslında üç adet. Her birinin girişi ayrıdır.
Balkon gibi yüzeye yakın bölümü çevreyi gözetlemek içindir. Mağaralara
yaklaşınca her şey canlandı gözümün önümde. İki tıfıl, sümüklü erkek çocuk
yamalıklı don ve sırtlarındaki paramparça entarileriyle içeriye giriyorlar biri
diğerinin kuyruğuna tutunarak.
Gülümseme oturdu suratıma. Ter de
boşandı. Adımlarım daha yavaşladı beş on metre kala. Geldim işte. Tıfıl,
sümüklü Zafer nerelerde acaba? O da burada olsaydı ne iyi olurdu. Birlikte
mantarları pişirirdik türküler eşliğinde. Derede balık tutar, tuzak kurup
tavşan bile yakalardık. Dağ keçilerinin inatlaşmalarını seyrederdik. Konuşmalarını
tercüme ederdi bana.
Zafer:
-yol ver aga, geçeyim.
-yok öle bedava.
-Deli Dumrul musun aga?
-hee
-haraç mı isteyon len?
-he, haraç isteyom, var mı
itirazın?
-hee … küüüt… yetermi bu kadar! Üstünden atlar geçer.
İçim buruldu bir an. Neredeyse
elli yıl öncesiydi. Yaşayıp yaşamadığını bile bilmiyorum…Neyse sızlanmanın
zamanı değil, bir an önce yerleşmeliyim balkonu geniş ve düz olan mağaraya.
Kalbim gümlemeye başladı mağaranın girişinden adım atınca. On metre kadarı karanlık,
balkona çıkış dar bir geçitten. Şişman olmayan bir insan rahatlıkla geçer
sürünerek. Geçtikten sonrası rahat.
Mağarada elli yıldır değişen bir
şey yok gibi. Görmeyince öyle tabii. El fenerini sır çantasının dibine koymak
hangi akla hizmetti acaba. Karanlıkta balkona çıkacağım mecburen. Üşendim
çantayı dağıtıp el fenerini bulmaya..
Balkona kafamı uzattığımda kalbim
daha da hızlandı. Minder vardı, yanında toprak-kil- su bardağı, testi ve toprak-kil-
su kupası. Minderin yamaları gözüme takıldı, tanıdık geldiler. Saçmalama oğlum
dedim ve hızla çıktım mağaradan. Oradan biraz uzaklaştım kafamı toparlamak
için. Heyecanla birlikte korku sardı, elim ayağım titremeye başladı. Oturdum
kimsenin göremeyeceği kuytuya. Korkudan saklandım bir süre...“bizim gül
bahçesinde domuz pıtrakları var!”
Kuytuda nefeslendikten sonra
karar verdim diğer iki mağaradan hangisine yerleşeceğime. Ayı aklıma geliverdi,
yavruydu o zamanlar –elli yıl kadar önce-. Yaz günü mağaradan uzaklaşıp
beslenmeye çıkarlar, kışın belki dönerler…
Minderli mağarayı görebilecek
durumda olmalıyım. Kimdir, yerli mi yabancı mı, hatta hırlı mı hırsız mı
olduğunu görmeliyim ki kalıp kalmamaya ona göre karar veririm tekrar. Üçüncü
mağaranın da balkonu rahattır, geniş ve yüksek tavanlıdır. Rahatlıkla uzanıp
yatılabilir. Kırlangıç yuvaları var ama olsun bana zararları olmaz. Yavrular da
uçmuş zaten.
Sanki yakın zamanlarda kalınmış
burada, temiz sayılır. Toz, örümcek ağları yok, temizlenmişler. Avcılar
kalmıştır belki de. Benim içinde iyi oldu, az emekle bir konak sahibiyim artık.
Akşam karanlığı basacak biraz sonra, ay çıkar yoldaş olur kurda kuşa. Telefon
arada gidip geliyor, sinyal kesiliyor. Belki kesilmeyen bir nokta vardır ama
önemli değil benim için. “Kötü haber tez duyulur” derler. Bir şey duymadıklarına
göre hayattayım demektir.
Ekmek, domates, peynir, salatalık
ile açlığımı bastırdım. Gece olduğu için fazla yemedim uyuyamam diye. Evde uyku
kaçıyordu benden. Burada yanıma sokuldu, sarılıyor arada bir hissettiriyor
kendini. Uzandım boylu boyumca. Tam dalmak üzereydim kuru ağaç dal kırılması
sesleri gelmeye başladı uzaktan.
İrkilerek doğrulup oturdum. Korkuyorum.
Kalbim fırlayacak gibi. Ya yavru ayıysa! Ömürleri kaç yıl acaba ayıların? Yavru
ayıysa eğer, kokumu tanıyabilir, tanış çıkarız. Ya başka ayıysa. En iyisi sırt
çantasını içindekilerle birlikte girişe tıkamak. … kaçarken … akla geliveren
işte.
Neyse sakin olmalıyım, korku,
panik kararları etkiliyor yanlış karar aldırıyor genellikle. …nefes alışlarımı seyrelttim elimden geldiğince bütün bedenimle çıtırtıları takip ediyorum.
Yavaşladı fakat yaklaşıyor sesler. Nihayet
çıtırtılar kesildi ama toprak yolda yürüme sesleri başladı. Pat
pat, pat pat, patpat
…
Minderli mağaranın balkonunda körezik
bir ışık belirdi. Demek ki kalan vardı. Loş bir ışık sızıyor etrafa. Köpek sesi
geldi. Birkaç kez keyifsizce havladı, daha ziyade mırıldanmaydı. Dost belledi
demek ki huzursuz olup velveleye vermedi ortalığı. Ben de rahatladım köpeğin
davranışından. Velveleye verse, kokudan mağaraya gelse ortalığı yıkarcasına
zafer kazanmış asker edasıyla patronunu çağırsa, beni bulmaları kesin. Akıllı
köpekmiş. … keyifli bir gece geçirmek istiyor.
Uykum çamlara çıktı karşı
mağarayı izliyor, benden uzaklaştı olabildiğine. Bir yıl kadar sürdü sanki
uyuması. Bilirim köpek uyumaz. ne olur ne olmaz, “su uyur düşman uyumaz.” Baykuş, çakal sesleriyle uyuya kaldım.
Sabahleyin erkenden dipdinç uyandım. Güneş ısıtmamış henüz. Komşularda hareket
belirtisi yok daha. Gündüz gözüyle görmem gerek kim olduğunu. Tanıdık mı, değil
mi?
-ne kafa ama kimi tanıyorsun da
tanış çıkacaksın be yavrum. Bir gittin pir gittin.
Hayallerim yıkılmaya başladı.
Saklanmaya mı geldim. Ateş yakmak istemiyorum yerim belli olmasın diye. Kokusu
yayılacak diye bir şey pişiremiyorum. Kahvaltıda peynir, zeytin, salatalık,
domates var yine. Salatalığı kütüüürt diye ısıramıyorum…
Köpek, “akşamın hayrından sabahın şerri iyidir” mi
dedi acaba. Gündüz gözüyle burnuna gelen farklı insan kokusunun peşine düşer
mi? Ne kadar akıllı acaba! Merak ve korkuyla beklemeye başladım sessizce.
Dönmeli miyim, kalmalı mıyım?
Karar vermeliyim belki de. Kafam karmakarışık. Günlerce hayalini kurduğum
mağara macerasının sonu mu? Kanımın ateşlendiği o hayaller nerede kaldılar? Şu
an bir kaçak gibi saklanıyorum. Saklanmak hissi bile korku salıyor çevreye. Her
şeyden korkulmalı mıydı?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.