Merhaba
tekrar, sevgili misafirler.
Evet,
bir hafta daha geçti tatlısıyla, tuzlusuyla, acısıyla sevinciyle. Peki hiç
düşündünüz mü bugüne kadar? Ömrümüzden bir gün veya bir hafta daha geçti diye. Galiba
yaş ilerleyince insanlar daha fazla düşünmeye başlıyor böyle şeyleri.
Genç
ve orta yaşlarda iş, güç, sevda, kara sevda, çoluk, çocuk derken zamanın nasıl
geçtiğini pek anlayamıyor insan. Hele bir de kendi adınıza çalıştığınız kendi
işyeriniz varsa daha da hızlı geçiyor zaman. Adeta sel gibi akıp gidiyor zaman
denilen kavram. Benim için de böyleydi tabii ki, bazen öyle olurdu ki: Gün 24
saat olarak yetmiyordu işleri bitirmeye ve mutlaka devam edilmesi gereken
durumlar olurdu ve işte o zaman da var gücümle yüklenirdim işe, zaman da
neymiş?
Öyle bir kavram aklıma bile gelmiyordu hiç ta ki bitkin düşüp kendimi
uyuklarken veya gözlerim kapanırken bulurdum. Hemen en yakın uygun bir yere
uzanıverirdim bir saat kadar ve tekrar devam zili çalardı. Ama yine de “Neydi o
günler!” diyorum kendi kendime. İnsan işle uğraşırken daha mutlu oluyor, başka
şeyler düşünmeye fırsat bulamadığı için.
Bu
hafta Pazar içinde yine epeyce dolaştım. Dolaşırken bir bayan tezgâhının
yakınına gelince dikkatimi çeken bir durum kulağımı tırmaladı ve gözlem için
daha yakın çevrede dolaşmaya başladım.
“Neden
böyle durumlar gözüme batıyor ki, bana ne başkasından?” diye aklımdan geçirerek
kendime de sitem ettim aslında. Ama yapamadım ve ön yargılı olmamak içinde işin
içini dışını anlamak istedim.
Yaşanan
olay aslında çok basit hatta dikkat çekmesi gereken bir olay bile görülmez çok
kişi tarafında. Ancak ben gibi kılın teki olursa işte o zaman batıyor göze. Hani
derler ya:” Kendi gözündeki kazığı görmez, başkasının gözündeki çöp gözüne
batar” işte böyle benimkisi de.
Önümde
20 metre kadar mesafede elleri boş, 40-50 yaş arasında, mürekkep bulaşıklığı
olan bir bayan o kadar aheste yürüyerek ellerini kollarını sallayarak ve bana
bakan var mı gibisinden çevresini kollayıp arada bir kuyruğu omuzuna inan toplu
saçlarını iki yana sallayarak ve kollarını da hafif yukarı çekerek tezgâha
doğru yaklaştı gülümsemeye zorlanan bir suratla. Üzerinde kot pantolon ve ince
krem renkli kazak vardı. Gayet kendinden emin ve dünyayı ben yarattım havası
vardı üzerinde.
Tezgâha
yaklaştığında ben de birkaç kilo domates almak için poşet alıyordum. “Nasılsın
Cemile-isim gerçek değildir-?” dedi tezgahtaki sergilenen bir şeylere dokunarak.
“Hoş geldiniz Hayriye Hanım-isim gerçek değil- “dedi tezgâhın sahibi Cemile. Cemile'nin kırsal çevrelerden olduğu kıyafetlerinden belli. 40-50 yaşlarında ya var ya yok.
Başında eşarbı, önünde takılı Pazar önlüğüyle o kadar sakin ve nazikçe cevap
verdi ki dikkatimi çekti devamı konuşmaların. “Nasılsınız, iyi misiniz Hayriye
Hanım?” dedi başını bir an Hayriye hanıma döndürüp yüzüne bakarak. “İyiyim
Cemile” dedi Hayriye Hanım.
Hayriye
hanım bir şeylere dokunarak biraz zaman -5 dakika kadar- geçirdi tezgâhın
çevresinde ve tekrar yürüyüp gitti hiçbir şey söylemeden. Benim de domates
tartıldı ve başka şeyler seçmeye başladım bu arada.
Sevgi ve saygı |
Başka
gelen bayanlar da oldu Cemile hanımı tanıdığı belli olan ve halını, hatırını
soruyorlardı “Hayırlı işler Cemile Hanım-Cemile, kızım- nasılsın? Nasıl gidiyor
alışveriş işeri?” diyorlar sıcak ve samimi bir ses tonuyla. Cemile de onlara
aynı tonda büyüklük küçüklük durumuna göre “Sağ olun X Hanım-abla- “gibi
cevaplar veriyordu. Davranışları daha sıcak ve cana yakın oluyordu.
Anlatmak
istediğim şey şu: Birinci durumda Mürekkep bulaşıklığı olan Bayanın
davranışında kendini beğenmişlik havası olduğu gibi karşıya ve çevreye yansıyıp
geri dönüşü de aynı tarzda oluyor. Denilir ya “Ne ekersen onu biçersin.” Aynen
öyle oluyor işte ama Cemile'nin eğitim durumu ilkokul olsa bile kendi
çevresindeki büyük, küçük sevgi saygısı, dar çevrenin denetimi altında olma
durumu insanların davranışlarını etkileyip göze batanlarını fark etmesine yol
açıyor. Böylece aslında fark etmeden eğitim de devam ediyor gelenek görenek
anlayışları içinde. Kendi içinde bulunduğu çevre ve toplum içinde kabul görmesi
de kendine güvenini artırıyor.
Bence
Cemile, Hayriye Hanım'ın burnu havada tavrını algılayıp ona göre hiç göze
batmayacak şekilde ve nezakette resmi bir ifade kullanarak “Siz” ifadesiyle bu
durumu pekiştirdi sürekli. Uzun zamandır tanışık oldukları hal ve tavırlarından
açıkça belli olmasına rağmen bir türlü siz, biz resmiyeti aşılamamış olduğu
belliydi. Diğer diyaloglarda bu durumun kırılmış olduğu, büyüklük küçüklük
durumuna göre veya saygı duyulmuş olunması gereği daha sıcak ve senli benli
ifadeler kullanılıyordu.
Tabii
bu arada askerliği bitirip geldiğim günlerdeki bu duruma benzer bir durum
aklıma geliverdi hemen ve içim bir daha sızladı o günleri yaşamaktan dolayı.
Üniversite
bittikten sonra kısa zaman içinde askere gittim ve izne geldiğim zaman da
yanına uğradım halını hatırını sormak için. Yanında stajımı tamamladığım ve
bana oldukça mesleki bilgi katkısı olan inşaat mühendisi abiye; askerdeki
alışkanlık halini alan sizli bizli saygı ifadesiyle hitap ettim. “Nasılsınız X
abi?” dedim ve karşımdaki gözlerin bir anda sorgulamaya geçtiğini fark ettim
ama iş işten çoktan geçmişti söz ağızdan çıkmıştı bir kere ve geri alınması
mümkün değildi, karşıdaki kişinin kulağından beynine ulaşıp hızla işlenmişti
bütün bilgiler ve gözlerinden de çok rahat anlaşılıyordu.
“Teşekkür
ederim Halil Bey, siz nasılsınız görüşmeyeli?” dedi, yüzüme hafif gülümseyen ve
dalga geçen bir yüzle bakarak. Beynimden kızgın sular dökülüverdi o anda ve ben
allak bullak oldum hatamı anlamıştım ama dediğim gibi iş işten çoktan geçmişti.
Ne deyip neler ettimse de anlatamadım durumu. “Dil alışkanlığı dedim, özür
diledim falan…” Askerlik bittikten sonra da uğradım zaman zaman yanına, ancak
öğrencilikteki gibi sıcaklık hissedemedim artık. Demek ki çok kırılmış olmalı
benim sizli ifademe. “Sağsa kulakları
çınlasın, aksini düşünmek istemiyorum.”
Alışveriş
işlerimi bitirip yine bizim ihtiyar delikanlıya 7 adet sac pidesi paket
yaptırarak alıp eve geldim. Her şeyi buzdolabına ve raflara yerleştirdikten
sonra bir kahve yaptım kendime yorgunluk atmak için…
Kahvemi
içerken bilgisayarı açıp facebook’a şöyle bir bakayım gibisinden giriş yaptım.
Tanıdığım bir genel cerrah olan Uzm.Dr. Cengiz Başkaya’nın bir yazısını gördüm ve dikkatimi çekti. Olduğu
gibi alıyorum o yazıyı:
“Araba yolculuğunda radyoda istasyon ararken bir canlı yayına rastladım. Sunucu dinleyicilerden hangisi soracağı soruya doğru cevap verirse bir iphone 7 hediye edileceğini anons etti. Soru şuydu: "İstanbul'da bir tane, İzmir'de iki tane olan, Ankara'da hiç olmayan nedir?" Telefonla bağlanan ilk dört dinleyicinin verdiği cevaplar sırasıyla; Fatih Sultan Mehmet Köprüsü, Avrasya Tüneli, otoban ve İstanbul Boğazı oldu. Tamam otoban dışındakiler Ankara'da yoktur. Fakat İzmir'de iki Fatih Sultan Mehmet Köprüsü, iki Avrasya Tüneli nasıl olur? Hadi bu hatalara bir kılıf uyduruldu diyelim, boğaz, adı üstünde İstanbul Boğazı. İzmir’de, hem de iki adet İstanbul Boğazı nasıl bir düşüncenin ürünüdür? İşin trajik yanı cevap verenler radyodan aranmamışlardı. Yani soruya ansızın muhatap olmuş, cevabı aceleyle vermiş değiller. Kendileri arayıp kendilerinden emin olarak cevap veriyorlar. Bu durum bazı insanların bedava bir şeyler kazanma uğruna gülünç durumlara düşmekten çekinmediklerini düşündürüyor. Cahil cesareti de denebilir. Fakat güzel kardeşim, cehaletin de bir üst sınırı yok mudur?”
Yıllar öncesinde okuduğum, bir
araştırmanın sonucunu hatırladım "Cehalet" kelimesini okuyunca.
İçerik olarak şöyleydi: "İş başvurularında Cahiller daha cesaretli
davrandığı için işveren temsilcisinin isteklerinin büyük çoğunluğuna
-bilmediği, yapamayacağı, eğitimi dahilinde olmayanlara bile- olumlu yanıtlar
verdiği, haddinin sınırlarını aştığı ve işinde ehil, bilgili ve yaptığı işler
örnek sayılabilecek insanlar haddini bilerek cevaplar verdiği için olumsuz
cevaplar alıp sonuçta da başarısız duruma düşüyorlar." şeklindeydi.
Örneğin: Sizin uzmanlığınız dışında dişçilik alanında "çok iyi anlarım ve
yaparım" demeniz gibi bir şey bu durum.
Dolayısıyla cehalet ve bilgi
ters orantılı; bilgi arttıkça sınırlar daralıyor ve cehalet azalıyor. Bilgi
olmayınca da cehalette sınır diye bir şey bilinmiyor doğası gereği. Bilen insan her adımının ıstırabını çeker, bilmeyense her adımının
sefasını sürer. Dolayısıyla bilmek insanın kendi kendine verdiği bir ceza
sanki. Dünya sistemi de bunu kullanıyor zaten. Bazıları bilgiyi, bazıları
parayı ve sistem de cehaleti alıyor ele; yer misin, yemez misin? Herkesi de
tokatlayıp duruyor döne döne. Hiç de başı dönmüyor Dünya'nın. Yorumunu yaptım
bende sayfasında.
Bazı insanlar cahil olduğunu
fark ettiği konularda çaba gösterip eksikliklerini tamamlayarak bir başka adıma
geçiyorlar ve yaşadıkları zaman içinde sürekli doğa ve çevresiyle etkileşim içinde
kalarak alışverişlerine devam ediyorlar. Bu davranışlarının katkısı en başta
kendilerine ve sonra da en yakınlarından başlayarak dünyanın gelişimine küçücük
bile olsa fayda sağlıyor.
Dünya’da cehaletin bitmesi
istenmiyor aslında. Çünkü: cehalet biterse hiç kimse kolay yoldan hiçbir şey
kazanamaz ve elde edemez. Çaba göstermek gerekir kendilerini kabul ettirmesi
için. Ancak cehaletin yakadan paçadan aktığı ülkelerde cehalet baş tacı yapılıp
bilge insanlar da tu kaka oluyor ve bilgi düşman kabul edilerek yerin yedi kat
dibine batırılmak isteniyor.
Bilginin ceza olarak görülmediği
ortamlarda bilgi dağarcıkları sürekli gelişip doğaya kök salarlar, aksi durumda
cehaletin bataklığında kuruyup gider. Cehalette korku, vicdan, ahlak, gelenek,
görenek, bilgi, iyi, kötü … Daha çoğaltılabilecek kavramlar ortadan kalkıp tek
bir kavramda birleşir her şey o da “Ben” dir. Her şeyi kendi çıkarına yönelik
algılar ve yorumlar. Eğer çıkarına değil ve kendisine fayda sağlamıyorsa
kötüdür, işe yaramazdır ve yok edilmelidir ona göre. Nasıl bir dünya ama?
Neyse, daha fazla uzatıp siz
sevgili okuyanlarımı sıkmadan burada son vereyim bu haftalık gözlem yazıma.
Sevgi ve saygı dolu bir Dünya’da
yaşamak dileğimle sizlere şimdilik hoşça kalın diyorum. Sevgi ve saygılarımla,
her istediğiniz gönlünüzce olsun dileklerimle gelecek yazılarda buluşmak üzere.
04-04-2017-0614
Halil
GÖNÜL
Görsel:Pixabay.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.