Canım Karım
Karım kesecek beni biraz daha böyle
gidersem. Öyle diyo “keserim seni, zıbardığında; eğer böyle devam edersen,
gecemizi gündüzümüze karıştırırsan.” Pek kulak asmıyordum ama iyice
asabileşmeye başladığını fark ettiğim ilk anda tüylerim diken diken olmadı da
değil hani. Nasıl olmasın, iki metreye yakın boy var, kilo desen gergedan, yok
yok fil desem daha doğru. Hele bu yazdıklarımı bir görse yandım demektir.
Uyuyor daha.
Yerin kulağı var diye boşa dememişler demek ki. “Uyandı,
uyandı.” Tıkırtılar gelmeye başladı salondan. Yatak odasında yatamıyor da
klavye tıkırtısından. Klavye tıkırtısı odun yarar gibi gelirmiş kulağına, bazen
de kilise çanı gibiymişler “goooong, gooooong…”
Mübarek ilk
yıllarda posta koyardı bana her zaman. Cüssesine güvenirdi tabii. Ben sıskayım
ya onun yanında. Kızdırdığım zaman “boy fukarası” derdi de sesim bile çıkmazdı
karşısında ama yine de kızdırmadan yapamazdım. Kızınca daha sevimli geliyor
nedense bana.
Yatakta
kitap okumaya kalkardım uykum gelsin diye. Daha doğrusu uykum gelmesinden çok
kendime alışkanlık edinmiştim bekârlığımın yalnız ve soğuk gecelerinde uykum
gelmeyince. Ne kadar yorgun olursam olayım soğuktan uyuyamazdım da kitap
alırdım elime ve okurken uyur kalırdım. Sabah kalktığımda kitabı bana sarılmış
halde yakalardım da çekip kaldırırdım üzerimden.
İşte, bütün
mesele buradan kaynaklanıyordu. Bana göre güzel bir alışkanlıktı kitap okumak.
Yatarken de en uygun zamanlardandı, en azından yarım saat kadar. Kolayca uykusu
geliveriyordu insanın. Galiba hanım beni kıskanıyordu, çekemediği için de
bahane yaratıyordu “kulağımın dibinde hışırdatıp durma şu kitabın sayfalarını”
derdi. Kitabın sayfalarını çevirmem hoparlör sesi gibi gelirmiş ona da uykusu
kaçarmış. Mış da mış mış işte. Bahane arardı durmadan.
Sevişmeyi
denemiştim yatıştırmak için ama kısa sürdü o da. Baktım ben kitap okumaya devam
ediyorum sonra vazgeçti. Haftada bire hatta bazı aylarda ayın yarısını bile
geçer oldu ama gel de ses çıkar. Sıkar biraz. Nerde o g..t bende. Yan
çiziyordum, ısrar bile edemiyordum. “Keees!” dedi mi iş bitiyordu bende, elden
ayaktan düşüp can derdine kalıyordum da sakır sakır titrediğim bile olurdu.
Hoşuna giderdi tabii ki, arkasını dönüp kıs kıs güldüğünü hissederdim.
Görmüşlüğüm de vardır. İnadı tuttu mu, dünya ters dönse vazgeçmezdi.
Bana nispet
yapacağım derken yıllar içinde, her gece, her gece kıçını devirip yatmaktan
çocuk bile yapamadık. Yıllar geçince farkına vardı ama iş işten çoktaaan
geçmişti. Bu sefer de bana çocuk muamelesi yapmaya başladı. Önceleri biraz
yadırgadım ama zamanla alışıp gittim. Ne zaman yanaşsam hayır demiyordu ama
boşa kürek sallıyorduk artık. Belki de vicdanını rahatlatıyordu kendince. İsteyerek yapmadığı belliydi, hiç kollarını
sardığı olmazdı, sadece itiraz etmezdi o kadar. Öyle hale geldim ki ben de
suçlamaya başladım kendi kendimi, adeta vicdan azabına dönüşmüştü iş.
Tıkırtıyı
duyunca kestim yazma işini. Bilgisayarda oyun oynuyormuş numarasına yatmak en
akıllıca şeydi. Aklımı seveyim, ben de öyle yaptım. Hiç bilmediğim bir oyun
açtım ve oynuyormuş gibi yapmaya başladım kıçımı başımı oynatarak da heyecanımı
göstermek istiyordum. Geldi yanıma doğru arkama geçip baktı şöyle bir. Saçı
başı darmadağın, daha da korkunç görünüyordu. Bir gözü hala kapalı, tek gözle
ne yaptığımı anlamaya çalışıyor gibiydi.
Ellerini iki
omuzuma da koydu, yavaş yavaş ağırlığını vermeye başladı ellerine. Ben de fark
etmiyormuş gibi yapıyordum, güya oyuna çok daldım ya onun dokunuşunu bırakın
varlığından bile haberim yokmuş gibiydim.
“saat kaç?”
dedi belli belirsiz sayıklıyor gibiydi. Duymazlıktan geldim yine. “Saat kaç
dedim, in misin, cin misin, duymadın mı? İstersen duyurayım, açayım
kulaklarını!” deyince hemen duyma ihtiyacı hissettim birden ve kıpırdanmaya
başladım, başımı yukarı kaldırdım ve saçlarının perdelediği yüzünden belli
belirsiz açık tek gözünü fark edebildim, ateş fışkırıyordu sanki ondan da.
Açılış sonuna kadar ama nedense kara bir şey göremedim gözünde hepsi beyazdı
sanki. Hortlak gibiydi adeta.
“Ah
canıııım, uyandırdı mı bu boy fukarası seni yoksa? İcabına bakayım istersen,
hemen aha balkon, kapıyı açacak kadar zoru var. Tutar bacağından sallayıveririm
kurbağa gibi, olur biter. Benim için hiç de zor olmaz. Yeter ki sen iste, ha bi
tanem!”
1/10
Canım karım, Kahvaltı Döşemiş Benim
İçin
Çooook
yumuşak kalplidir de benim tosuncuk karım, dayanamaz da bana. Dediklerimden çok
etkilenmiş olmalı ki, oturduğum sandalyeyle birlikte kucakladığı gibi bir
hışımla yatak odasına geçti. Hâlbuki salonda kıvrılır yan döner yatardı her
zaman. Bir iş vardı bu işte, ya uyku sersemliğiyle yanlış gitti, ya da beni
boğacak atacak karanlık sokağa.
Yatak odası
tarafı çok karanlık olur, sokak lambası yoktur o tarafta. Karanlık basmaya
başladığında da el ayak kesilir bu sokakta taa ki sabah ezanına kadar in cin
top oynar, çıt çıkmaz. Gel gelelim benim klavyeye yakın işte. Asıl mesele de
bu.
Beni
sandalyeye güzelce bağladı. Ellerim ve ayaklarım bağlanınca gülümser gibi bir
belirti oturdu saçlarının arasından kıt kımır görünen yüzüne sanki. Çok içten
yapıyordu, hem de hızlıydı beni bağlarken. Yatağın yan tarafına sırtım yatağa
gelecek şekilde yatırdı sandalyeyi. Anlamaya başlamıştım durumu. Nasıl
dayanırım dizlerim doksan derece bükük, sandalyeye bağlı. Moraracaktı ellerim
ve ayağım. İyi ki akıl edebildi, benim rahatlığımı da düşünür, canım benim;
ellerimi sandalyenin arkasına değil de yanlarında olacak şekilde bağlamıştı.
Demek ki her
şeyi önceden planlamış hain karım. Gaddar karım. Klavyeyi de söküp gelmez mi,
kucağıma bıraktı onu da. Bir de kitap koydu üstüne. “Al sana bi tanem, ister
oku, istersen yaz. Bakma sen bana. Kolay gelsin sana. Hadi bana iyi uykular
canım! Ha! Sakın horlayayım, kıpranayım deme. O zaman seni sen değil de ben atarım
aha şu sokağa, dudun mu beni?” dedi hırlar gibi.
Dediklerini tam anlamadım ama artık
içimizi dışımızı bildiğimiz için, eee olacak o kadar kırk yıl geçmiş birlikte.
Vücudunun bir gram yağı kıprasa ne demek istediğini anlarım ben onun. Onda da
biraz olsun artık, değil mi canım?
Kıçını dönüp yattı. Kış aylarında
bile üstüne bir şey örtmez, yağları sağ olsun çok işe yarıyor. İmreniyorum
doğrusu da Tanrı’ya sitem ediyorum bazen. “ha ona bu kadar fazla vereceğine
birazcıcık da bana verseydin ya koca Tanrım” diye. Hiç duymadı beni.
Duyacağından da umudu kestim artık. Tek duam karımın elleri arasında boğularak
ölmemek son günlerde. Sanmıyorum onu da duyacağını, tedbir alacağını ama olsun,
sonuçta denize düştük işte. İşim dualara kaldı.
Sabahın kör saatinde de uyanmış canım
benim, canımın içi ya, kıyamam! Bir kahvaltı masası döşemiş ki sormayın. İlk
evlendiğimiz günlerde bir iki kez yapmıştı aynı şeyi. Pek hayra alamet değilmiş
gibi geldi ama önemsemedim bu korkumu. Uyuyormuş numarası çektiğimi anlamış mı
ne, ses vermeyince kendi nazik “canım, cicim” sesine, sandalyeyle birlikte
kucakladığı gibi götürdü beni masanın başına.
Kahvaltı masasının başına “tak” diye
bırakıverince sandalyeyi, kuyruk kemiğim acıdı aldığı darbeden, uyandım artık.
Ne yapayım başka yolu kalmadı, bağlıyım sonuçta. Kesse ne olacak. Bok yoluna
gitmemek için uyanmış gibi yaptım açtım gözlerimi. Hiç kapanmamıştı ki zaten.
Ellerimi, ayaklarımı çözmesini
beklerken, çatalı tutuşturdu ağzıma, çatalda salam vardı. Hiç de sevmem
kahvaltıda salam, sosis gibi şeyleri. Leş yiyiciymişim gibi hissettirirler.
Gözlerine bakmaya çalıştım ama yarım yamalak görebildim. Çok sert bakıyordu,
hesabı bitmemişti anlaşılan. Akıllı ol oğlum, iş çıkaracak zaman değil. Ne
istenirse yap, işler ayna yine diye kendimi yatıştırdım itiraz etmemek için ama
kusma isteklerini de geri gönderdim geldikleri yere. Derdi oydu zaten.
Hiç bu yüzünü görememişim demek ki bu
zamana kadar. Nasıl da saklamış, vay anasına. Karnı geniş olmanın faydaları
buydu demek ki. Gözlerimi yumup, bütün hislerimi körelttim, duyargalarıma da
izin verdim bir süreliğine, ikinci bir emre kadar gelmeyecekler yanıma.
“Ne kahvaltıydı be, ellerine sağlık
bi tanem benim” diyerek dudaklarımı büzüp gözlerimi yumdum kafamı uzattım
boynumun uzayabildiği kadar. Ama ulaşamadım
hiçbir yere. Hiç istifimi bozmadan tek gözümü açtım, baktım ama karşımda
portmantoya asılı bir peruk duruyordu sanki yüz kayıptı içinde. Diğer gözümü de
açtım ama değişen bir durum yoktu tam tersine her şey çok netleşmişti. Benim karının
suratı yoktu yerinde. Kalabalık yapmasın ayakaltında diye portmantoyu mutfağın
tenha köşesine atmıştık güya kışın, aha o portmantoda asılı, pencerenin yarım
açıklığından da hafif esen rüzgârdan peruğun alt uçları sallanıyordu.
Tedirgin oldum önce, kim çözecekti beni
bağlı bulunduğum sandalyeden. Bağırsam çığırsam komşulara ayıp olacak. Donup
kalakaldım olduğum yerde. Nefes bile alamıyordum sanki. İçimde birden bir
boşluk oluştu. Alışmıştım ya, şimdi o boşluğu nasıl dolduracağım? Bom boş
kalacak yeri. Her kişi de dolduramaz zaten yerini çünkü bir daha o cüssede
kadını nerede bulacaktım ben. Dünyayı ters çevirsem bulamam ki. Hadi kiloca
buldum ya boya ne demeli kadınlarda ortalama boy bir altmış beş. Onun yanında
cüce kalırlar. Yandım, yandım ki ne yandım!
2/10
Köylerimiz Değişti
Canım Karım’ın yokluğunu hissetmemek
için birlikte çektiğimiz filmimizi geriye sardım, taa başa. Başladım izlemeye. Bazen
yalnız çekilen bölümleri bile izlerdim.
Köyüm
canlandı gözümde birden. Hayallere daldım. Öğünmek gibi olmasın emme, dünya
kurulalıdan beri nakliye ve lojistik hizmeti verir bizim köy. Namı değer
“Arabacılar” dır adı. At kullanırız biz,
asil hayvanlardır atlar; geçemeyiz onlardan. Çevre köylerin içinde en
meşhurudur, namı değer Arabacılar Köyü. Adına en sadık köy olmak da ayrıca
öğünç kaynağıdır. Başka iş yapmazlar, doğana bir tay hediye ederler hemen,
ister kız, ister erkek olsun.
Katırcılar
Köyü vardır en yakın komşumuz sayılır. Onlar at yerine katır kullanırlar,
bizden farkı o denilebilir ama asıl ince tarafı, katırı seçmeleridir. Katır az
yiyip çok iş yaptığı için seçerler. Acımaları yoktur hiç hayvana. Neyse ki
akılları çelindi de katırlarını satıp bir külüstür arazili “tuzla jip” aldılar
da hayvancağızlar kurtardı paçayı. Öve öve bitiremezler Tuzla Jiplerini, uzun kasa
mı şase mi neymiş. Çok tutulanındanmış anlayacağınız.
Kış, yaz
fena iş yapmıyormuş da sosyeteye karıştılar, terfi ettiler anlayacağınız. Köylerinin adını da değiştirdiler, Arabacılar
oldu Katırcılar’ın yeni ismi. Bize hor bakmaya başladılar o zamandan beridir.
Aramız da açıldı bu yüzden. Kız alıp vermeyi kestik karşılıklı, hatta kimse
birinden diğerine bile gidip gelmez oldu. Partileri de ayırdılar.
Çandırla
Köyü var, kağnılarıyla meşhurdur ve kağnıyı çeken Bembeyaz çandırları vardır.
Neredeyse başka hayvan beslemezler o köyde. İnekleri karasığırdır. Asıl işleri
yazın hasat zamanıdır ama kışın da şehire nakliye yapmaktan geri kalmazlar.
Ağır yük taşırlar genellikle.
İşin kötü
yanı, Çandırlar da aynı katırlar gibi az yer ve çok çalışırlar ancak yavaştırlar.
İşte bu yavaşlık onların en çok canını sıkan durumdu. Ne yapıp edip bir araya
geldiler ve birkaç fayton aldılar ortaklaşa. Tabi ki fayton olur da at
kullanılmaz mı? At kullanmaya başladılar en alımlılarından. Bazen yarış atı
denk getirdikleri bile olurdu.
Onlar da
sosyete oldular, turizme geçtiler. Turist taşımaya, gezdirmeye başladılar.
Yazları köye kadar bile gelen turistler oluyordu merak ettikleri için.
Avrupa’da bile yokmuş böyle bir şey. İş değişir de köyün adı değişmez mi,
değişti. Bizim Çandırlar oldu Fantomlar
Köyü. Hani fantom füzesi var ya oradan alıyormuş adını, Fantom füzesi gibi
hızlıymış onların faytonları.
3/10
Canım Karım’ın İlk Denetimi
Ben ilk üçten terkim biliyonuz mu!
Emme çoook kitap okurum; taa çocukluğumdan beri. O zamanla bubamla dedem
yapaladı bu arabacılık işini, ben de yanlarında çırak, ne yapcen, kitap okucen.
O zamanla teksas, tommiks, zagor
filan gırla gidiyo. Sinemalarda filan kiralanıyodu, aralarda okumak için. Ben
de elden düşmelerden alıyodum; en ucuzlarından. Birkaç belki de daha fazla
sayfası eksik olurdu emme ben tamamlardım okurken.
Bubam, dedem çok sevinirledi, çok
okuyom diye. Övüne övüne bi galırladı. Çevrede duymayan galmadı, sağır sultan
bile duymuş sayelerinde. Dedem anlatıverirdi bazen başımı okşayarak çevre
köylerin içinde okuyan olarak en meşhurları benim; bilmem kaç dene kitap
okumuşluğum var. Sorarsanız eğer, ben bile unuttum sayısını. Meşhurluğumu dedem
ve babama borçluyum, haklarını ödeyemem her ikisinin de.
İşte, yazarlık hevesim de o
zamanlardan başladı, bi yapıştı yakama, yapışış o yapışış bi daha bırakmadı
illet gibi. Bu yazdığım ilk ciddi yazılarımdan birisi, bastırıcam yani; para
biriktirebilirsem.
Evlendiğimizin ilk yıllarındaydı, bi
gün karım uyanmış gecenin bir yarısında, bakmış ben yokum yanı başında; aklına
gelmiş yine yazmaya oturdu bu herif deye. Merak etmiş “hele bi gidip bakem
şuna, ne yazmış okuyem” demiş; yanıma geldi, öteki odaya.
Uykulu uykulu okudu birez. Bir gözü
kapalıydı, görüyordu ama. Olsun, gayret etti okudu işte. Okuyunca bi fırça bi
fırça bana; tel fırça yanında sünger kalır.
“Ülen sen beni bu yaşımda rezil,
rüsva mı etcen cümle âleme. Ne bu kelimelerin hali? Garik, marik, etcen,
gelcen, gitcen, tutcan… filen… hepiciğini düzeltcen bunnarın. Yoğsam çatarım
hepiciğini sobaya da bi gözel banyo yaparım ısıttıkları suylan.”
Çok kızdığı belliydi her halinden.
Gözleri faltaşı gibi olmuşlardı, yerinde duramıyor gözleri deseniz yerlerinden
fırlamak için can atıyorlardı. Birkaç kez dolandı etrafımda bana gözlerini
dikerek. Neden bu kadar kızdığını anlayamadığım için çok şaşırmıştım o anda.
İlk kez görüyordum öyle halini. Bir anda ayaklarının altında karınca ezecekmiş
gibi duruyordu durduğu yerde. O ezilecek karıncanın kendim olduğunu düşününce
ellerim ayaklarım titremeye başladı, dilim tutuldu. Yalnızca melül melül
bakakaldım kızgın suratına.
“Köylü, cahal garısı dedirtmem ben
kendime. Gocama da goca köylü cahal yazar
desinler hiç istemem. Gatil etme beni, düzeltcen hemen
bunnarı, annadın mı meni?”
Sinirinden
dili damağına yapışmış, “b” leri söyleyemez olmuştu “beni” yerine “meni”
diyordu. Aslında hali çok komik geldi
bana ama gülümseyemedim bile korkumdan, alimallah bir kazaya neden olup gurban
olabilirdim her an. Pür dikkat her mimiğini, nefes alışını bile izliyodum o
anda. Haklıydı canım karım, beni düşünüyodu o halinde bile.
Biraz daha
dolaştı etrafımda, elleri arkasında kenetli. Bir şeyler düşündüğü belliydi. Bir
an göz göze geldik.
4/10
Canım Karım, Beni Kaçırdı
Bana
acıdığını hissedebildim, yüz mimikleri gevşemiş, daha az atıyordu
yanaklarındaki damarlar. Gözlerinden de şefkat fışkırmaya başlamış baştan aşağı
beni yıkıyordu. Bir anda içimden sarılmak geldi ama işlerin ters tepmesinden
korktum, ayağını kaldıracak kadar zoru vardı beni ezmek için. Un ufak
olabilirdim bir hata yaparsam. En iyisi melül melül bakmaktı gözlerine. Boynumu
büküp bakmaya devam ettim iki dudağının arasından ne çıkacak diye.
İçimden
cavırlıklarda geçmiyor değildi hani, bir an ayağa fırlayıp, kıpkırmızı olmuş
kıpır kıpır kıpırdayan alevler saçan kiraz dudaklarına konuveresim geliyordu.
İlk zamanları aklıma getirip cesaretimi toplamaya çalışıyordum ama korku
dağları omuzuma bastırıyorlar, bir türlü kıprayamıyordum.
Arada bir
gözlerini kısıp elini yanağına atıyordu, düşündüğünü kestirmeye çalıştım. Eğer
bu yazdıklarımın hepsini değiştirmeye kalkarsam altından kalkamam diye
düşünüyordu belki de, altından kalkamazsam yazar karısı olma hayali suya
düşerdi, ya bırakırsam kızıp da –biraz zor da- beni fazla zorlamak istemediği belliydi,
poposunu bana sürtmesinden. Karşıma geçti yeniden, parmak sallıyordu.
“Heç olmaya
burdan” –satırı gösterdi- diyerek parmağını koydu. Parmağı sayfanın yarısını
kapladı gibi geldi bana. “Burdan başlacen, daha sonrasını düzgün yazcen. Bak
bana-baktım-, söz vercen ülen yoksa ufalarım seni kurumuş yufka gibi; tamam mı
canımın içi kocam benim?”
Kollarını
arkamdan doladı boynuma. Bu sefer daha dikkatliydi üzerime abanmasında; masayı
öpmedim.
Söz verdim
sevgili karıma. Daha dikkatli yazacaktım ve özen gösterecektim düşündükleri
olmasın, yani utanmasın diye. Ee canım karım bu kadar düşünüyorken beni benim
de onu düşünmem gerekliydi elbette. Haklıydı kadın.
Ne de olsa
bir sene bir senedir eğitimde. Benden bir iki sene fazla eğitimliydi. Emeğine
saygı duymak lazım. Kendisi benimle evlenmek için beşten terk etti. Çifter
baskı yaptığı yılları da sayarsak benden oldukça eğitimli sayılır, az dirsek
çürütmüş değil anlayacağınız. Beşi terk eder etmez beni kaçırdı zaten.
Bir gece
“buluşalım, avluda ol, ben geliyom” diye not göndermiş küçük kardeşiyle.
Kardeşi seslendi avludan eve. Çıktım dışarıya, yanına geldim “abam gönderdi”
dedi tüydü çocuk. Ay ışığında zar zor okuyabildim notunu. Beklemeye başladım.
Daha kardeşi
köşeyi dönmeden diğer köşede belirdi kendisi. Çok heyecanlıydım, ne diyecekti
acaba diye düşünmekten bi hal olmuştum. Görünce elim ayağım çözüldü
kıpırdayamadım bile. Adeta çakılıp kalmıştım.
Avlu çitlerine abandım düşmemek için, durmadan yaklaşıyordu. Bir anda
kendimi havada buldum, ayaklarım yerden kesilivermişti. Hooop avlunun
dışındaydım.
Elindeki
bohçayı verdi bana “tut şunu” dediğini hatırlıyor gibiyim. Daha elimle bohçasını tutar tutmaz, kartal
gibi kaptı beni, attı omuzuna ve hızla yürümeye başladı sokağın karanlık
yerlerinden. Deve kuşu gibi uçuyordu. Nasıl köyün dışına çıktık anlayamadım.
Ağzımı bile açamadım, arada denedim ama daha ağzımı açtığımı anladığı anda
“kapa çeneni” dediği hiç kulaklarımdan gitmez, çınlar durur.
5/10
İşimizi Garantiye Aldık, İş Tamam
Kasabaya giden Pazar yoluna doğruldu,
ormanın içi ıpıssızdı ay aydınlatıyordu günlük güneşlikti adeta. Etrafta
baykuşlar, gece kuşlarının sesleri geliyordu arada bir. Bazen de ormanın
derinliklerinde, dere yataklarında çatır çutur sesleri duyuyordum. Çatır çutur sesler beni oldum olası
korkuturlar taa çocukluğumdan beri. Kötü şeyler gelir her zaman aklıma, ayı
falan gibi.
Orman
yolunda biraz ilerleyince bıraktı beni yere. Ayaklarım ilk anda tutulmuş
gibiydi. “nereye?” diye sorma cesareti bulabildim kendimde. “kaçıyoruz, sen
beni kaçırıyorsun, anladın mı?” olduğum yerde kala kalınca omuzumdan tuttuğu
gibi beş adım ileriye sallayıp bıraktı beni.
“sen
kaçırıyorsun ya’” demiş bulundum. Saflık var biraz bende. “Oğlum, sen hiç
duydun, gördün mü kızlar ne zaman erkeği kaçırmış; her zaman erkekler kaçırır
kızları. Şanın yürüsün diye öyle diyeceğiz. Kafan çalışmıyor hiç senin.”
Kafama
yatmıştı zar zor da olsa. Canım karım ne derse doğru der. Hoplaya zıplaya çocuk
gibi koştura koştura yürüdüm önünden. İçim bir tuhaftı. Epeyce yürüdükten sonra
bir taş üstüne oturup bekledim arkadan gelişini. Yanıma geldiğinde “dinlen
biraz, yorulmuşsundur sen de!” dedim. Derdim başkaydı aslında.
Elimi
boynuna attım korka korka. “o da bana
bakıyordu. Ay ışığında gözleri alev alev yanıyordu, nefesinin sıcaklığını
yüzümde hissetmeye başladım bir anda. İçimden bir şeyler aktı ılık ılık.
Kandırmaya uğraşmalıyım diye düşündüm.
“Ya
jandarmaya falan haber verirse baban. Yakalanıp ben hapse sen de eve
kapatılırsın böyle. Bir çare düşünmemiz lazım.” Deyince “he valla ilk defa doru
bi şey dedin len. Aklından geçen ne söle bakem.” Dedi merakla. Galiba tamam bu
iş diye düşünmem beni cesaretlendirdi. Namus meselesi yapmasından korkuyordum
ama gerekçemiz vardı kapı gibi. Ne de olsa babası biraz kıldı. Bir şeyler
koparmaya çalışırdı bizimkilerden. Ne arar bizimkilerde, altı üstü bir beygir
ve kırık dökük arabamız vardı dededen kalma.
“hadi hemen
yapalım şu işi. Yakalansak da buban ayıramaz bizi. Ben de hapse düşmem. Ne
diyon?” önce baktı biraz suratıma. Suratım donup kalmıştır eminim. Sonra birden
sarıldı boynuma ve öpüp koklamaya başladı beni. İyice azdırmak istediğini
anlayabiliyordum. İlk denemede halletmekti derdi. Heyecanımı yatıştırıyordu.
Ben se titriyordum sakır sakır.
Yarım saat
kadar sürdü, hallettik işimizi. Derin derin nefesler alıp bana bakıyordu sırt
üstü yattığı yerden. “Gel gel, gel buraya. Bi daha yapalım mı?” deyince
dayanamadım. Hiçbir korkum kalmamıştı artık, bir daha değil sabaha kadar
yapabilirdim hiç durmadan. Üçüncüsüne yeltendiğimde: “dur ülen dur, ne azgın
boğaymışsın sen de. Sabredelim gari biraz da kasabaya bir an önce varıp nikâh
işini halledelim. Ondan keri istediğin kadar yaparız. Söz sana.” Dedi,
toparlandı hemen düzüldük yola el ele. Koşturarak yürüyorduk patikada; baykuş
ve böcek sesleri arasında. Çatırtı, çuturtulardan hiç korkmadığımı hissettim o
anda. Kasabaya varıncaya kadar müzik ziyafeti çekmişlerdi bize bütün gece
boyunca kuşlar, böcekler, orman. Hafif esen rüzgârın çam dalları arasında
çıkardığı sesler ne güzel fon oluşturuyordu baykuş ve böceklere.
6/10
Çare, Nikâh Memurunda
Sabah
ezanından hemen sonra vardık kasabaya. Ortalık hareketliydi. Tam da pazarıydı
kasabanın. Pazar yerinden geçtik el ele. Bazı tanıdıklar denk geldi ama hiç
önemsemedik doğruca belediyeye gittik. Kapalıydı o saatte. Bekledik önünde
oturarak. Ne diyeceğimi düşünmeye başladım oturduğum yerde. Babamın oğlu
değildi ya nikâh memuru. Hemen nikâhımı yapıver deyince eline kalemi defteri
alıp yapacak. Bir çaresini bulmalıydım yoksa şanım beş paralık olurdu taze
karımın yanında. Ne de olsa etraf köylerin en meşhuruydum okumada ve arabacılık
işinde. Neredeyse kasabanın memurlarının işini ben yapardım bazen para pul
almadıklarım bile vardı içlerinde. Başka bir işi yaparken onların işini de
görürdüm.
Nikâh memuru
da sıklıkla bu tür işini gördüklerimden biriydi arada sohbet etmişliklerimiz de
vardı. Çay ısmarlardı bana bazen çarşıda denk geldiğimiz zaman. Nazlanacaktım
elimden geldiğince. Bir yolunu bulurdu o. Ancak öncesinde bir bahane
bulmalıydım nikâhlanmanın zorunluluğu ve acelesi için. Yoksa neden hemen olsun
diyeydim ki?
Epeyce
bekledik merak içinde. Memurlar yavaş yavaş gelmeye başladılar. Açlığımızı bile
gidermemiştik. Aklımıza gelmedi daha doğrusu. Nikâh memuru geldiğinde bizi
gördü ve yanımıza doğru geldi. Bir bana baktı, bir çiçeği burnunda canım karıma.
“ne işin var
senin burada bu saatte, aklıma gelen doğru mu yoksa…?” dedi heyecanla. Tahmin
etmişti durumumuzu. Ellerimiz birbirine sımsıkı bağlıydı, aval aval da
kendisine bakıyorduk ayağa bile kalkmadan. Anlamaz mı adam, bal gibi ortadaydı
her şey. Kabak gibi sırıtıyorduk biz kaçtık dercesine.
“doğru
efendim, kaçırdım. Babası peşimizdedir, elinde kırmasıyla. Yardımınız gerekli.
Elinize düştüm, kurtarırsanız siz kurtarırsınız beni. Eğer yapmazsanız ya
içeride olurum ömür boyu ya da mezarda…” kendim bile şaşırdım ağzımdan
çıkanlara. Adam yüzümüze daha dikkatle bakıyordu, acımaya başladı halimize.
Eliyle
işaret ederek “gelin bakalım, yukarıya önce, sonra da ne yapabiliriz bir
uğraşalım. Elimden geleni yapacağımdan emin ol ve rahatla şimdi. Çay içeriz
değil mi? Karnınız açsa bir şeyler de söyleyeyim.”
“sağ olun,
çay yeter şimdilik. Bir şey boğazımızdan geçecek gibi değil.” Çıktık arkasından
yukarıya. Odasına geçtik. Çay da arkamızdan geldi hemen. “buyurun, oturun
şöyle.” Diyerek masasının önünde duran sandalyeleri gösterdi.
Bir taraftan
çayını yudumluyor diğer taraftan da kalın bir kitap karıştırıyordu.
7/10
İşin Aciliyetine Binaen Yıldırım
Nikâhı
Yarım sat
kadar oturduk nikâh memurunun telaşlı telaşlı kitap karıştırmalarını
seyrederken. Ne zor işmiş bu işler, adamın işi hiç de kolay değilmiş dışarıdan
göründüğü gibi. Birkaç yere telefon etti, soru sormak için. Avukatmış
görüştükleri, sonradan söyledi bize. İşimizi garantiye almak istemiş.
En son telefon
görüşmesinden sonra meraklı ve sert yüz ifadesiyle müstakbel karıma döndü:
“yaşın kaç bacım?” dedi sertçe. Ben de
baktım gözlerinin içine merakla. Hiç düşünmemiştim yaş başın önemli olduğunu.
“on altı, on
yedi belki de daha fazladır. Kapıda kalacaktım neredeyse! Bubam ölen abamın yerine tutmuş beni. Abamı
daha önceden yazdırmışlar beni yazdırmaya gitmemişler onun ölümünden sonra.
Ninem demişti bi defasında dullukta konuşurlarken. Ben de yanındaydım o zaman
çocuktum daha.”
“Bakın bu
iyi haber işte, ver bakayım şu nüfus cüzdanını. Sen de.” Dedi bana bakarak.
Verdik kafa kâğıtlarımızı. Akıllılık etmiş müstakbel karım, kafa kâğıdını
yanına almış. Benim her zaman cebimde olurdu zaten ne de olsa esnaftık, iş
adamıydık. Sık sık lazım oluyordu, zabıtalardan paçayı kurtaramıyorduk yoksa.
“Şimdi
diyeceklerimi iyi dinleyin, işinizi çözeceğiz gibi görünüyor. Hemen
çıkacaksınız şimdi. İki şahit getireceksiniz. Daha önce yandaki sağlıkçıya bir
uğrayın size bir kâğıt verecek. Ben telefon ederim kendisine. Benim
gönderdiğimi söyleyin. Tamam mı? Anlamadığınız bir şey var mı?” dedi telefona
sarıldı hemen.
“var, bir
maruzatım var” dedim telaş içinde.
Merakla baktı bana, telefonu yerine koydu. “nedir?” dedi. “Şu şahitler, ‘iki tane’
dediniz ya hani. İşte onları bulmak sıkıntılı olabilir. Babası gelmişse eğer
duyar hemen çarşıda. Çabuk yayılır bu tür haber bilirsiniz. Yakalarsa bırakmaz
bizi. Buradan tanıdıklardan siz rica etseniz…” suratına baktım aciz aciz. Ne
diyecek diye. Olmaz demesini hiç düşünmeden ağzımdan dökülmüştü her şey.
Biraz
durakladıktan sonra “ben mi bulayım yani, şahitleri ben mi ayarlayayım demek
istiyorsun.?”
Kafamı
sallayabildim “hııı” derken. Güldü
gevrek gevrek. “Tamam len, yapalım o işi de.” Şimdi fotoğraf da getireceksiniz bana
en az ikişer tane. Hadi toz olun şimdi. Ben her şeyi ayarlayacağım. Yıldırım
yapacağız, işin aciliyetine binaen… Tek ve en hızlı çözüm bu.” Dedi
gülümseyerek. İçime su serpti gülümsemesi.
8/10
Yıldırım Nikâhı da Tamam
Kafamın
içinde şimşekler çakmaya başladı. Elektrik çok hızlı yayılmaya başladı
vücudumda. Fırladığım gibi çıktım odadan. Arkamdan geliyordu müstakbel karım.
Yakında karı-koca olacaktık el âleme karşı. Koridora çıkınca aklıma geldi
elinden tutmak. Hemen yan taraftaki sağlık memuruna geçip anlattık durumu ve
“tamam” dedi. Ciğer filmlerimizi
çektiğini söyledi “işimiz bitti, bu kadar hepsi, siz gidebilirsiniz ben bunu
ulaştırırım memur beye” dedi gülümseyerek.
Oradan da
çıkıp, belediye binasının yan sokağında fotoğrafçı vardı bildiğim. Oraya
yöneldik birlikte. Şipşak çektirdik onar tane. Beş dakika kadar bekledikten
sonra verdi elime fotoğrafları bir zarf içinde. Ne kadar da kolay olmuştu her
şey. Yıldırım nikâhının hazırlıkları da yıldırım gibi ilerliyordu. Şimdi sıra
yıldırım nikâhının kendisindeydi.
Neredeyse
koşturmaca gidiyorduk el ele yukarıya. Birkaç basamak birden çıkıyordum da elim
geriden asılındığı zaman duraklayıp tek tek çıkmaya başladım basamaklardan. Nikâh
memurunun karşısına geçtiğimizde o bile şaşırdı bu kadar çabuk bitmesine her
şeyin. Biz içeriye girer girmez sağlık memuru da geldi hemen, elindekileri
uzattı memur beye.
“otur hele,
otur arkadaş. Bak ne diyeceğim sana.” Merakla bakıyordu sağlık memuru
delikanlı, nikâh memuruna. “buyur abi, emrin olur.” Dedi merak içinde ve
telaşla.
“nikâh
şahidimiz olacaksın, bir de Sultan’a söyleyelim. Hadi darısı başına” diyerek
gülümsedi. “abi bekârın nikâh şahitliği kabul mü?” diye sorunca kahkaha attı nikâh
memuru. Başını salladı arkasından olur anlamında. “Hadi, Sultan’ı da çağır
bana.” Dediğinde genç delikanlı sağlık memuru gülümseyerek çıkarken “kahveni de
söylüyorum” dedi arkasından.
Belediye
başkanının sekreteriymiş Sultan. Hemen geldiler sağlık memuruyla birlikte.
“Buyur abi, beni istemişsin. Hayrola?”
“Sultan
hanım, hayırlı bir işimiz var ve acil, anlayacağın hayat mayat meselesi var
işin içinde ve karışık bir durum. Biz de bu durumu çözelim diye uğraşıyoruz
kimsenin burnu kanamadan. İşte bu yüzden senin nikâh şahidimiz olman lazım,
delikanlı sağlık memurumuzla birlikte.
Bir an
yanındaki sağlık memuruna baktı Sultan, bize kaydı sonra gözleri. Merakla bizi
incelemeye başladı. “kaçmışlar mı?” deyince erkekliğime dokundu “yok, kaçırdım”
dedim hemen. Gülüşmeye başladılar hep birlikte.
“iyi etmişsin, şu benim adamın
bahsedip durduğu meşhur arabacı değil misin sen. Hani birkaç defa eşyaları
getirmiştin eve.” Hatırlamaya çalışıyordum ama kafam durmuştu sanki hiç kıpırtı
yoktu beynimde.
“bak, ben de kaçmıştım. Başım göğe
değdi biliyonuz mu, sizin de değer artık. Hadi hayırlısı. Olayım bari de şu
başınızı göge değdirelim.” Dedi ve kahveyi getiren ocakçının çırağına “bir
kahve de bana getir yavrum, şekersiz olsun.” Dedi gülümseyerek baktı nikâh
memuruna. Hemen olacağını anlamıştı galiba.
Nikâh memuru beni ve müstakil karımı
masanın önüne yanaşmamızı istedi. Önündeki defteri karıştırıyordu bir taraftan
da. Şahitlerimiz de her iki yanımıza geçip oturdular. Öğle yaklaşmak üzereydi ve öğle yemeğinden
önce biteceği anlaşılmıştı artık. Bir aksilik olmasa diye kulağım koridorda ve
dışarıdaki seslerdeydi. Babası gelip gelmeyeceğini merak ediyordum ama yıldırım
nikâhını nereden bileceklerdi ki. Rahatladım öyle düşününce.
“sen…
..nu hiçbir baskı altında kalmadan, kocalığa kabul ediyor musun?” “evet”
dedi canım karım –bana göre karımdı arık, ha b bir dakika önce ha bir dakika
sonra ne fark ederdi ki- nikâh memuru bir sürü şey de söylemişti ama kulaklarım
duymadı onları. Uğultu da devam ediyor hala. Bana döndü nikâh memuru ve bir
şeyler söylemeye başladı. Dudak okuması yapıyordum ne dediğini duymadığım için.
Dudağının kıpırdaması kesilince “evet, eveeet” diye bağırdığımı hatırlıyorum.
Arkasından da gülüştüklerini.
“Allah bir yastıkta kocatsın, mutlu
bahtiyar olun çocuklar.” Dedi ayağa kalkarken nikâh memuru. Evlilik cüzdanını
da canım karım’a uzattı. Can havliyle elimi uzattım kapmak için ama nafileydi,
kaptı karım evlilik cüzdanını hemen. “hadi öp bakalım gelini” dediğinde donup
kaldım. Gözlerimin önünde kocaman bir yüz ve kiraz gibi ateş çıkan dudaklar
vardı ama ben utancımdan yanağından öptüm istemeye istemeye. Ama hıncımı
koridora çıkınca aldım. Baktım kimse görünmüyor yapıştım dudaklarına sülük
gibi. Beni ittiğinde koptum da ta duvara pat diye yapıştım “o kadar da uzun
boylu değil” diyordu utanmışlığından pancara dönmüş kırmızı suratıyla ama
gözleri başka bir şey söylüyorlardı.
Hiç korkusuzca elinden tutup çıktım
dışarıya. Güneş tepede bize el sallamaya başladı. Daha vardı öğle yemeğine,
aklıma geliverdi hemen kapının önünde. Yandaki baklavacıya takıldı gözüm.
Koşturdum, orta boy bir tepsi alıp koşturmaca çıktım nikâh memurunun odasına.
“çok teşekkür ederim. Allah razı olsun
sizden, herkesten.” Dedim ve bıraktım tepsiyi. Pastaneci sonradan gelip alacaktı
boş tepsisini.
9/10
Seni, Ben Adam Ettim Ülen!
Kendimle
gurur duyuyordum. Ee o kadar olacaktı elbet, hatırımız vardı ne de olsa. İşte
benim de işime yaramıştı hiç beklemediğim bir anda karşıma çıkan kaderim
karşısında. “Yıldırım nikâhı, yıldırım nikâhı…” ne demişti nikâh memuru? “İşin
aciliyetine binaen” evet, işimiz acildi, bizimkinden acili de yoktur herhalde.
Çarşıya
çıktığımda görenler oldukça şaşkın şaşkın bakmaya başladılar bize. Belki de
bazıları komik bulmuştur da gülümsemişlerdir halimize. Ben, canım karımın
elinden tutup gezdirdiği bir çocuk gibiydim adeta. Ama umurumda değildi bu
durum. Çarşıda epeyce dolaştım herkes görsün diye ama asıl görmesini
istediklerim yoktu ortalıkta.
En çok
şaşıranlar arasında bizim köylüler vardı elbette. Hiç kimsenin haberi yoktu çünkü
sürpriz oldu anlayacağınız. Bazıları inanmadı, inanamadı bile bu kadar hızlı
olduğuna. En erkeni bir haftada bitirirdi bu işleri.
Onlara göre:
ne de olsa okuyan olarak meşhur oluşumun etkisi büyükmüş, ondan böyle olmuş
muş, biraz da torpil geçilince olurmuş o gader… Anlattı da anlattılar artık.
Efsane olup çıktık herkesin dilinde.
Hiç bu kadar
hızlı evlenen görülmemiş daha bizim köy ve çevresinde. Evrak, mevrak, doktor,
gün alma derken en erken evlenen bir iki kişi varmış onlar da bir haftayı
gecikmişler.
O zamanlar
çok sıskaydım ben. Evlenince biraz boyum uzadı, kilom arttı; adam kılığına
girdim biraz. Öyle der sevgili karım: “ ben adam ettim seni ben! Sinek,
sivrisinek gibiydin eskileden. Vızıldaa durudun arabanın üstündeki urgan
yumağında. Şansın vamış ki, accık da yaradanın gollamasıyla ben aldım seni;
önce hoşuma gitmeyodun emme soradan accık adam gılığına girince ganım
gaynayıvedi ülen sana!”
“Baba,
babaaa… Kalk hadi, anam kahvaltıyı hazırladı seni bekliyor. Hem ne işin var senin yatağın dibinde. Haa
haa!”
“hani nerde
kaldınız yahu, uyandıramadın mı oğluuum. Uyanmadıysa şu suyu al götür dök
kafasına, öyle uyanıyor o!”
“geliyoruz anne,
geliyoruuuuuz.”
“Anne!”
“Söyle
yavruşum benim!”
“Bir daha
babamı yatağın dibinde görürsem seni şikâyet edeceğim mahkemeye, babama şiddet
uyguluyor diye!”
“Et, oğlum
et. Bi o eksikti. Et de beni atsınla hapise, bubanla gal sen de. Buban baka
sana nasılsa.” Oğlunun kıvırcık saçlarını okşayarak gülmeye başladı “değil mi
ülen herif, sen de şikâyet etmeyi düşünüyon mu oğlunla barabar?” deyip omuzuna
bir yumruk vurdu kocasının.
10/10
04.05.18
Halil Gönül
Ağabey bunları ne zaman kitap hâline getiriyorsun?
YanıtlaSilRecep Hilmi Tufan,
Silbiraz daha zaman var diye düşünüyorum. Biraz daha ders çalışmam gerekli. :)