Salı, Temmuz 18, 2017

Pazar Gözlemim-18-Ya Sıçarken, Ya da Kaçarken Gelen Akıl

Akıl
Anıtkabir

       Bir söz var ya zaman zaman kullandığımız ve taşı tam da gediğine koymak için: “Türk’ün aklı ya sıçarken ya da kaçarken gelir.”  Siz ne diyorsunuz acaba bu söze? Ben biraz çelişki içindeyim, “kaçma” hakkında da, “sıçarken” de hem fikirim.
    En rahat olduğu ve kendisiyle baş başa olduğu bir an olması bakımından önemli bir mekân; elbette kokusu olmayan bir mekân olduğunda.
Benim de aklım gecenin 02’sinde uyku tutmadığında salonda televizyon seyretme bahanesiyle kapı pencere açık otururken geldi. Birden “dink” diye bir ses duydum beynimin içinde. Akıl ziliydi galiba! Çok işler açıyor bu zil benim başıma; ne yaparsam yapayım engelleyemiyorum zaman zaman dinklemesini. Ne menem bir akıldır ki, hiç de bana çok para kazandırmadı; ben yanılıyorum belki de “akıl” derken. Şeytan falan olabilir mi ne dersiniz?

                Başlığı özellikle seçtim dikkat çekebilmek için; yoksa başka bir niyet ve kastım yok.

                Yıllar öncesinde 1980’li yıllarda Almanya’ya gitmiştim. İki aya yakın kaldım, bir kasabada ve zaman zaman da değişik kentlerde düzenlenen festivaller ve kutlamalar nedeniyle dolaşma fırsatım oldu. Üniversite son sınıftaydım. Oldukça da okur yazarlığım var sayılırdı.
                Dikkatimi iki şey çekti orada:

 Bunlardan ilki: birçok kanalda Hitler dönemi anlatılmasıydı. Toplama kampları, Yahudi soykırımı, fırınlamalar vb. bir süre zaman geçtikten sonra öyle bir hale geldim ki kendim de inanamıyordum düşündüklerime ve öğrendiklerime. Öncelerinde de çok şey okumuştum Hitler dönemi hakkında ama görüp izlediklerim yani görsel bilgiler birer çivi gibi çakılıp kaldılar beynimin birer yerlerinde.

Evinde kaldığımız 65-70 yaşlarında fakir, ancak okuması yazması olan -tam değil- halen çalışan bir kadının kullandığı bir cümle çok düşündürmüştü beni oldukça uzun bir süre; onun ne demek istediğini anlamaya çalışmıştım. “Hitler, bizim için aynı sizin Atatürk gibidir. Bütün bu gördüğünüz demir yollarını o yaptı. Bizler ekmeği karneyle alıyorduk.” Demişti kardeşimin Hitler hakkında olumsuz bir ifade kullanmasından sonra.

Beni düşünmeye iten yanı: kıyaslamanın Atatürk ve Hitler olmasıydı. Hangi psikoloji ve bilgiyle bunu söylüyordu? 

Epeyce sonra anladım ki söylemek ve anlatmak istediği: Demir yollarının ulaşım bakımından önemli olduğu, demir yollarının yapımında insanları birer dilim ekmekle köle gibi çalıştırmış olması. Demir yollarının kendilerine ve Almanya için önemli olduğunu anlatmak istiyor. Bunlar da cansiperane çalışmışlar ve geldikleri zamana önemli bir yatırım yapılmış. Bilmediği şey ise: Atatürk, Kurtuluş savaşı ve toplama kamplarında ne olursa olsun insanların fırınlarda yakılması -inanmak istemiyordu belki de; aklı almadığı ve kendisi açısından öyle bir şey yapılabilme ihtimali vermediği için- demiryollarının yapılma amacının askerlerini istediği yere kısa sürede ve rahatlıkla ulaştırma isteği olduğunu. Kısaca: Bilemediği ve inanamadığı oldukça çok şey vardı anladığım.

Şimdilerde hala Almanya’da benzer yayınlar yapılıyor mu bilemiyorum ama; en azından o zamanlarda okur yazarlığı olan, düşünme kapasitesi olan ve merak eden vatandaşları için çok önemli bir bilgi kaynağıydı o yayınlar. İnsanlar kendi tarihlerinde öyle bir şey olduğunu öğrenip, ona göre değerlendirme yapıyorlardı. Yani demem o ki: Toplumsal hafızayı yeniliyorlar ve kendilerine , dünyaya acı çektiren bir insanın kim ve ne amaçla olursa olsun ne kadar büyük zarar verdiğini ve bundan sonra böyle acıların yaşanmaması için, elimizden geleni yapmalıyız anlamı taşıyordu.

      Aradan geçen bu kadar zamanda hala da “Hitler” hayranlığı zaman zaman hortluyor ama çıkan sesler çok cılız kalıyor. Yenilenen ve beslenen toplumsal hafıza buna izin vermiyor. Vereceğini de düşünmüyorum.

Gelelim ikinci dikkatimi çeken olaya: Türkiye’de elektrik kesintilerine alışmıştık ama orada bir anda elektriğin kesilmesi kısa sürede dikkatimi çekti -aslında biraz bekledim Türkiye’deki alışkanlıktan dolayı- ve bir süre sonra nedenini aradım. Odanın lambasıyla ilgili olan sigorta atmış olduğunu anladım ve sigortayı değiştirmeye karar verdim.

Çok basit bir işlem olacaktı benim için; Türkiye’de sık sık yaptığım bir işlemdi çünkü.  Neredeyse 8-10 yaşındaki çocuklar bile yapar bizim memlekette.

Tam da sigortayı söküyordum ki diz çökmüş halde, -sigorta duvarda ve biraz dibe yakındı- bir anda omuzuma aldığım bir güçlü darbeyle sırt üstü uzandım ve halının üstünde sürüklendim. Şaşkınlıkla doğrulduğumda karşımda, çok kızgın olan ve beni çiğ çiğ yiyecekmiş gibi bakan ev sahibi kadın: Oldukça kilolu ve tıknaz haliyle, ürkmüştüm; aptal aptal suratına bakıyordum, ne yaptım ben? der gibi…

Oysa karşımda, birisiyle çok şiddetli kavga yapıyordu; el kol hareketleri çok hızlı ve sesi de gür çıkıyordu. Film izliyor gibiydim sanki. Almancayı çok iyi anlayamıyorum, İngilizce'yle benzer kelimeler çıkıyor bazen ağzından ve can havliyle bir şeyler anlamaya çalışıyordum. Kesin anladığım: kavgası benimleydi…
Bağırmadan dolayı bahçeden koşturarak gelen babamı gördüm bir anda karşımda, patlamış gözleriyle. Kısa sürede babamın şaşkınlığı geçti ve yatıştırdı kadını. Aldı eline telefonu bir yere telefon etti. Hep beraber oturmaya başladık salonda.
Otururken kiraz ağacının birinde, bizim oturduğumuz birinci kat seviyesinde, yan komşumuz -Yugoslav göçmeniymiş- adam el kol işareti yapıyordu. Pencereye gidip açtım kanadını. Eliyle çekil işareti yaptı; ben geriye çekilince, sepette topladığı kirazlardan kısımlayarak atmaya başladı pencereden içeriye. İçerinin sert havasını kırmıştı böylece…

15-16 yaşlarında görünen ve suratında yeni sarı sarı tüyleri çıkan bir delikanlı girdi içeriye. Gülümsüyordu bizlere bakarak, ben geldim diyordu sanki. Şöyle bir etrafa bakındı ve sigortayı gördü ama şaşırmıştı görürle görmez. Hemen sigortayı değiştirdi ve bize dönerek: “Bu kasabada -yaklaşık 10.000 nüfuslu- bunlara dokunabilecek 3 kişiyiz, başkası dokunamaz; bunu böyle bilin ve bir dahaki sefere alo deyin, beş dakika içinde yanınızda oluruz. İyi günler.”

Merdiven başına geldiğinde tekrar geriye döndü: “Bu seferlik tutanak tutmayacağım” dedi ev sahibine. Çok memnun olmuş olan ev sahibi de teşekkür etmişti ona. Minnettar kaldığı her halinden belli oluyordu kadının.

Babam denilenleri tercüme edince oldukça şaşırmıştım ve anlamakta çok zorlanmıştım. Anlamaya başladığımda da kahrolmuştum tabii ki: “Ulan bizim memlekette: Bırak sigorta tamircisini, proflar bile “Bu işi yalnızca ben yaparım ve benden sorulur” diyemezken ben de yılların inşaat mühendisiyken bile dilim varmıyordu aynı şeyi söylemeye; çünkü kimse iplemiyordu senin bilgini, tecrübeni çünkü: Herkes her şeyi biliyor ve prof halt ederdi yanında. İnşaat sektörüne baktığınızda da bunu görmek mümkün; eline keser, önlük alan usta kesilir ve ahkam kesmede üstüne yoktur; sıkıysa bir prof karşısına geçip konuşsun!
Sektörün gözdelerine bakın göreceksiniz okuması yazması bile olmayan bir sürü sonradan görme gök görmedikleri. İstisnalar yok denecek kadar azdır.

Almanya’dan dönerken yolculuk esnasında uçağın penceresinden dışarıya baktığımda görebildiğim pamuk yığını gibi beyaz bulutlardı ama bakış çerçevemin çok genişlediğini hissedebiliyordum. Bakış açımın genişlemesine sevinmeli miydim yoksa üzülmeli miydim o an ve sonraları bilemedim; sanırım biraz kendimle gurur duydum ve sevindim ama yıllar sonrasında ne kadar üzüldüğümü anlatamam. Keşke at gözlüğümle kalsaydım da görmeseydim bu kadar çok şey dedim kendi kendime hep.

Türkiye’ye döndükten sonraki süreçlerde radyo ve TV. Programlarında Kurtuluş savaşı ve Atatürk aradı gözlerim ama boşunaydı aramam; hiç de olmadı, taa ki 19 Mayıs veya özel günlerin haricinde. Onlarda da: “Atatürk 1881’de doğdu, okula gitti, yaz tatillerinde karga kovaladı, askeri okula gitti, çok başarılı bir öğrenciydi; 19 Mayıs 1919’da Samsun'a çıktı, Vatan kurtuldu.” Diyorlardı. Bir dönem de de dayanamadım Denizli’de ne kadar yerel ve Ulusal yayın -gazete ve dergi- varsa topladım ve bir hafta göz attım: hepsi de aynıydı. Bir tek Cumhuriyet gazetesinde bir baş makale vardı; günün önemini anlatan. İçerik olarak çok da anlamlı değildi o da.

İşte size kişisel ve Ulusal hafıza. Kısaca toplumsal hafıza. “Benim oğlum bina okur, döner döner gene okur.” Sözü bir şey ifade ediyor mu acaba?  Dedeleriniz veya dedelerinizin dedesi doğru söylemiş olmasınlar sakın! Dönüp dönüp aynı şeyleri mi okuyoruz biz ama hiçbir şey de anlamadan. Nasıl bir şeydir peki dönüp dönüp aynı şeyi okuyup ama bir türlü de anlayamamak?  Okuduklarımızı anlayamadığımız için de aynı şeyleri defalarca tekrar tekrar yaşamak!
"Toplama Kampı"

Vallahi de tallahi de büyük büyük dedelerimiz çok doğru söylemişler ama kendileri de aynı şeyi yapmışlar. Genetik genetik(!) hatta psikolojik psikolojik(!) ne de olsa dedelerimiz; övünmemiz lazım ama yapamadıklarıyla, hatalarıyla değil; yapabildikleriyle ve bizim yaşamamıza sebep olduklarıyla.

Gocunmuyorum, öykünmüyorum, kompleksim yok ancak anlamaya çalışıyorum, hatalarından dersler çıkarmaya çalışıyorum.

Atatürk’ün de farkına vardığı gibi: Cehalet; bu toplumun kanayan yarası ve hiç de dindirilmeye çalışılmadı benim bildiğim 50 senedir. Atatürk’ e bile ölüm döşeğinde biraz kendine geldiğinde manevi kızına: “Biraz daha iyileşeyim de alıp başımızı gidelim dağlara, ormanlara” anlamında söz söyleyecek duruma getiren bir yapı içindeyiz.

Atatürk’ün zamanı yetmediği için hemen hemen çok şey başladığı gibi kalıp, zaman içinde üzerleri örtülmeye çalışıldı bu memlekette. Neden peki, hiç düşünmek aklınıza geldi mi? Ya da zahmet edip biraz emek sarf ettiniz mi öğrenmek için. Yalnızca seyretti bu toplumun geneli. İstisnalar kendi çabasıyla uğraştı durdu iğneyle kuyu kazarcasına. Devlet olarak hiçbir şey yapılmadı uyduruk ilkokul diploması vermekten başka.

1940’lar da toprak ağalığı ele geçirdi yönetimi ve elli seneye yakın idare etti cahil cühela, zavallı iyi niyetli halkı. “Benim” dedin mi işi bitiriyordun hemen sahipleniveriyordu. Onun diliyle konuştun mu kendine yakın buluyordu ve yakınlık o kadar ilerledi ki kucağa bile oturur oldu artık(!) Bir süre sonra da alışkanlığa dönüştü(!)

“Gelen gideni aratır.” Demiş evveller; biliyormuşlar hayret!  Onun içinde son gelenlere 50 yıl yol vermişler. Neredeyse ölünceye kadar; ölmeden kurtulamamışlar. Nedense şansları da yaver gitmiş: Toplumda ortalama yaş 40-50’yken sevdikleri 70-80 veya daha fazla yaşamışlar. Artık Allah bile rıza göstermemiş ellerinden almış sevdiklerini…

Toplumsal hafızamızı tazelemenin bir yolunu bulmalıyız el birliğiyle. Ve el birliğiyle işimize gücümüze sahip çıkıp “Bu işi benden başka yapan olmaz!” diyebilecek duruma ve seviyeye gelmeliyiz. Öyle hızlı yol almalıyız ki; uzaydan kendimize arsalar kapabilmeliyiz aksi halde uzaydan atılan çöplerle idare eden zavallı yaratıklar haline geleceğiz günün birinde. Karar sizin; bugünün insanları olarak.

Saçmalamanın bu kadarı da fazla oldu değil mi? Burada keseyim artık olur mu?
Hoşça ve mutlu kalın; hafızalarınız sizi yanıltmasın.         
                                                                                       18-07-2017-0500
                  Halil GÖNÜL
Görsel:Pixabay.com

20 yorum:

  1. halkın nabzını ölçüyorlar halil abi. Bir yerde patlayacak ama hadi bakalım. İyice b. çıkardılar.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Fakir Yazar,
      haklısın.
      Bu toplum farkında değil ama bu toplumun belleğini silmeye çalışıyorlar tek tek. Mümkün olmadığı anlaşılacak bir gün ama gelecek nesiller çok zorlanacak kaynaşmakta. Üzülüyorum gelecek nesiller adına.

      Sil
  2. Başlığı görünce ben de şaşırdım ne oluyor diye :) Gerçekten dikkat çekti yani:) Teşekkürler :)

    YanıtlaSil
  3. çok ilginç hikayeleriniz var..umarım bunları birgün kitap haline getirip,geride çok güzel bir eser bırakmış olursunuz hem yakınlarınıza hem de sevdiklerinize..elinize sağlık..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yazar Yildirim,
      güzel öneriniz için teşekkür ederim, çalışmam gerekiyor epeyce;gittikçe daha çok eksikliğimi görmeye başladım. Daha ilerilerde düşünebileceğim bir durum şimdilik. :)

      Sil
  4. sigorta komikti sahiden deee :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. deeptone,

      belki de savunma mekanizmamız; emniyet sibobumuz komedi. :)

      Sil
  5. Eskiden gelen 'kul' olma arzusu, feodal toprak ağalarının altında ırgat olmayla devam etmiş. Birey olma bilinci olmadan, maalesef toplumu yaratamayız.

    YanıtlaSil
  6. Güzel bir yazı olmuş,kaleminize sağlık ...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Fatofotofan Tv,
      Teşekkür ederim, beğenmenize sevindim. :)

      Sil
  7. Güzel yazı elinize sağlık.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Huzur Mutluluk,
      Teşekkür ederim, beğenmeniz benim için sevindirici. :)

      Sil
  8. Great writing, I like to read more of your articles.
    Thank you for visiting my blog.
    https://manjoreegraphics.blogspot.com

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sudhanya Bhattacharya,
      Rica ederim, memnun oldum, benim için bir zevkti sizin blogunuzu tanımak ve bloğunuzda gezinmek. :)

      Sil
  9. This is a fantastic article. Mr. Halil you have a great writing skill.
    Thank you very much for visiting my blog.
    https://manjoreegraphics.blogspot.com

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Abhijit Bhattacharya,
      Teşekkür ederim, beğenmeniz beni sevindirdi.
      Sizin bloğunuzu ziyaret benim için bir zevkti. Hoşça kalın. :)

      Sil
  10. İtiraf edeyim o başlık ilginçti gerçekten yazıyı da okuttu. İyi ki de okumuşum. Birey olarak gelişmemiz, zamana ayak uydurmamız gerek ki bu topluma olumlu yansısın. Önümüzde uçsuz bucaksız derya gibi bir internet fırsatı var ama başka amaçlarda kullanıyoruz ne yazık ki.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ilhan Ucer,
      Teşekkür ederim. Elbette haklısınız ve size katılıyorum. :)

      Sil

Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.