Pazartesi, Eylül 24, 2018

Başları Dik, Mağrur Dağlar

honaz-dagi-zirvesi

Dağlar, Dağlar. Başları Dik, Mağrur Dağlar

            Yaşamın acımasızlığı kendini açıkça belli eder durumdaydı yaşlı, beyaz saç ve sakallı adamın suratındaki kalın çizgilerde. Hayat denilen şey neydi sanki bazılarına ballı, kaymaklı bazılarınaysa acılar yığınıydı. Her ne kadar görünürde öyleyse de içeriye girdiğinde hiç de dışarıdan göründüğü gibi olmuyordu. Her dağın kendine göre dumanı oluyordu, bazılarında kara kara yağmur bulutları bulunurdu yılın tüm günlerinde. Ulu dağlardı o dağlar, başları göğe değen dağlar derlerdi yaşlı adamın yaşadığı yörelerde.
            Bazı dağlar vardı, günlük güneşlikken birden değişirdi kara bulutlar sarar her yanını ve birden boşanırdı yağmur bardaktan boşanırcasına. Yer gök birbirine karışır, göz gözü görmez olur yeryüzünde. Yerle gök kavga ediyor derdi ninesi çocukluğunda yaşlı adamın. Ne güzel söylerdi ninesi, sesi ipek kadar kaygan, pamuk kadar yumuşak olurdu. Sözünü salmazdan önce epeyce bir düşünürdü içinden, yaşardı önce diyeceklerini sonradan boşalıverirdi sesler arka arkaya. Bakakalırdı ağzına, ninesi konuşurken.
            Konuşması bittiğinde ısrar ederdi ninesine yine konuş diye ama ninesi yanağını okşar sımsıcak elleriyle: “Deli fişek seni, hoşuna mı gitti? Şimdi sen oyna sokakta biraz arkadaşlarınla ben sana yatarken masal anlatırım, anlaştık mı?” derdi de istemeye istemeye “olur” derdi pamuk ninesini kırmamak için.
            Çok çabuk geçivermişti o koca koca yıllar. Hâlbuki saymaya kalkılsa yılların günleri aylarca, haftalarca sürerdi ama hiç kimse de saymayı akıl edemez ki. Akıl alır bir şey değildir yılın, yılların günlerini saymak. Ancak yıllar geçip yaşamın sonuna gelindiğinde aklına gelir insanın; aylakçılıktan olsa gerek. İş yaratmanın bahanesidir yaşlılıkta gün saymak. Her sayılan günler canlanır gözler önünde. Bazen bir çift damla sızar yanaklardan bazen de tatlı bir gülümseme belirir dudaklarda.
            Yaşlı adam çayını yudumlarken ince belli bardaktan, başından kara bulutların hiç eksilmediği dağları aradı penceresinden dışarıya bakarak. Bir süre göz gezdirdi pencereden görebildiği kadarıyla. Ufukta aradı dağ sivriltisi ama yoktu. Kendine geldi olmadığını görünce. “Burası benim memleket değil ki, yanlış yerde arıyorsun akılsız” dedi kendine kahrederek.
            Bir süre daha baktı, kederli gözlerle uzaklara. Uzaklara baktıkça daha uzaklara gidiyordu gözleri, çocukluğunun memleketini aradığını biliyordu ama yine de bulamayacağını bile bile gönlünü kandırmaya çalışıyor. Bir sivri tepe görse “hah işte!” diyecek kandıracak zalim gönlünü de teselli edecekti ama olmuyordu.
            Çayından arka arkaya yudumlar alarak oyaladı zihnini. Gırtlağı biraz yandı çayın sıcaklığında. Olsun, hiç acımadı diye önemsemez görünüyordu. Onun önemsediği dağlardı, karlı, dumanlı dağlar. Başı dik mağrur dağlar. Kimine sığınak olur kimine de mezar olan dağlar. Hayat çok garipti, bazen kafasını karıştırırdı düşününce de düşünmekten men ederdi kendini. Daha kolay gelirdi öylesi. Ağrısı, sızısı daha az hissedilirdi yaşamın.
            Kendisini dağlara benzetirdi uzunca bir zamandır. Her zaman başını dik tutmaya çalışmış, ne kadar dumanlı olursa olsun, fırtınalar da kopsa eğmek istememişti başını. Bu yüzden güvenildiğini hissederdi de içini bir hoşluk kaplar bütün sıkıntılarını unuturdu ödülü olurdu bu duygular.
            İçinde fırtınalar kopardı bazen, öyle olanı fırtınalara benzemeyen; tsunami denen dalgalara benzeyen uçsuz bucaksız uzunlukları olan, dev dalgalardı. Adeta sörf yapardı kendi içinde aklıyla. Fırtınanın geçmesini beklemek yerine sörfün keyfini çıkarmaya çalışarak atlatırdı tüm fırtınaları. Kimselere bir şeycikler diyemezdi öyle zamanlarında da burukça gülümsemekle yetinirdi çevresine. Konuşsa sesinin pürüzünden ve boğukluğundan anlayacaklar halini de kendisine güvenleri sarsılacak, korkacaklar diye düşünmekten kendini alamazdı hiç. Hiç ağladığını göstermedi kimseye. Gecelerde herkes uykuya dalınca helaya gidip ağladığı zamanları çok olmuştu. Sonra da sessizce gelip kıvrılıp yatmıştı yanının üstüne elini başının altına koyarak.
            Hayatı çok ciddiye almıştı da ince eleyip sık dokumuştu. Ne olmuştu sanki dokumuştu da? Kahırlanırdı bazen böyle ama bir türlü söz geçiremezdi ne gönlüne ne de vicdanına. Her şeyin doğrusunu yapmak isterdi. Ne kadarını doğru ne kadarını eğri yapmıştı? Muhasebesi mi vardı elde. Sıfıra sıfır, elde var sıfır. Aynı alışkanlıkları devam ediyordu hala ama artık daha azdı elemesi gerekenler. Elenecek bir şeyi kalmamıştı boşa geçen sıkıntılı günlerden başka. Her günü birbirinin aynısı olan günler her ne kadar da canına tak ettirse de ince eleyip sık dokuyunca, belki sevenleri olduğunu düşününce takılıp kalırdı orada ve buruk ve kırgın bir gülümseme belirirdi dudaklarında belli belirsiz.
            “Ne yapalım, gelip geçen günleri seyretmek görevimiz artık, isyan etsen kime?” çay bardağına baktı, kalbi kırılmış gibiydi bardağın, soğumuştu içindeki çayı. Hepsini bir yudumda doldurdu ağzına ve yuttu başını hafifçe önüne eğerken.
            Bazen sesler duyar gibi olurdu da gülümseyerek bakardı etrafına. Hiçbir şey göremeyince anlardı durumu, içini burukluk kaplar kendi dünyasının derinliklerine dalardı tekrar. Çok zengindi dünyasının derinlikleri. Yok, yoktu elem ve kederden yana ama hepsini de ballamıştı kendi elleriyle. Az emeği yoktu.
            Çok yanlış buluyordu hayatındaki öğrendiklerinde ve deneyimlerinde. Neredeyse çocukluğunun aklı ermeye başlamasından sonrasından beridir yanlış düzeltiyordu hayatında bir türlü bitiremiyordu da hala bir ayağı çukura sallanmasına rağmen uğraşıyordu kalanlarıyla. Çok inatçıydı, başkalarına göre farkı da buydu kendisine göre olanı fırtına eğememişti başını tıpkı başı kara dumanlı ulu dağlar gibi. Özenirdi başı dumanlı, ulu dağlara. Heybetlice dimdik ayakta dururlardı ne zaman baksan. Hiç de bana mısın demezlerdi, dona, buza fırtınalar. Rest çekerlerdi ne olursa da her zaman kazanırlardı karşıdan bakıldığında.
            Karşıdan görünen her ne kadar öyleyse de yakınlarına varıldığında hele bir de eteklerine tutunup tırmanmaya başladığında zirvelerine doğru, parça parça dağıldıklarını görürdün. Parçalanırlardı kıymık kıymık ama bana mısın demezlerdi de dimdik dururdu ayaklarının üstünde başları. O başlar her zaman ileriye bakar, hiçbir zaman geriye dönüp baktıkları görülmemiştir doğduklarından beridir. Bir o kadar alımlı, bir o kadar güçlü, heybetli ve bir o kadar da mağrurdular. Hem korkutur hem de güvendirirler kendilerine. Dostlarına sırt verir, koru, kollarlar düşmanlarınaysa bir o kadar acımasız olurlar parçaları arasında boğarlar da hiç yürekleri sızlamaz.
            “Dağ gibi” derler adam gibi adam olana Anadolu’da.  Dağ gibi olmak kolay iş değildir hâlbuki bedeli vardır hem de oldukça ağırdır. Olan biten ayaklar, omuzlar kaldırıp çekemez o yükü. Herkes adam gibi adam olmaya niyetlense de yolda dökülürler de döküle döküle üç, beş kalır yolun sonunda. Onların da her biri ayrı yollardadırlar, bu yüzden yalnızdırlar tıpkı özendikleri dağlar, başı dik ulu dağlar gibi. Ömürleri yalnızlık içinde geçer gider de hiçbir şikâyetleri olmaz, sitem etmezler kimseye. İçlerinde yaşarlar her şeyi fırtınaları, güneşli günleri. Bahar da vardır yaz da, kışı da olmazsa olmazıdır dağların, ulu dağların. Kolay iş değildir dağ gibi olmak, özenenin vay haline!
             
Görsel: Google Görseller

2 yorum:

  1. Dağ gibi olmak kolay değil elbette. Baharı da vardır yazı da, kışı da.. Kaleminize sağlık..
    Sevgilerimle..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim, hoşça ve sağlıcakla kalın. :)

      Sil

Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.