Perşembe, Kasım 15, 2018

Küçük Burjuva

Küçük Burjuva
                Durup durduğu yerde nereden gelirdi bunlar Zafer’in aklına. Üstünden yıllar geçmiş, ne badireler yaşanmış ama hala o günkü kadar tazeydi anıları. Bu tür anıları aklına geldiği zaman her seferinde gülümsemeden edemezdi. İçini bir sıcaklık kaplar, kendini daha güvende ve canlı hissederdi. Belki de içinde bulunduğu çaresizlik ve yalnızlığı sebep oluyordu bunların aklına gelmesine.
            Yıllar öncesi üniversite yıllarıydı. İlk yıllardı. Zaferin üniversiteden arkadaşlarından birisinin babası Almanya’da işçiydi. Oldukça uzun bir süredir çalışmaktaydı orada. Maden işi yapıyormuş, yani metrelerce derinliklerde yerin altında çalışıyorlarmış. Bu yüzden de güneşi pek sevmez olmuş dediğine göre.
            Hani şu ilk gidenlerden, ağıldan seçilir gibi dişlerine, kıçlarına, orasına burasına bakılıp muayene edilerek götürülenlerdenmiş Orhan’ın babası. “Orhan’ım mühendis olacak benim öcümü alacak Alamanlardan.” Dermiş her gördüğü tanıdıklarına. Orhan nasıl öcünü alacaksa Almanlardan, Orhan bile bilmiyor. Adamcağız köyden gitmiş oralara, fukaralıktan, çaresizliklerden el kapılarına mum oldular. Gecesi yok, gündüzü yok, durmadan vardiyalı çalışırlarmış ama çalışmaktan şikâyet etmezlermiş de başlarını kaldırdıklarında nefes almak için: “çalışacaksan adam gibi çalış, yoksa köyüne çobanlığına dönersin” diye tehdit ve hakaretlerini içlerine sindiremezlermiş diğerleriyle birlikte.
            İşte öç almasını istediği konu buydu aslında. Orhan’ın babasına göre Almanlar ileride fakirleşip, Türkiye’ye mum olacaklar ve kendileri gibi onlarda el kapılarına çalışmaya gelecekler Türkiye’ye. İşte o zaman tam fırsatını yakalamış olacak Orhan’ın babası gibiler. Özellikle Almanlardan seçecekler işçileri ve en zor işlerde çalıştıracaklar, hele tuvalet falan diye izin almaya kalksın olur olmadık zamanlarda. “hadi işine, domuz gütmeye gidersin haaa!” diyerek basacak zılgıtı. Kendisi o günleri göremese bile aslan oğlu, koskoca mühendis oğlu Orhan mutlaka görür o günleri. Vasiyetini bırakacakmış ölse bile.
            Diyalektik, siyaset, emperyalizm, sosyalizm, kapitalizm vb. daha birçok kavramla yeni tanışmaya başladığı zamanlardı zafer ve Orhan’ın. Bir taraftan da Atatürk hakkında araştırmaya daldıkları zamanlardı. Siyasetin azgın olduğu yıllar olması tüm toplumu zorluyor bazıları tanıdıkları aracılığıyla güvene dayalı taraf oluyor bazıları da onlar gibi araştırıp değerlendirerek taraflarını belirliyorlardı ama böylesi oldukça azdı. İmkânlar da oldukça kısıtlıydı.
            Bir kitabı elden ele dolandırarak onlarca bazen daha da fazla kişi okuyor, tartışıyorlardı. Böylece hem bilgileri artıyor hem de çevreleri genişliyordu. Her ne kadar klasiklerden okudukları çok olsa da siyasi konulardaki yabancılıkları, bilgisizlikleri çok fazlaydı. Arayı kapatmak için çok çabalamak gerekiyordu. Hatta bir gün 10 Kasım’da ve 29 Ekim’de Atatürk hakkında neler yazılıp çizildiğini merak ettiler ve tüm genel ve yerel ne kadar gazete varsa topladılar biriktirdikleri parayla. Daha yoğun bilgi içeren köşe yazıları bekliyorlardı. Genel olarak neredeyse birkaç genel yayınlanan gazetenin bir veya iki köşe yazısında basitçe “Atatürk 1881’de Selanik’de doğdu, karga kovaladı, çok çalışkandı, başarıdan başarıya koşturdu. 19 Mayıs’ta Samsun’a çıktı, vatanı kurtardı.”
            Bu kadar basit olabilecek bir bilgiyle karşılaşınca şok geçirdiler ve inanamadılar karşılaştıkları duruma. Hâlbuki onların amacı Atatürk ve Türkiye ile ilgili çok daha detaylara inen bilgiler bulmayı bekledikleri ve Marks, Lenin, Mao gibi içinde bulundukları dönem içinde neredeyse ilkokula gitmeyen çocukların bile diline düşmüş kişiliklerle Atatürk’ü karşılaştırmayı düşünmüşlerdi. Eksik, fazla ne vardı aralarında.
            Her toplumun kendine göre kıymetli kurtarıcıları, kurucuları vardı ve oldukça çok emek sarf ederek memleketlerini geliştirmek için çaba göstermişler. Buna bir diyecekleri yoktu ancak Atatürk’e haksızlık yapmamak için en ince ayrıntısına kadar bulabildikleri kitaplardan özellikle kurtuluş savaşı çalışmalarını ve Atatürk’ün Cumhuriyet kurulmasından sonrasında da yapabildiklerini değerlendirdikten sonra çok şeyden emindiler artık. Atatürk’ün inceliği ve öngörüleri içinde bulunduğu şartlar içinde değerlendirildiğinde olağanüstüydü.
            Bir taraftan harıl harıl derslerine çalışırken diğer taraftan da siyasi edebiyat bakımından bilgi dağarcıklarını beslemeye çalışıyorlardı. Ola ki birisi sorarsa kendilerine, cevap verebilmeliydiler ya da bir tartışma ortamında söz söyleyebilecek durumda olmalılar, bulunduğu noktada neden orada olduklarını en başta kendilerine sonra başkalarına açıklayabilmelilerdi. Neredeyse ilk iki yıl böyle geçti.
            Orhan’ın babası yıllık izne gelmişti. Orhan sevinçliydi bu durumdan dolayı. Evden okul saatleri dışında fazla çıkamıyordu. Bir aya yakın kalırdı babası izne geldiğinde. Akraba ziyaretleri falan derken ilk bir haftası curcunayla geçerdi. Neredeyse yatmaya, uyumaya bile fırsat bulamazlardı. Evlerinin tüm düzeni alt üst olurdu. Kendilerinin de elbette. Geceleri gündüzleri karışırdı birbirine.
            “Zafer, babam ne dedi biliyor musun?” oldukça gergindi Orhan. Durumu merak eden Orhan: “hayrola arkadaş, ne dedi?”
            “Fabrika kuracakmış kesin olarak döndüğünde. Beş on seneye de dönmeyi düşünüyormuş.”
            “İyi ya işte, fabrikatör oğlu olacaksın oğlum. Hadi hadi iyisin. Şanslısın be.” Dedikten sonra hafif gülümseyen Zafer’in gülümsemesiyle şaşkınlıktan dudaklarının büzülmesi bir oldu Orhan’ın tepkisi karşısında.  
            “Oğlum, sana arkadaş diye derdimizi açtık sen de dalganı geçiyorsun.” Diyerek elinin tersiyle “hadi be!” dercesine işaret yaparak hızla uzaklaşmaya başladığında şaşkınlığını atıp koşturdu Orhan’ın arkasından Zafer. Kolundan yakalayıp: “dur ya, nereye böyle. Ne dalgası, ne geçmesi. Ne diyorsun sen. Tabi ki sevindim senin adına. Neden sevinmeyeyim ki. Arkadaşımın babası fabrika kuracak ve insanlar çalıştıracak, çevreye fayda sağlayacak. Keşke yapabilse. İmkânları elverip yapabilse. Sen de iş arama derdinden kurtulmuş olursun, belli mi olur bana bile el uzatırsın belki. Olmaz mı lan. Yoksa tanımazlıktan mı gelirsin gördüğünde beni. İş, para ister diye.” Gülümsedi sıcakça. Kolunu bırakmıyordu.
            Orhan’ın gevşediğini gördü. Dalga geçmediğini anlamıştı Orhan da. “Kusuruma bakma ya, alıngan davrandım. Aslında kafamda başka bir şey vardı da senin dediklerin de tam üstüne denk geliverince öyle dedim.”
            “Neymiş onlar? Sır mı yoksa?”
            “Hadi gel oturalım şuraya da sana çay ısmarlayayım, hem de anlatırım.” Diyerek bu sefer Orhan Zafer’in kolundan çekerek yakındaki kahveye doğru yöneldiler.
            “Abi bize iki çay.” Dedikten sonra Orhan neden alındığını anlatmaya başladı.
            “Arkadaş, Marksizm, Leninizm, diyalektik materyalizm, proletarya falan kafam karışık iyice. Yani babam küçük burjuvalığa mı özeniyor? Rezil olurum duyan olursa diye korktum. Dalga geçmeye başlar tanıdıklar benimle. İşte bu yüzden senin dediğini de o anlamda dalga geçiyorsun diye düşündüm. Aç tavuk kendini darı ambarında görürmüş hikayesi baldırı çıplak işçi Almanya’da çalışıp gelecek ve fabrika kurarak sınıf atlayacak der küçümser bazıları da….”
            “Anlaşılan sen oldukça dertlisin bu durumdan. Hele dur bakalım zamanı gelsin. Elbette baban aptal biri değil hesabını kitabını yapar adımlarını öyle atar. Araştırdığı bir şeyler vardır. Altından kalkamadığı bir işin altına girmeyi kim ister? Sen diyene falan bakma bence bu konularda. Oğlum bu iş şakaya gelecek bir şey değil. Gayet ciddi bir durum. Üretecek adam. Hem kendisi kazanacak hem bölgesi kazanacak hem de o kadar kişiye ekmek kapısı olacak. Buralarda bir iş bulabilseydi ta Almanya’lara gitmeyi kim ister, çorundan çocuğundan sıcacık evinden ayrılmayı kim ister. Çaresizdi demek ki adam. Çoluk çocuk istikbali dedi kararını verip her şeyi göze alıp gitti. Kötü mü oldu sence. Bak ne kadar rahat okuyabiliyorsun. Her ihtiyacını karşılayabiliyor adam. Eli öpülesi adam ya, sen neden alınganlık yapıyorsun?”
            Fikri tamamen değişen Orhan, iki çay daha söyleyip şakalaşmaya başladı. Bir anda değişmişti. “Söz sana be, öyle olursa birlikte başlarız bu işe. Olur değil mi?” dedi aceleyle çayını yudumladı.

Görsel: Google Görseller

2 yorum:

  1. Ne güzel anlatmışsınız geçmişte ve günümüzde yaşananları acı vatan Almanya'ya dair. Okudukça gurbette şekillenen iç anadolu mozaiğinin acılarını ve kaygılarını hissettim. Ardından ülke gencimin siyasi oluşumlarının fikirsel sancılarını.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim. Bebekliğini hatırlayan yoktur hiç, neredeyse bizim toplumumuz da öyle, yalnızca yaşayanlar hatırlıyor çok şeyi, acısıyla ve tatlısıyla maalesef. Toplum bilincimiz yerlerde sürünür halde adeta.

      Sil

Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.