Kayıp Anahtarlar
1985-86 yıllarında Erzurum’un
Karayazı ilçesinde içmesuyu şantiyesinde şantiye şefliği yaparken, kaldığım
şehir otelinde çalışıyordu 11-12 yaşlarında bir delikanlı. Boy, kilo olarak
normal sayılırdı akranlarına göre. Zekiydi de.
Bir gün arabanın anahtarını
kaybettim ve akşama kadar yaya dolaştım temmuz ayının kavurucu sıcaklarında.
Karanlık basmak üzereyken otelin kapısına yaklaştığımda sigaramın kalmadığını
fark ettim ve bakkala geri döndüm. Elli metre kadar geride kalmıştı bakkal.
Sigaramı aldım, elimde oynaya oynaya
otele doğru ilerledim. Kapının kolunu çevirmek için elimi boşaltma ihtiyacı
duyunca sağ elimde bulunan sigara paketini tişörtümün cebine koydum. Tam o anda
ince bir ses “şık” dedi. Ses paket koyduğum cebimden gelmişti. Elimi attığımda
kaybolan arabanın anahtarı ve diğer anahtarlardı.
Şantiyenin anahtarları ve arabanın
anahtarı bir aradaydı sürekli. Şaşırdım. Akşama kadar anahtarı kaybettim diye
yaya dolaşmaktan ayaklarımın altı şişmişti. Kendime kızsam mı, yoksa buldum
diye sevinsem mi bilemedim.
Şaşkınlık içinde gülmekle sinirden
ağlamak arası gelip giderken ikinci kata –otel katı- çıktım.15 kadar yatak
vardı otelde. Aslında otel demeye de bin şahit gerekliydi ya, neyse razıydık
lağım kokularına. Bir süre sonra herkesin burnu alışmıştı zaten.
Çıkar çıkmaz kendimi attım
televizyonun karşısındaki tekli koltuğa. Arada bir sohbet ederdik delikanlıyla,
fazla yorgun olmadığım zamanlarda. Beş on dakika geçince “abi yeni çay demlendi,
ister misin?” sesini gaipten gelen ses gibi duydum, uyumak üzereymişim,
kendimden geçmişim yorgunluktan. Kendimi toparlayıp “olur, içerim bir çayını”
diyebildim. Hemen getirdi güzel bir çay. Bardak su bardağıydı. Uykumu açmaya da
yetti de arttı zaten. Teşekkür ettim boş bardağı götürürken.
Haber mi yoksa dizi mi izlemeye
koyuldum nasıl olduysa, aslına bakarsan farkında bile değildim televizyondakini
izlediğimin. Kafam hala kayıp anahtarlarda takılıydı. Sabah o anahtarlar nasıl
ve ne zaman girmiş cebime bir türlü hatırlayamadım. Üstüne üstlük bütün
ceplerimi defalarca yokladığımı da hatırlıyordum ancak tek hatırlayamadığım
tişörtün cebiydi. Koltukta uyuyup kalmışım öylece.
“Abi, abi” diyen sevecen, yavaş bir
ses ve omuzuma dokunan el ile uyandım irkilerek. Genelde şantiyede kötü bir şey
olur da uyandırırlardı, irkilme işi korkuyla karışık bir duyguydu benim için.
Gözlerimin birini zorla açabildim ve karşımda puslu bir görüntü var,
ovuşturarak diğerini de açınca delikanlı olduğunu net görebildim. Telaş ve
merak içinde suratına bakarken “abi, kokmaya başlamışsın, su ısındı, havlu,
sabun da hazır, bir banyo yap istersen” dedi.
Otel de su akmıyordu uzun bir
süredir. Ben akışına rastlamadım altı ay boyunca. Delikanlı suyu dışarıdan
bidonlarla taşırdı ihtiyaç duyan olur diye. Özellikle tuvaletlerde kullanmak
için gerekliydi. Bazen gelen müşteriler de banyo yapmak istediklerinde
kullanırlardı.
Adı üstünde otel, ben oteli yalnızca
yatmak için kullanıyordum genellikle. Banyomu dışarıda, hamamda veya dağda akarsularda
yapardım. Arabamda banyo malzemelerim daima hazır bulunurdu.
“suyu da ısıttım” demesi beni hem
şaşırttı hem de iyice gevşetti o anda ve ılık bir banyo yapmanın keyfine
varmaya can attım. Sevgiyle baktım delikanlıya, can evimden vurmuştu beni teklifiyle.
Gerçekten akşama kadar kaç defa tepemden sular dökülmüş gibi terledim kurudum
bilmiyorum. Hesabını yapmak pek kolay bir iş değildi. Akşam otele gelirken bile
ıslaktı terden sırtım ve giysilerim.
Banyomu yaptıktan sonra kendimi
yatağa atar atmaz gözlerim kapandı. Ne kadar teşekkür etsem az gelirdi
delikanlının çektiği emeklere.
Derken aylar şantiyede hızlı gelir
geçerler ve kış geldi. Ben şantiyemizi kapatıp Ankara’ya döndüm. On beş gün
kadar Ankara’da kaldıktan sonra hesaplarımı kapattım ve Denizli’ye döndüm.
Aradan geçen iki ay gibi bir sürenin
arkasından tekrar Ankara’ya gittim İller Bankası genel Müdürlüğü’ne uğradım
arkadaşları ziyaret etmek için. Bir arkadaşım “şantiyelerinize haciz geliyor”
dediğinde şaşırdım. Hemen soruşturdum aslını öğrenmek için. Doğruydu arkadaşın
dedikleri. Diğer şantiyelerden –üç şantiye daha vardı- dolayı tüm şantiyelerin
durumu tehlikedeydi. Patronun babasına ait olan tüm işyerleri ve mülkleri
bağlamışlardı alacaklılar. Orada ofise –şirket merkez Ankara’daydı- uğradım ve
durumları konuştuktan sonra kendi isteğimle ayrılmama memnun oldular. Yapılacak
bir şey de kalmamış zaten. Her şey olup bitmiş.
Dönüşte, Denizli’de ilk kez kendi
ofisimi açtım. Otelde kaldım açılış işlemlerini takip ederken.
Beni Takip Eden Kim?
Bir ikindi üzeri kiralık ev arayayım diye ilk aklıma gelen
cadde üzerinde yürürken arkamda adım sesleri kulağıma çalınmaya başladı. Gayet
normaldi arkamda adım sesi duymam çünkü insanlar yürüyordu. Önce aldırış
etmeden yürüdüm beş yüz metre kadar. Hala aynı ses gelmeye devam etti bir süre
daha. En sonunda tedirginlik hissettim ve takip eden mi var diye aniden dönüp
baktım.
On metre kadar önümde gülümseyerek
bana bakan yaşlı bir adım ve bir an tanıyamadım ama o beni tanıdığı belliydi
her halinden. Bir şey olmamış gibi dönüp yürümeye devam ettim bir süre daha ama
hatırlayabilmek için hafızamı zorluyordum o arada. Arkamdaki ses daha da
yakından devam ediyordu yürümeye.
Nihayet yüz metre kadar yürüyünce
hatırladım simayı. Karayazı’daki–Erzurum- otelde çalışan delikanlının
babasıydı. Hatta bir akşam evlerinde yemek yemiştim. Arabamla çayırlık rampayı
tırmanınca sulak bir yerde kayan arabam devrilip yuvarlanmaya ramak kalmıştı ve
karşıdan köylüler görmüş koşturup geldiler beni indirip arabayı da kucaklayarak
emniyetli bir yere taşımışlardı. O halde tehlikeyi ilk fark eden delikanlının
babasıymış. Karşıdan bağırarak hareket etmemi söylüyordu. Frene dokununca da
araba sulak çimenlerin üzerinde kayarak dönmüştü. Nefesimi tutarak beklemiştim
köylülerin gelmelerini.
Hatırlar hatırlamaz döndüm geriye ve
hoş, beş, sarıldık. Ev aramaktan o an için vazgeçip kahvehanede oturup sohbet
ettik çay kahve eşliğinde. Göçmüşler Denizli’ye. Tam sekiz nüfus. Karı-koca ve
altı çocuk. En küçüğü delikanlı. Bir kaçı fabrikalarda işe girmişler. Göçeli
iki ay kadar olmuş. Fakirlikten, Denizli’nin dışında merkeze uzak bir arazide
yıkık dökük bir binada kalıyorlarmış. İki sağımlık inek almışlar tek umutları
onlar ve memleketteki çayır balyalarıymış.
Delikanlıyı ben istedim büroma
eleman olarak. Hemen ertesi gün geldi konuştuk. Sevindiler de birisi daha iş
buldu diye. “Ücretini haftalık mı, aylık mı almak istersin?” diye sordum
delikanlıya. “haftalık” dedi. “tamam” dedim bende ve meseleyi kapattık. Biraz
zayıflamış göründü gözüme. İşi ofisin temizliğiydi ve ben yokken ofisi
beklemekti ve not almaktı gelen kişilerle ilgili.
Delikanlının haftalık ücret istemesi
bir süre düşündürdü beni. Benim kendisine sormamın da bir anlamı yoktu aslında
klasik bir soruydu ama “haftalık” kelimesinin ne getirip götüreceğini düşündüm
bir an. Delikanlı zekiydi. Benim yıllardır hiç aklımdan geçmeyen bir hesap
yapıyordu.
Haftalık aldığında yılda 52 haftalık
ücret alıyor, eğer aylık almış olsa 48 haftalık almış olacak böylece haftalık
almakla 4 hafta fazla elde etmiş oluyordu. Yani yılda bir maaş fazla kazanmış
oluyor. Bir devlet memurunun durumunun emekli tazminatı olarak hesaplanan
ücretin, her bir yıl için bir aylık bürüt maaşı dikkate alınmış olursa bu
durumda aylık maaş ödemesiyle zaten verdiği tazminat bedelini bedavaya getirmiş
oluyor. Bana jeton düştüğünde ağzım bir karış açık kaldı şaşkınlığımdan. Hoşuma
da gitti delikanlının zekiliği.
Sonraki zamanlarda kendisinin neden
haftalık istediğini sorduğumda aynı hesabı -4 hafta fazlalık- yapıverdi bana.
Doğruydum düşündüğümde. Fabrikada abilerinin yanında daha iyi bir iş
bulunduğunda ayrıldık ama birkaç yıl daha görüşmeye devam ettik. Yavaş yavaş
onlar da işlerini yoluna koydular, evlerini tamir ettirdiler. İmar da o tarafa
doğru kaymaya başlamıştı. Neredeyse
unutuyordum babasıyla yaptığımız bir görüşmeyi.
Şıhım Ne İsterse Veririm
Oğlu yanımda çalıştığı zamanlarda bir
gün ziyaretimize geldi babası. İlk hoşbeş ve hal hatırdan sonra bir ara
suskunluk oldu. Sonra “nasıl, alışabildiniz mi buralara?” dedim. Yaklaşık bir
yılın içindeydiler göçeli.
Planlarını anlattı. Memlekette
biçilen çayır balyalarından bahsetti. Yıl iyi geçmiş ve oldukça verimliymiş
çayırları ve umduklarından fazla balya çıkmış. Tek bir hayali vardı. Balyaları
satıp parasıyla bir inek daha veya iki yavru alıp onları yetiştireceklerdi.
İstikbal meselesiydi o balyalar ve inekler.
Önceki aldıkları ineklerden birisi
doğurmuş ve süt satmaya başlamışlar mahallede. Günden güne rahatlama
hissediyorlarmış. Geleceğe dair daha umutluymuşlar. Gelmelerine sebep olanların
hepsi de geriye çekilmişler ilk günlerinden sonra ve yalnızlık hissetmişler bir
süre.
İlk bir yılı anlatırken gözleri dolu
oluyordu arada yaşlı adamın. Yaşı yetmişlerdeydi. Tek görmek istediği
çocuklarının bir iş sahibi olmalarıydı, evlenip barklanmaları da fena olmazdı
hani ama neyle olacaktı pek fikri yoktu.
İkinci çaylarımızı da söyledi
delikanlı. Sessizlik oldu yine. Adamın gözleri dalgın bakıyordu etrafa.
Umutsuzluğu vardı üzerinde giyilmiş kıyafet gibi. Ne yaparsa yapsın
çıkaramıyordu bir türlü.
On dört yaşlarındaki oğlu gözlerine
kaçamak bakışlarla bakıp bütün düşüncelerini okuyor gibiydi. Babası konuşurken
başını önüne eğip arada beni gözlemlemeye devam ediyordu. Babasının
umutsuzluğunu hissettiği, bildiği için yapacaklarını ileriye sakladığı
belliydi. Azimli ve yaşama karşı dirençli olmayı daha şimdiden belki de daha
önceden öğrenmiş durumdaydı. Zeki olmasının altında yatan da yaşamla savaşıydı.
Doğumundan itibaren savaşmıştı belki de. Soğuk, gıdasızlık, birden büyüyüp
çocukluğunu yaşayamadan genç olmak kolay şeyler değildi.
Çaylarımızı yudumlarken suskunluğu
ortadan kaldırayım diye laf olsun, torba dolsun türünden diye düşünerek bir
soru attım ortaya. “şıhınız ot balyalarını istese ne yaparsın?”
Başını kaldırdı, gözlerimin içine
baktı bir an ve hiç düşünmeden “veririm” dedi. Kendinden emindi bunu söylerken.
Sesi de pürüzsüzdü. Şaşırma sırası bendeydi. O kadar umutlarla ve ailesinin
istikbali olarak umutlar bağladığı ot balyalarını şıhları isterse verecekti
itiraz etmeden.
“Sen o balyalara ne kadar umut
bağlıyordun, ailenin istikbaliydi hani?” gibi laflar çıktı ağzımdan
şaşkınlıkla. Karşımda bana bakan adam kendinden emindi. Durumu anlayamadığımı
anlamıştı.
“Demek ki ihtiyacı var, yoksa neden
istesin. Veririm.” Kısa ve öz anlattı düşüncelerini ve bağlılığını. Başka hikâyeler
de duymuştum şıhlar ile ilgili. Yurt dışında çalışanlar kazançlarının belli bir
kısmını şıhlarına aktarırlarmış. Bunu yapan da oldukça çokmuş. Kendisi de
biliyormuş yaşlı adam.
Üniversite staj dönemimde bir inşaat
şantiyesinde çalışırken şahit olduğum bir olay geldi o anda aklıma. Şantiyeye
kalıplık ahşap malzemeler gelmişti kamyonla. Kamyon yığma doluydu. Yanaştı
inşaat alanına ve inşaata en yakın noktada durdu.
İnşaat çavuşu çağırdı gençleri. Bir
kısmı kamyonun üstüne çıktılar diğerleri de yerde kamyondakilerin uzattıkları
malzemeleri alıp istifleyecekler cinslerine göre. Tahtaysa tahta istifine,
kalas ise kalaslara ve dilme ise dilme istifine koyacaklar düzenli olarak.
Kullanırken zaman kaybı olmasın diye cinslerine göre ayrılıyordu, hatta
uzunluklarına göre de.
Bu arada aşağıda küçük bir ağız
dalaşı yaşandı sen almalıydın, yok sen almalıydın diye. Neyse, çavuş müdahale
etti ve tartışma kavgaya dönüşmeden önlendi. Küfür de geçti bu arada. Biri
diğerinin şıhına küfretmişti.
Üç beş dakika geçti geçmedi
yukarıdan bir dilme kayarak aşağıda dikilen birisinin ayağına düştü. Ayak
parmaklarının üzerine düşmüş olan kalas hemen morartı parmakları. Ağrı içinde
kıvrana delikanlı bir dilme kaptı yerden ve fırladı birden küfürleştiği
delikanlıya vurmaya ramak kala başka biri yakaladı arkasından. Büyük bir facia
önlenmiş oldu böylece.
Bağırmaya devam ediyordu vurmaya
çalışan genç “şıhımı korumadığım için şıhım beni cezalandırdı” dedi. O zamanlar
şıhlık hakkında fikrim yoktu. İlk kez duymuştum. Ancak doğuda çalıştığım esnada
yaşayarak öğrenmiş oldum. Peygamber soyundan geldiklerine inanılan kişilermiş
şıhlar.
Bir süre daha sohbet ettikten sonra
hemen yakındaki lokantaya yemeğe gittik hep beraber. 01.07.19
Görsel: Google Görseller
güzel anıymış evet. delikanlıyı da sevdim ayrıca. daha sonraki yıllarda noldu ona ve babasına acaba. (bu yazıları, anıları, word de saklıyorsun değil mi. önce word e yaz, sonra bloga kopyala. word dosyalarının printini alırsın bir gün, ciltlettirirsin, elinde kitap gibi olur ) :)
YanıtlaSildeeptone, oğlanlar ve kızlar işe girdiler. bir süre sonra da kızlar evlenip ayrıldılar aileden. delikanı da işe girdi en son bildiğim. ben de dört-beş sene sonra ayrıldım denizliden zaten sonra da bağım koptu tamamen. öneri için teşekkür ederim, öyle yapıyorum.
SilÇırak oldukça zekiymiş. Şıhlık eskisi gibi yok herhalde artık veya biz duymuyoruz.
YanıtlaSilReHiTu, şıhlık etkisi hiç eksilmez oralarda kanımca. şimdilik toprak ağalarının sarsılmaya başlayan hakimiyetlerini devam ettirebilmek için başka yollar denemesi çalışmaları daha fazla ses getiriyor da ondan duyulmuyor şıhlık meselesi. ayrıca tarikatlar da başka bir şey değil bana göre. her birinin başında şıhlar vardır. yani daha fazla gündemdeler ve siyasi hakimiyet kurabildiler.
SilBende geçende kimliğimi kaybettim yol kontrolünden sonra, kaç defa bakmama rağmen kapının yan gözünden çıktı birkaç gün sonra. Vardır bunda da bir hayır dedim iyiye yorarak. Sizin anahtarlarda kötü birşey olmamasına vesile olmuş olabilir;)
YanıtlaSilGeCe, öyle mi diyorsunuz. :)
Sil