İddiaya varım, bu yazıyı okuyunca çok ama çok aptalca
bulacaksınız! Kim bilir belki de ilginç bulursunuz -sayfanın en altını okuyunca
anlayacaksınız; şu anda cümle sokuşturtturuyor yine bana, bu sefer blogger da
yapıyorum bu işi, inanabiliyor musunuz şu eli kırbaçlı'nın yaptığına, asıl yazı alt paragraftan başlıyordu. - hadi
bakalım. "Yolcu yolunda gerek" demişler değil mi?
Bu
Dünya’da kaç kişi varsa her biri de ayrı dünya. Herkesin dünyası ayrı yani. Bu kadar
dünya nasıl sığıyor bu Dünya’ya anlayamıyorum? Hoş! Sığdığı da yok ama. Herkes birbirini
yiyip bitirmek için uğraşıyor hiç durmadan. Bir sürü de safsata dolaşıyor ortalıkta.
Yok, “insan akıllıdır” yok “insanlar
gelişmiş yaratıklardır.”
"Madem bunlar doğruysa neden bu akıllı yaratıklar birbirinin kanını emmekten zevk alıyor?"
Hadi
canım sende demezler mi adama bu kadar rezillik ve kepazeliklerden sonra. Beş para
eder bir değeri yok bu yaratığın. Her kim şişirmişse kınalayıp boyamış şu bizim
Kayserili gibi satmış anasına babasına yetmemiş dünyaya pazarlamış. Salak ya
bunlar yer nasılsa! Tutmuş göle çalınan maya ve gerçekten bu kadar saçmalıklara
inanan insan denilen beş para etmez yaratıklar ordusu oluşmuş koskoca dünyada.
“Hey ahmaklar, tepenizde bir jokey var.” Kendisi ufak tefek size göre, göremiyorsunuz, gözlerinizin önünde olmadığından. Akılla göreceksiniz diyesim var ama nerdeee(!)
Başka
hiçbir canlı yok ki şu dünyada, “ben, ben” diye böbürlenmiyor. Böbürlenen tek
yaratık da insan. Nasıl oluyor da her şey bu kadar açıkken ulu orta –
haklısınız, ben de yeni düşünmeye başladım zaten, belki de kırıyorum- “ben”
diyebiliyor veya “ben” deme nezaketsizliğini gösterebiliyor.
Biri
çıkıp “ben daha akıllıyım, sizi ben yöneteceğim, ister ikerim istersem dikerim;
bir şey demeyeceksiniz bana; ola ki diyen olursa da dikerim evvel Allah.” Diyor
ve alkışlarla, halaylarla, güle oynaya oy veriyor ve işte öyle(!) Dünya'ya
bakın, Amerika’ya veya başka yerlere, hepsi aynı, yok birbirinden farkı, hepsi
de “Osmanlı Bankası” –reklam vardı ya hani bir zamanlar- anlayacağınız. Anladınız
mı? Hiç duymuş muydunuz o reklamları. Duymadıysanız
eğer, sizin özel bir durumunuz var demektir; çocuksunuz daha. Ne güzel de
melodisi vardı, herhalde! hatırlayamadım aslında.
Hayvanlara bakıyorum onlarda da var biraz benzer şeyler ama aması var öyle değil mi?
İnsan
denilen yaratığın tepesine konmuş elinde kırbacıyla bir virüs, durmadan şaklatıyor
gelişi güzel, bir sağa bir sola, yukarıya, aşağıya; kısaca nereye savursa
kırbacını ses geliyor görünen durumda. Bu virüs ne menem bir virüstür ki? Hem öldürüyor
hem de yaşatmaya çalışıyor.
Galiba,
kendisinin yaşaması bedene bağlı, beden olmadan varlığını hissedemiyor ya da
hissettirmiyor; bu yüzden yaşatmaya çalışıyor. En büyük korkusu da ölüm. Ölüm gibi
bir tehlikeyle karşılaştığında şalteri indiriveriyor hemen. Al sana karanlık,
zifiri bir karanlık ve her şey bir anda siliniveriyor.
Saçmalamaya
devam etmeyi düşünüyor eli kırbaçlı virüs. Ben ise zorlanıyorum biraz,
isteklilikle isteksizlik arasında gidip gelirken parmaklarımın tuşlara
dokunduğu uçları acıma hissi veriyorlar. Yani benim dediğim bedenimin uzuvları
bu işi yapmaya karşı olduğu halde –acı çekmesine, içim sıkılmasına rağmen-
nasıl oluyor da bir şekilde saçmalamaya devam ediyorum.
Bir mücadele var, bir yanda yazmamak diğer yanda yazmak eylemi. Kim neyi yapmaya istekli veya değil? Ben bilmiyorum, sizce?
Virüs
bir şekilde en korunaklı mekânda yerleşik duruyor kendi bildiğince, hep
istediği şey, keyfinin iyi olması. Ben de istiyorum ama neden arada çatışıyoruz?
“Yetti
gari(!)”
İsyan
bayrağını çekiyorum işte. "Daha fazla yazmayacağım bu yazıyı. Bildiğini oku. Elinden
geleni ardına koyma pis eli kırbaçlı virüs." Dürtüp duruyor durmadan “hadi,
hadi, devam et daha, bitmedi, bitmedi… Böyle yarı yolda bırakamazsın. Kimse bir
şey anlamayacak. Biraz daha, ha gayret! Biraz daha, biraz daha dedim sana. Bak sonrasında
rahat bırakacağım seni!”
“ne
yapmaya çalışıyorsun bilmiyorum ama umurumda değil, bırakıyorum anladın mı bı-ra-
kı- yo-rum. Duydun mu pis eli kırbaçlı. Bı-ra-kı-yo-rum.”
Çok
kızmış bir hali vardı, bir görseydiniz. Sağa yatıyor, sola yatıyor, debeleniyor
falan ama sökmez bana. İşte bu kadar!
“hiç
de akıllanmayacaksın değil mi? Bir bebek gibi her istediğin olsun istiyorsun
ama altına bez taktırmıyorsun. Çıkıp ortaya kendini göstermeye cesaret
edemiyorsun. Gizli kapaklı işler çevirip kapalı kapılar ardında ve dürüst,
akıllı geçiniyorsun. Ben bilmiyor muyum sanıyorsun seni? Her yol var sende,
işine gelince öyle, işine gelmeyince böyle. Biz kaçın kurrasıyız bilir misin sen?
Nerden bileceksin, burnun dibini görmüyorsun sen aslında. El yordamıyla dolanıyorsun
o saklandığın bataklıkta. Hadi işine!
Gördünüz
mü? Nasıl da haşladım. Tıss diyemedi ama hala da vaz geçmeyi düşünmüyor, dürtüp
duruyor bir yerlerimi, şu mendeburluğuna da bakın parmaklarımdaki acıları
geçirdi, aklı sıra beni ayartacak devam etmem için. Yemezler yavrum yemezler,
hayvan terli. Söz ağızdan bir kere çıkar. Bı-ra-kı-yo-ruuuuuum. İşte bu…
…
Ne
oldu biliyor musunuz? Yukarıda gördünüz,
bırakmıştım. Siz öyle sanın, siz fark
etmediniz tabii: Yukarılarda yazım hatası düzeltirken üç beş cümle daha sokuşturttu bana
şerefsiz şeref, eli kırbaçlı. Ama söz size, bu sefer sözüm söz, ne olur güvenin
bana, ve güvenmeye de devam edin olur mu(!) Eh! Bakalım göreceğiz sizi de(!)
İşte,
sözüm söz ve bı-ra-kı-yo-rum garik, benden yana bu kadar. İster çatla ister
patla. Tınlamıyorum gari. –gari demeyelim gari, İstabol’a geldik gari- gülsenize gari. J Asmayın suratınızı, bitti
işte. Bitti dediysek bitmiştir gari. J
04.03.18
Halil
Gönül
"İnsan virüstür" diyordu Matrix filmindeki hayali karakter Ajan Smith. Adam haklı :)
YanıtlaSilEmre Bozkuş,
Silbu işe alışmak biraz zor olacak. :)