Çarşamba, Ağustos 22, 2018

Çıkmazlar

"Karabaş"

Çıkmazlar

                Emindi her insanın kendine göre çıkmazlarının olduğuna. Yaşanılan hayatlarda mutlaka çıkmaz sokaklar ve sokağın sonuna kadar bir umutla sokağın sonundaki görünmeye başlayan duvarın her an yıkılabileceği umuduyla adımlarını atarlar. Atarlar ama diğer taraftan da ya yıkılmazsa diye düşünerek oraya varışlarını geciktirmek için adımlarını yavaşlatırlar farkında olmadan. Belki de çoğu farkındadır ama yapacak bir şeyi olmadığı için öyle davranıyordur.

            Çıkmaz sokaklar bazıları için macera arayışında saptıkları yollardan birisidir. Basılarının ise birilerinin arkasından giderek onları takip sonucu oraya ulaşırlar. Bazılarıysa yanlış hesap yapmış yön tayinini yanlış yaptığı için o sokaktadırlar. Kendisinin hangi yolla çıkmaz sokaklara girdiğini düşündüğündeyse birçok seçenek vardı önünde. Eğer genelleme yapmak gerekirse bu duruma “iyi niyet” denilebilirdi belki de çünkü: hiç birisinde de başkalarını ezmemek çabası vardı. En azından kendisinin değerlendirmesi buydu. Aldırmazdı da başkalarının değerlendirmelerine, genellikle kendi değerlendirme sonuçlarını göz önüne alır ve kararlarını verirdi. Verdiği kararların bazıları çıkmaz sokaklara sokmuştur arada bir. “kör kuyuya düşmek” diye tanımlardı bu çıkmaz sokakları. Kör karanlık derin kuyulardı bunlar ve kuyunun dibinde nefeslendikten sonra kendisine kızar “nasıl düştüysen bu kör karanlık kuyuya öyle de çıkacaksın” diye kendi kendine kızar ve bir yolunu bulurdu her düştüğünde.
            Galiba bu sefer daha başkaydı durumlar. Eski cesaret ve gücü kendinde bulamıyordu artık. Nedenini düşündüğündeyse bir amacının olmadığı ortaya çıkıyordu. Kim için? Ne için? Diye sıraladığı sorulara verdiği cevaplar “hiç!” oluyordu. Bu cevap da enerjisini yok etmeye yetip de artıyordu.
            Bir çıkmaz sokakta yapayalnız ve çaresiz olmak kadar kötü bir duygu olamaz her halde. Ne bir gidilecek yol, ne bir gidilecek hedef yoktu. Her yer birbirinin aynısıydı sanki. Renkler yok olmuş güneş ışığı kayıplardaydı. Ay ışığıysa yeterli görünmüyordu. Ay veya yıldız ışıklarıyla ne yazı yazılabilir ne de bir kitap okunabilir. Tek okuyup yazacağın kafanın içinde dönüp dolaşan anılar curcunasıdır. Onlarda duygu durumuna göre şekilleniyorlardı.
            Bazen kendisiyle dalga geçmek ve kendisiyle dalga geçmek için traji-komik durumlar düşünür kendisini cezalandırırdı gülümsetmekle. Dudakları hafifçe genişler ve gözlerinde küçücük birer parıltı oluşurdu. Bu cezaya bile bile katlanır hatta bazen hoşuna gider devam ettirirdi.
            Yaz yağmurlarının bolca yağdığı günlerden birisiydi. Çocuktu o zamanlar. Davarları otlatırdı her zamanki gibi. Bulutları görünce kendince tedbiri elden bırakmamış, uzağında kaldıkları mağaraya doğru yönlendirmişti oğlaklarını. Başkaları da kendine göre başka taş kovuklarına doğru yöneliyordu.
            Daha epeyce yol varken birden bastıran yaz yağmuru alabildiğine boşanıvermişti göklerden bardaktan boşanırcasına. Şimşekler, yıldırımlar gece karanlığına dönmüş havayı arada bir aydınlatıveriyordu herkes yolunu bulsun kendisini emniyete alsın diye.
            İnsanlar hayvanlarını bırakmış can havliyle koşuşturmaya başlamıştı arazinin ortasında. Zafer de koşturmuştu var gücüyle hedeflediği mağaraya doğru. Bir ara şimşeğin aydınlatmasından yararlanarak etrafına bakındı köpeği ve oğlakları yakınındalar mı diye ama görünürde hiçbir şey yoktu. Tek çaresi az daha koşturmaktı ve koşturdu mağaraya girdi. Normal zamanda bile zifiri karanlık olan mağara gözüne daha aydınlık gelmeye başladı.
            Nefes nefese ve ıslanmış halde oturdu mağaranın ağzına yakın. Bir taraftan da bağırıyordu sesini duysun oğlaklar ve köpeği diye. Sesini duyarlarsa yanına geleceklerini düşündüğünden yapıyordu bunu. Epeyce devam etti aralıklarla yağmur. Şimşeklerin aydınlatmasından ve gök gürültülerinden korkmaya başlamış sanki yerde su damlaları yukarıya zıplıyorlarmış gibi gelmeye başladı. Bir anda seller akmaya başladığını fark etti su seslerinden. Dört bir yanından sel sesleri gelirken paniğe kapılmaya başladı. Bir an kurtulamayacağını, oğlaklarının ve köpeğinin –karabaş- sel sularına kapılıp boğulacaklarını düşündü. Nefes alamadığını fark ettiğinde boğulma hissini yaşadı.
            Son bir umutla bağırmaya başladı yine ama ses seda yoktu sel sularının sesinden ve gök gürültüsünden başka. Yorgun ve bitkin hissetti kendisini bıraktı mağaranın duvarına. Uyku bastırmıştı adeta. Sanki rüya gibiydi bütün olanlar. Kâbus yaşıyordu. Bu güne kadar hiç böylesine rastlamamıştı.
            Bir anda üstünde bir ağırlık hissederek uyandı. Önce paniğe kapıldı yüzündeki ılık sulardan dolayı. Bir şeyler yalıyordu sanki kendini. Kâbus içindeydi, ellerini kaldırmak istiyor bir türlü kaldıramıyordu. Yan dönmek istiyor kendinde yeterli gücü bulamıyordu. Bir anda canının yandığını hissetmesiyle doğruldu Sakallı –en büyük oğlak- ile toslayınca Sakallı da meledi. Şimşek çakmasıyla gördüklerine inanamadı. Karabaş -köpeği- yanaklarını yalıyor Sakallı dediği oğlağı da kendisini süsüyordu yerinden oynatmak için. Diğer oğlakları da etraftaydılar ve meleşiyorlardı. Adeta koro halindeydiler.
            Her ne kadar rüya bu diye düşünse de iki yanında duran Sakallı ve Karabaş’a sarılarak ayağa kalkmaya çalıştı ama bastığı yer yağmur serpintileriyle kayganlaşmış olduğundan tutunamayıp tekrar oturup kaldı yerine. Doğruydu hepsi de yanındaydılar. Yağmur daha yavaş yağmaya başlamıştı. Bu halde bir yere gidilmez diye düşünüp mağarada kaldılar. Yağmurun tamamen kesilmesini beklemekten başka çare yoktu çünkü gidecekleri yol üzerinde bir dere geçmeleri gerekiyordu. Dere dağlardan beri devam eden bir dere olduğu için yukarıdaki dağların suyunu da taşıdığından sel halindedir mutlaka. Geçilmesi mümkün değildir. Selin durgunlaşması gerekliydi. Karanlık bastırmak üzereydi. Ortalıkta ne güneş, ne ay ne de yıldızlar vardı. Yapayalnız ve hayvanlarıyla baş başaydılar.
            Diğer arkadaşlarını merak eden Zafer bağırmaya başladı onların isimlerini söyleyerek. Karabaş da havlıyordu var gücüyle ama bir ses gelmiyordu başka yerlerden. Köyden gelenler olsa bile aramak için dereyi geçemeyecekleri belliydi. Karşı tarafta beklerlerdi mutlaka. Derenin diğer yanını görebilmek ya da ses duyurabilmek için yakınlaşmak gerekiyordu ama bir süre mümkün görünmüyordu, bataklıktı her yer.
            Karabaş daha sık ve neşeli bağırmaya başladığında tüm oğlaklar da deşinmeye başladılar melemeler eşliğinde. Zafer olanları anlamıştı. Kendisinin duymadığı ses duymuştu Karabaş ve oğlaklar. Bir süre kulak kabartınca kendisi de duymaya başladı cılız bir köpek sesini. Karabaş çoktan koşturarak çıkmıştı mağaradan ovaya doğru. Arkasından Sakallı gitmişti. Zafer de arkalarından koşturdu.
            Yağmur yağmaya başlayacağı zamanda geçtikleri küçük dereye doğru gidiyorlardı. Dereye yaklaştıklarında Karabaş ve Sakallı bir an duraklayıp seslerini iniltiye dönüştürerek yavaşlattılar. Adeta derenin ortasında bir kuru ağaçta asılı duran başka bir köpeği sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Gücü tükenmiş haldeydi köpek. Karabaştan biraz daha büyüktü. Arkadaşının köpeği olduğunu fark eden Zafer daha da yaklaşmayı düşündü derenin kenarına ama Karabaş sesini çoğaltarak hırlamaya başladı ve arkasından havladı birkaç kez. Tehlikeli demek istemişti Zafer’e. Zafer etrafına bakındı, bir dal bulmaya çalışıyordu. Hemen arkasındaki kuru çamı gördü. Yerde dalları vardı. Oduncular zayıf dalları bırakmışlardı. Birkaç tane çekerek getirdi ve derenin ortasındaki kuru ağaca doğru uzattı. Tekrar getirdi uzattı, dayanıklılık oluştursun diye üzerlerine de dallardan koyduğunda güvenli bir köprü olacağını düşündü.
            Karabaş havlamaya başladı. Sakallı desen o da deşinip melemeye devam ediyordu. Ön ayaklarından ağaçta asılı duran yorgun köpek son bir hamle yaparak köprü dallara uzanıp tutunabildi. Bir süre bekledi bir hamle daha yaparak vücudunu dalların üzerine atınca kendini bıraktı. Kendisi de inanamıyordu belki de olanlara. Karabaş dallara dokunarak titreştiriyordu yürümek için çaba göstermeliydi köpek. Her tarafı çamura bulanmış olan köpek ayakları titreyerek köprü dalların üzerinde dikkatli yürüyerek kendilerine doğru geliyordu. Herkes seviniyordu bu duruma. Toprağa ayak bastığında Karabaş bir kafa darbesi vurunca zar zor ayakta duran bitkin köpek tekrar düştü yere ve cılız cılız havlamaya başladı “senin de şakanın ha!” diye. Sakallı da toslamaya başladı “kalk ayağa” dercesine. Zafer kucakladı bitkin köpeği ve mağaraya doğru yöneldiler.
            Bu arada yağmur kesileli epeyce olmuştu. Diğer çobanların sesleri duyulmaya başladı. Bazılarının sesi boğuk ve ağlamaklı çıkıyordu. Zafer bağırarak onlarla konuşmaya çalıştı, yerlerini söyledi. Toplandıklarında bilanço ağır görünüyordu. Kayıp olan oğlak, kuzu, inek ve buzağılar vardı. Belki sele kapıldılar belki de bir yerlerde saklanmış bekliyorlardı. Şimdilik kimse bilmiyordu. Bekleyip görmekti tek yolu.
            Zafer gitmeye hazırdı ama arkadaşlarını bırakıp gitmeyi kendisine yediremedi. Hep birlikte kayıplarını aramaya başladılar bağırarak. Ormanların içine dağıldılar birer birer ama birbirlerinden uzaklaşmadan yapacaklardı bu işi. Birbirlerini duyacak mesafelerde olmalıydılar. Derken köyden dereyi geçip gelenler oldu. Zafer’in babası da gelmişti. Buluştular ve sevinçle sarıldılar. Karabaş omuzuna atlıyordu babasının. Sevinçliydi.
            Birkaç saat kadar arandıktan sonra bazıları bulunmuştu hayvanların. Bazılarıysa hala kayıptılar. İnsanlar köye dönmeye karar verdiler. Nasılsa hayatta kalmışlarsa yarına kadar hepsi ortaya çıkarlar ve bir gören mutlaka olurdu.
            Yolda yürürken Sakallı ve Karabaş Zaferin birer yanında yürüyorlardı hoplaya zıplaya. Bir ara Karabaş arkaya kalıp Zafer’in omuzuna hoplamaya kalkınca Zafer yere serilmişti yüzünkoyu. Arkasından Karabaş kaçmıştı onun arkasından da Sakallı kafasıyla toslayıp ters döndürdükten sonra koşturarak Karabaş'a yetişmişti. Görenler şaşırmış bir o kadar da komik bulmuşlardı. Hep birlikte gülüşmeye başladılar. Bu arada Zafer ayağa kalkmış toparlanmaya çalışıyordu. Zaten üstü başı yeterince çamur olduğu için silkelenmeye gerek duymamıştı. “Ulan Sakallı ve Karabaş, alacağınız olsun, hesabınız kabardı ha!” diyerek gürlemişti ama sesini duyan Karabaş ve Sakallı da havlayıp melemişti “Anladık, anladık” dercesine.

Görsel: Google Görseller

2 yorum:

  1. heeey görünmediniz bütün yaz :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. merhaba vefakar deeptone,
      haklısınız, biraz kabuğuma çekildim desem yeridir. kitap okumaya ağırlık verip kafamı dinlemeye çalıştım ama kafam dağıldı iyice. bazen her şey dağılıveriyor da toplaması zaman alıyor işte. dolayısıyla fazla dolaşmaya da imkan zorlaşıyor. Teşekkür ederim. hoşça kalın. :)

      Sil

Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.