Çarşamba, Ağustos 01, 2018

Zafer

 
gece
                Akşam karanlığı bastırmaya hazırlanırken şehri simsiyah yağmur bulutları gibi, Zafer şehri kuşbakışı seyreder haldeydi en yüksek tepeden. Canı sıkkındı epeydir, hava alayım diye çıkmıştı sabahın kör karanlığında evinden. Uykuları kaçıyordu son zamanlarda sık sık, hemen atardı kendini sokakların kucağına, şansından bu gün ise kendine bir rota çizmeden doğaçlama dolanıyordu ortalıkta ve bir simitle kahvaltısını geçiştirdikten sonra sabahçı kahvesinde bir demli çay içerek tekrar düşmüştü yollara ardına bakmadan.
                Kahve işçi kahvesiydi aslında, zamanında oradan çok işçi götürmüştü ihtiyaç duydukça, hemen hemen bütün gelenleri tanımıştı uzun yıllar öncesinde. İster istemez göz ucuyla baktı etrafa yine de ama oldukça erken olduğundan daha kimseler yoktu ortalıkta. Giderken sokaklarda karşısından gelenler oluyordu tek tük ama o da onları tanımıyor onlar da onu. Yabancısı olmuştu uzun yıllardır bu çevrenin.

                İki sokak geçince düşünmeye başladı eski zamanları. Kızdığı, zorda kaldığı zamanlar çok olmuştu zaman zaman. İstediği kalifiye elemanı bulamadığı için çoğu zaman götürdüğü elemanlar astarı yüzünden pahalı gelmişti kendisine ama yine de mecburen götürürdü işleri yetiştirmek için. Söz verdiği için zamanında teslim etmek isterdi her zaman. Böyle durumlarda bakmazdı ucuzuna pahalısına.
                Aklına geldiği için o günler kızdı kendi kendine ve ilk gördüğü taşa tekme salladı gayri ihtiyari. “ah, ah” sesi çıkıverdi ağzından birden. Gülümseme oturdu dudaklarına hafiften. Aslında acı bir gülümsemeydi bu canı yanmıştı vurasıya. Parmak uçlarıyla vuruvermişti hiç düşünmeden. Taş sert çıkmıştı. Başını iki yana sallayarak “aptallığın daniskası bu” diyerek kendi aptallığını düşünmeden edemedi.
                Aralıklarla oturup dinlendiği oldu ama yürümeye devam etmek istediği için fazla oturmak istemedi. Bir an etrafına bakındığında meskûn mahalden çıkmasına az kaldığını düşündü. Binalar seyrelmiş ve daha azdı katları. Çoğu da gecekondu gibi duruyordu. Sanki daha öncelerinden hiç gelmemiş gibi hissetti, yabancı geliyordu her yer kendisine.
                Bir an acıkmaya başladığını hissetti ama etrafta lokantaya benzer bir yer görünmüyordu. Güneş de tepesindeydi artık. Sıcaklık kendini hissettiriyordu. Kendisini uyarıyordu adeta. Karşısından bastonuna yaslanarak yavaş ve aksayarak gelen yaşlı adamı görünce yavaşladı, yaşlı adam yakınlaşınca “amca, buralara yakın bir lokanta veya tost yapan bir yer var mı bildiğin?” diye sordu.
                Önce anlamadı yaşlı amca. Sağ elinde baston olduğu için sol elini kulağına götürerek “bi şey mi dedin evlat?” deyince tekrar etti Zafer sorusunu. Bir an düşündü yaşlı adam ayakta dikilerek. Zafer de merakla diyeceğini beklemeye başladı dudaklarını takip ederek.
                Yaşlı adam gülümsedi alay edercesine “anlaşıldı delikanlı, sen yabancısın buralarda. Yok, yok öyle dediklerinden. Biri heveslenip açtıydı çok eskilerden işler iyiyken ama dayanamadı fazla. Pişirdiklerini kendi evine götürmeye başladı satılmayınca. Sonra da dayanamadı bıraktı.”
                “Ya, öyle mi? Yok yani? Bakkal da mı yok, ekmek satan?”
                Yaşlı adam bir adım kadar yaklaştı Zafer’in burnunun dibine sokuldu kalın camlı gözlüğüyle yüzünü seçmeye çalıştı bir süre dikkatli bakarak. Sonra bastonunu sol eline geçirerek daha da yaklaştı ve sağ eliyle yanağını okşadı Zafer’in. Önce şaşırdı Zafer, hiç beklemediği bir hareketti bu durum. Nedenini de anlamaya çalışıyordu bu arada.
                “Sen mert bir insana benziyorsun, bir o kadar da görmüş geçirmiş birisisin. Senden bize zarar gelmez. Gir koluma da bana yardım et daha çabuk varalım eve. Hemen sokağın bitiminde, köşede benim ev. Ben de yemeğe geliyordum zaten. Benim misafirimsin, itiraz istemem, yoksa bastonu görüyorsun, oldukça da sağlamdır ha!” deyince önce teşekkür ederek itiraz etmek istedi. Utanmıştı da. Sonra kırılacağını düşünerek yaşlı adamın isteğini kabul etti.
                Yaşlı adam sokağın sonuna gelince sol elini Zaferin sırtına atarak yönlendirdi. Hemen köşedeki ilk demir kapıya bastonuyla vurdu iki defa. Beş yaşlarında bir kız çocuğu açtı kapıyı. Yabancı bir adamı dedesinin yanında görünce şaşıran torununa “git söyle anana yavrum, bir kaşık daha koysun sofraya, misafirim var.” deyince, esmer kız koşturmaca gitti içeriye bağırarak.
                Sofra hazırlanmıştı zaten. Hemen ellerini yıkadılar bahçedeki çeşmede ve sofraya geçtiler. İtiraz etse de Zafer, yaşlı adam masanın başına oturttu kendisini. Sofra oldukça kalabalıktı. Uzun bir zamandır böylesine kalabalık bir sofraya oturmadığını düşündü bir an. Kalabalık sofrada, hele de çocuklar varsa yemeğin ne kadar lezzetli olabildiğini hatırladı. Gelinini yanına torunlarıyla birlikte oturan nine Zafere bakıyordu arada bir fark ettirmeden. Tanıdık biri olup olmadığını anlamaya çalışıyordu ama soru sormak hoş karşılanmazdı yemekte. Misafir rahatsız olabilirdi. Yemekten sonra konuşulurdu zaten.
                Zafer’in dikkatini çeken şey, sofrada kadın erkek ayrımı yoktu yani harem, selam ayrımı yoktu. Herkes de gayet rahattı, sofrada hep beraber oturmaktan. Bir an içine bir sıcaklık çöktü Zaferin. Aile sıcaklığını hissetti yine oldukça uzun bir süreden beri. Unutmaya yüz tutmuş olan duygularındandı bu durum. Üzerinde durmak istemiyordu. Birkaç lokma alınca “ellerinize sağlık efendim, çok lezzetli her şey. Ben kolay kolay doymazsam kusuruma bakmayın olur mu?” diyerek şaka yapmaya çalıştı. Herkesin de yüzü gülmüştü sözlerine. Çocuklar yabancı adamı izliyorlardı dikkatlice.
                Yemekler tüketildi, tatlı olarak erik şerbeti içildi. Oldukça tatlandırılmış bir şerbetti erik şerbeti. Bahçedeki erik ağaçlarından birisini gösterdi yaşlı adam “bunun eriğinden bu şerbet” dedi uzunca bir süre erik ağacına minnetle baktı.
                Bir saati geçmişti yemek ve kahve sohbet derken. İzin istemeyi düşünerek kıprandı yerinde. Yaşlı adam “acelen mi var evlat?” deyince işinin kolaylaştığını düşündü o anda. “kusuruma bakmazsanız eğer, izin isteyecektim sizlerden. Unutmuşum, bir arkadaşımla buluşacaktık. Zaman gelmek üzere de” diyebildi utana sıkıla.
                “Tamam evlat, nasıl istersen. İzin senin. Buralardaysan yine bekleriz, yardıma ihtiyacın olursa da hiç utanıp sıkılma olur mu?”
                “hepiniz de sağ olun efendim, buralara bir arkadaşımı görmeye gelmiştim, asker arkadaşımdı, uzun süredir irtibatımız kopmuştu. İstanbul’a gitmiş, orada çalışıyormuş, ailesiyle görüştüm. Ben de döneceğim hemen.”  Bir an adres ve telefon vermeyi aklından geçirdi ama cesaret edemedi, çünkü ne bir adresi ne de bir telefonu vardı. En iyisi hiçbir şey vermemekti. “tekrar buralara yolum düşerse mutlaka acı bir kahvenizi içmeye gelir hal hatırınızı sormak isterim” diyerek acelesi varmış gibi ayrıldı yanlarından.


                Midesine doldurduğu lezzetlere alışkın olamayan midesinin hazımsızlığıyla birlikte sokaktan hızla uzaklaşmayı düşünmeye başladı. Hiç de hesapta olmayan bir durumdu bu yemek meselesi. Olsun, iyi de olmuştu kendisi için. Oldukça uzun bir zamandır unutulmaya yüz tutmuş duyguları tazelenmiş oldu olmasına ama rahatsızlık duymaya başlamıştı bu duygu tazelenmesinden.
                Tepeye ulaştığında havanın kararmaya başlaması kendisini rahatlatmayla karışık buruk bir duyguydu. Bir taraftan karanlık kendisini kendisinden saklıyor diğer taraftan duygularının karanlıkta kalmış olmasını umarak kendisini kandırmaya çalışmasını fark etti.
                O taşın üzerine oturduğunda oldukça yorgun olduğunu hissetmeye başladı bir süre sonra. Ayaklarını öne doğru uzatıp kendi iç karanlıklarında dolaşmaya başladı. Bir türlü kaçamaz olmuştu bu dar ve çıkmaz karanlık sokaklarından. Her hareketinde başka bir çıkmaz sokak çıkıyordu karşısına. Adeta hiç kıpırdamak istemiyordu bulunduğu yerden. Günlerce, haftalarca, aylarca hatta yıllarca öylece kalabilirdi.
                Korkar olmuştu en küçük hareketten. Sanki bir felaket yaşayacakmış duygusu hâkimiyeti ele alıveriyordu hemen. O da zaman kazanmaya çalışıyordu kıpırdamamakla, bir gün mutlaka güçlenirdi nasılsa, işte o güçleneceği günün gelmesini beklemeyi daha doğru bulmaya başlamıştı ister istemez.
                Şehrin ışıkları yanmaya başladı, üstüne çullanan karanlığı yenmeye çalışırcasına. Işıklar dans ediyordu adeta şehirin sokaklarında. Rengârenkti ışıklar, kimisi parlak, kimisi kırmızı, soluk, mavi, sarı; renk cümbüşü vardı uzaklarda.
                Bir an indi oturduğu taşın üzerinden, seyrek de olsa otlar, çimenler vardı etrafta. Göz ucuyla düz bir yer aradı ve sırt üstü uzanıverdi hemen oracıkta. Gökyüzü üzerinde şemsiye gibiydi, pırıl pırıl yıldızlar vardı tepesinde. El atsa çoğunu yakalayacakmış duygusuna kapılarak sağ kolunu kaldırdı avucunu açarak ama kaldırdığı elinin parmaklarını fark etti, parmak aralarından yıldızlar düşüverecekmiş gibi duruyorlardı.
                Öğle yemeğindeki insanlar geldi gözlerinin önüne, birer birer yıldızlara doğru süzülüyorlardı parmaklarının aralarından. O şirin küçük kızın saçları altın sarısıydı, uçuşuyordu saçları tel tel. Bir süre gözlerini kırpmadan baktı görüntüyü kaybetmemek için.
                Kendine ve insanlara olan güvensizliğini düşündü, bu güvensizlik kızdırıyordu kendisini. Kızmaya başlayınca da insanlara karşı kendini duyarsızlaştırmayı daha doğru bularak savunmaya geçerdi her zaman. İşe yarıyordu duygularını tatmin etmek için. Öyle değil miydi sanki herkes ektiğini biçerdi. Hak ettiğini yaşardı insanlar. Oldukça uzun zamandır böyle düşünüp insanlara acımayı unutmaya çalışmıştı hatta zarar çekmelerinin kendilerini akıllandıracağını bile düşünmeye başlamıştı, doğru olduğuna inanmasa da.
                İnsanlar aptallıklarının cezasını çekmeliydiler, yaptıkları aptallıkların cezalarını çekmekten hiç kimseler koruyamazdı onları, korumaya çalışanlar, zarar çekmesini istemeyenler olurdu zaman zaman ama artık onlara da kızmaya başlamıştı, doğru gelmiyordu artık o düşünceler. Çünkü kimse kimse için kurtuluş olamaz, şu anda kaç çocuk aç ve soğukta uyumaya çalışıyor acaba? İnsanların kendisinin farkına varmaması ve düşüncesizliğinin cezasını daima çekecekler. Kendileri kurtulmayı istemediği sürece benzer acıları sürekli yaşayacaklar. İşte asıl durum da buydu zaten ve yaşıyordu insanlar.
                Bir başlangıç ve son bulunurdu daima kendisine göre. Bütün mesele başlangıç ve sondur diye düşünürken aynı zamanda da her şey bu iki aralıkta sıkışıp kalır aslında. Başlamak en zor olandır. Bir kere başladığında gerisi gelecektir ve bittiğinde “tamam değil ama bu bitti” demek önemlidir. Herkes için böyledir ama farkında olan neredeyse pek yok gibidir.
                Bu aslına bakılırsa doğan bir bebeğin ilk nefes alışı ve sonrasına benzer. Çok şeyi farkına varmadan yapar insanlar hatta tüm canlılar. Sanki önceden binlerce kez yapmışlar gibi. Hiçbir bebek ilk nefes alırken boğulmamıştır nefesi yarıda kalmamıştır öyle değil mi? Mutlaka başarmışlardır hatta en doğru nefes alan canlılardan birisi bebeklerdir. Büyüdükçe nefes alışları bozulur ve yanlış nefes almaya ve vermeye başlarlar.
                Bir şeye başlayabilmenin önemli hem de oldukça önemli olduğunu yaşamının önceki deneyimlerinden biliyordu. Bu konuda çok şeyler söyleyebileceklerden birisi olmasına rağmen bir türlü başlayamamasına akıl erdirmeye çalışmakla meşguldü oldukça uzun zamanlardır. Havada uçuşan belirsiz toz zerrecikleri gibi hissetmesi de işin komik yanıydı. Komik çünkü anlamı yoktu. Anlamsız olan şeylerden anlamlar çıkarmaya çalışmaktı bütün işi.
                Anlamsızlıklardan anlam çıkarmaya çalışmak nasıl bir iş olabilir ki? Diye kendi kendine defalarca kez sormasına rağmen kendisi de çok fazla anlam çıkaramamıştı aslına bakılırsa. Şu anda bulunduğu yerde olmasının bir anlamı yoktu örneğin. Düşündüklerinin de öyle. “ne anlamlı bana göre? Veya başka türlü sorayım, ne anlamlı olabilir?” gibi sorular takılır zaman zaman.
                Buraya nasıl ve neden geldiğini bilmiyordu örneğin, geçtiği sokak yalnızca bir sokaktı o kadar, diğer sokaklardan bir farklı değildi ve hiçbir anlamı yoktu ancak anlam kazandıran bir durumla karşılaşmıştı kendisi dışında kaynaklanan nedenlerden dolayı.
                Hiç tanımadığı ve kendisi için hiçbir anlamı olmayan hatta sürekli kaçtığı insanlardan birileri tarafından anlam kazanmıştı yaşamının herhangi bir anı. Geçmişte kalsa bile bir süre kendisi hatırlamaya devam edecek ve aklının bir köşesinde yer edecekti emindi bundan.
                Burada her ne kadar yıldızlara baksa ve onlarla ilgili düşünse de yıldızların yanında birkaç insan da bulunmaya başlamıştı bir anda. Uzun zamandır olmayan bir durum bu. Bırakmıştı, bırakmaya çok çalışmıştı zamanında. Yine döndüler bir süredir. Çok kısa bir süre önce de olsa döndüler işte “oradalar, aha şu parlak yıldızın yanındalar, ellerinin sallanışını görebiliyorum ama yüzler silik”  fısıltılarını kulakları da duydu.
                Kendine sınırlar koyardı zaman zaman. Yaralarını iyileştirmenin en iyi yolunun bu olduğundan emindi, edindiği deneyimler öyle diyordu. Sil ve unut! İşte hepsi bu. Eğer böyle yapmazsa sürekli yaraları kanıyor ve kan kaybına uğruyordu. Kanayan yarayı kapatmanın yoluydu bu düşünce. İlk zamanlarda oldukça zorluk ve acı çekilirdi ama bir zaman -epeyce zaman- geçince biraz acı azalıyordu. Kim bilir, belki de acıya dayanıklılığı armasındandır. Anlayabildiği durum değildi bu. Bütün amacı ayakta kalabilmek, yani yaşayabilmek için yapması gerektiğinin bu olduğu doğru görünüyordu. Hepsi buydu. Başkaca bir anlam veya anlamlar yüklemenin ya da çıkarımlarda bulunmanın anlamı yoktu.
                Her insan hiçbir zaman olduğu yerde değildir, kendisinin olduğu gibi. Mutlaka bir yarıları veya parçalarından bir kısmı başka başka yerlerdedir. Örneğin çocukluğunda, gençliğinde, orta yaşlılığında veya bir sahilde, kırda, köyde ne bileyim herhangi bir yerlerde işte. Sürekli gezinir dururlar hiç durup dinlenmeden. Uyuduklarında bile durmazlar. Nasıl bu kadar harekete dayanabildiklerini düşünse de boşverdiği ortadaydı epeyce zamanlardır.
                Anlamı olan şeyler zamanla değişip anlamsızlaşmaya başlıyorlardı sürekli. Anlamlı olarak muhafaza edip koruyabilmek mümkün değil. Bebekken çok kıymetli, biraz büyüyüp çocuklukta çok az da olsa değeri düşer, sorgulamalar ve yaptıklarının değerlendirilmesine başlanılarak anlam kazanmaya başlar çok şey. Neyi ne kadar öğrendiği ölçülmeye başlanır böylece. Genç olduğunda sorumluluklar alması gerekir diğerlerine göre. Ne derece sorumluluklar alabildiği ve başarılı olabildiği belirlenir. Kime, kimlere veya neye, nelere göre başarılı. Başarının ölçüsünü koyan kim ya da kimlerdir? Bunun bilinebilmesi bile mümkün değildir kısacası karmaşa hat safhaya ulaşmaya başlar bu dönemlerde. Değersizleşme de artmaya başlayarak devam etmektedir. Anlamlar yavaş yavaş değişmekte ve bebeklikten bu yana devam eden anlam ve anlamsızlık, değer ve değersizlik birbirine karışmış bir gri sis bulutuna dönüşmeye başlamıştır.
                Yetişkinlik döneminde ise durumlar oldukça ters dönmeye başlamıştır artık. Deyim yerindeyse gri bulutlar yerini simsiyah bulutlara ve yer yer beyazlıklar görünse de genel olan simsiyahtırlar. İşte bu dönemde simsiyah bulutları beyaz görme eğilimi yani miyopluk başlar. Bilirsiniz miyoplukta netlik olmaz. Çok şey kafanın içinde yani zihninizde canlandırdığınızdır ve görmeye meyilli olduklarınız da onlardır.
                Yaşamın bu dönemi, harada gürede bir dönemdir. Dur durak bilmeden uğraşılır durulur adlarına “hedef” veya “amaç” denilerek. Hiç dudunuz mu, amaçsız veya hedefsiz bir insan? Duyduklarınıza da avare veya berduş derler öyle değil mi? Peki, avare ve berduşlar ilk doğduklarında daha mı az kıymetlilerdi? Hiç sanmıyorum. Hiçbir doğuranın doğurduğu daha az kıymetli değildir. Mutlaka en kıymetlidir. Bu dünyada doğurduğundan başka kıymetli yoktur. Ancak zamanla içinde yaşamaya zorunlu kaldığı ortamlar uyumluluk bakımından bu duygusunu kısmen bastırmasına yol açar sadece. Daha az söz edilmeye başlar sadece.
                Sırt üstü yatarken yıldızlar üzerinden kayıp gidiyorlar ve peşlerinden başkaları gelmeye devam ediyorlardı. Bir an bazıları daha az parlak, soluk olduğunu, fark ettiğinde zengin, fakir diye geçti aklının ucundan. Bazı yıldızlar daha bakımlıydı. Her yerde vardı değerler, yargılar, sınıflar…
                Sağ elinde ince bir sızı hissedince elini kaldırıverdi ne olduğunu görmek için. Bir sürü şey vardı avucunun içinde. Ne zaman bunları avuçladığını düşündü ilk anda ama bir zaman kestiremedi. Farkında olmadan olanlardandı bunlar. Yüzüne avucunun içinden dökülenler de öyleydiler. Refleksle başını çevirdi yana doğru gözlerini yumarak. Birden oturdu. Yüzüne ve göğsüne düşen toz, toprak ve ot parçalarını silkeledi. Avucuna saplanan küçük bir taş parçasıydı kendisinin canını yakan. Avucunu sıkarken taş batmaya başlamıştı eline ve canını yakmaya başlamıştı. Kendine gelmesinin nedeni buydu demek ki. Uykudan uyanmış gibi hissetti o an. Neler düşünmüştü bir anda. Nereleri dolaşmıştı bu kadar kısa zamanda. Hiçbir zaman bütünüyle o anda olmadığını düşündü tekrar. İşte açık değil miydi bu durum?
                Işıklar rengârenk görünüyorlardı aşağıda. Kimisi yakın kimisi oldukça uzaklardaydılar. Her biri bir şeyler düşündürüyor veya çağrıştırıyordu. Örneğin şu iki aydınlık evin arasındaki evin penceresi çok az parlıyordu, belli belirsiz. Üstelik solgundu benzi. Belli ki daha az kıymetli, fakir, ya da daha az zengin diğerlerinin çoğuna göre.  Ama kime veya neye göre? Bu kadar kalabalık şehirde bu kadar kalabalık insan topluluğu içinde onu değersizleştiren ne? Onu oraya koyan..?
                Ya kendisi neresindeydi bütün bu gördüklerinin veya düşündüklerinin? Onların içinde bile değildi. Ya başkaları da kendisi gibi daha yukarılardaki tepelerden seyrediyorsa. Kendini görebiliyorlar mıydı acaba? Hiçbir ışığı yoktu ki, nereden görsündü. Kendisini yok sayıyordu ama aşağıda yoktu sadece, ama aşağılarda geziniyordu ister istemez. Kimse kendisini aşağıda görmese de yani görmesine imkân olmasa da o arada aşağılarda sokak aralarında evlerin, yapıların aralarında geziniyordu ama bedeni işte burada, tepede çıplak bir yerdeydi. Üstelik de karanlık. Yalnızca yıldızlar aydınlatıyordu.
                Başlamak, başlamak ve bitirmek diye düşününce bir anda her şeyin bu iki kelime arasına sıkışıp kaldığını değerlendirmeye başlayınca gazların havada fışkırmaya başladığı belirdi gözlerinin önünde. Başlamak ve bitirmek arasına sıkışıp kalan hayatlar. Hiç birisi de diğerinden farklı değil. Sadece bazıları erken başlıyor bazıları da geç başlıyor ama mutlaka başlıyor. Başlamanın zamanına göre belirleniyor çok şey. Erken başlayanlar daha fazla enerji sarf ediyorlar, geç başlayanlar da öyle. Her başlangıç bir süre sonra bitti gibi görünmesine rağmen başka bir başlangıcı tetikliyor sadece. Bunun durması diye bir şey söz konusu bile değil. Biri diğerini, diğeri öbürünü…. Devam edip giden bir tik taklar dizisi gibi işte. Benimkisi de bu tepenin tepesinde şehirin ışıklarını karın gurultusu arasında gözleyerek devam ediyor sadece.
                Her nefes alış bir başlangıçtır belki de. Kendisi için öyle olduğunu düşününce ne de çok başlangıç ve bitişleri olduğunu düşündü. Çünkü yapabileceği başka bir şey yoktu o anda. Hatta oldukça uzun zamandır böyle. Yalnızca nefes almak ve vermekti elbette atıştırmalarını saymazsak bir de yediklerinin posasını dışarıya atmayı.
                Her şeyin bir zıttı vardı mutlaka veya çoğunlukla. Gerçi zıttı olmayan bir şeyle karşılaşmamıştı bu güne kadar ama yine de bir ihtimali vardı belki diye düşünmenin daha doğru olacağını düşündü. Ne de olsa her şey kendisine göre belirlenmiyordu. Bu dünyada kendisi gibi olanlar ve olmayanlar olarak bu kadar insan vardı.
                Olmak, olmamak. Var, yok. Doğum, ölüm. Başlangıç, bitiş… başarı-başarısızlık
               


               
                
Görsel: Google Görseller

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.